Mars’tan Alınan Örnekler, Ölümcül Organizmaları Beraberinde Getirebilir

NASA’nın uzay aracı Perseverance, Mars’ta olası yaşam belirtilerinin tespit edilmesi için örnek toplamayı sürdürürken, bazı bilim insanları bu çabalara mesafeli yaklaşıyor.

Mars’tan gelecek numuneleri Dünya’ya indirmek için projeler geliştiren uzay ajansı, görevin güvenlik riskini “son derece düşük” diye niteliyor.

Ancak bazı gökbilimciler ve uzay meraklıları, numunelerin Dünya’da ölümcül patojenlerin yayılmasına neden olabileceğini savunuyor.

NASA’nın kısa süre önce internet sitesinde başlattığı ankete katılan bir yorumcu, “Hiçbir ülke tüm gezegeni riske atmamalı” diye yazdı.

Katılımcıların çoğu, Kızıl Gezegen’den toplanacak numunelerin önce Dünya dışında, örneğin yörüngedeki bir laboratuvarda incelenmesini önerdi.

Scientific American dergisine açıklamalarda bulunan, astrobiyolog Barry DiGregorio da Mars numunelerinin Dünya’nın biyosferine zarar verme ihtimalini değerlendirmeye öncelik verilmesi gerektiğini ifade etti.

Uluslararası Mars Numune Teslimine Karşı Komite adında kar amacı gütmeyen bir kurumu yöneten DiGregorio’ya göre bunun en iyi yolu, numunelerin özel bir uzay istasyonunda veya Ay üssüne kurulacak bir araştırma laboratuvarında incelenmesi.

Bilim insanı ayrıca NASA’nın bu araştırmalarda yalnız olmadığına dikkat çekiyor. Örneğin Çin de Mars’tan toplanan malzemeleri doğrudan Dünya’ya getirmek için kendi görevlerini tasarlıyor.

DiGregorio, Çin’in bu araştırmalara dahil olmasından özellikle endişelendiğini aktardı.

“Numunelerin geri getirilmesi ulusal bir hedef olmamalı. Uzay yolculuğu yapan tüm ülkeler küresel bir çaba kapsamında verilerini gerçek zamanlı paylaşmalı” diyen bilim insanı sözlerini şöyle sürdürdü:

Aksi takdirde hiçbir ülke, diğerinin ne bulduğunu veya nasıl sorunlarla karşı karşıya kaldığını bilemez.

“Bunu çoktan bilirdik”

Öte yandan gökbilimcilerin önemli bir kısmı ve NASA’da görevli araştırmacılar, Mars’tan gelecek numunelerin burada herhangi bir sorun yaratmayacağından emin.

Astrobiyolog Steve Benner, “Mars’taki malzemeler Dünya için tehdit oluştursaydı bunu çoktan bilirdik” diye konuştu.

Buna göre Mars’a çarpan asteroitler genellikle gezegen yüzeyinden kaya parçalarını uzaya fırlatıyor. Böylece her yıl yaklaşık 500 kilogramlık Mars kayası Dünya’ya doğru yol alıyor.

Benner kendisinin de Mars’tan gelen bir asteroide sahip olduğunu ifade ediyor:

Dünya’da yaşamın ortaya çıkmasından bu yana 3,5 milyar yıldan fazla süre içinde, trilyonlarca kayaç benzer yolculuklar yaptı. Mars’ta mikrobiyota varsa ve Dünya’nın biyosferinde hasara yol açabiliyorsa bu zaten olmuştur. NASA’nın birkaç kilogram daha eklemesi fark yaratmaz.

Paylaşın

Uzaydan Dünya’ya Güneş Enerjisi Aktarımı: Çin’den Başarılı Test

Çin’de araştırmacılar, iklim ve enerji krizine çözüm olabilecek uzay tabanlı güneş enerjisi sistemine yönelik başarılı bir test yaptı. Çin’in Xidian Üniversitesi’nden bilim insanlarına göre, Çin’de uzay tabanlı güneş enerjisi kullanımının yolunu açabilecek yeni bir kule üzerinde çalışmalar tamamlandı. 

Üniversiteden yapılan açıklamada, 5 Haziran’da “dünyanın ilk tam bağlantılı ve tam sistemli güneş enerjisi santrali” üzerinde başarılı bir test yapıldığı belirtildi.

Uzay tabanlı güneş enerjisinin gelişimini desteklemek için tasarlanmış beş farklı sistemle donatılan ve çelikten üretilen 75 metre yüksekliğindeki yapı, üniversitenin kampüsüne yerleştirildi.

Uzaydan güneş enerjisi elde edilmesine ilişkin çalışmalar yalnızca Çin’in gündeminde değil. Mart ayında İngiltere’nin uzayda güneş enerjisi santrali kurmak için 18,72 milyar euroluk bir teklifi değerlendirdiği bildirilmişti. Amerika Birleşik Devletleri, kendi uzay tabanlı güneş enerjisi sistemine gelişmiş teknoloji sağlamak için 100 milyon dolarlık ortaklık anlaşması yaptı.

Bilim kurgu mu gerçeklik mi?

Uzay tabanlı güneş enerjisi sisteminde, uyduların enerjiyi güneşten sürekli olarak fotonlar toplayarak enerjiyi fotovoltaik hücrelere dönüştürmesi ve bu elektriği kablosuz olarak ışınla ve mikrodalgalar halinde Dünya’daki alıcılara göndermesi hedefleniyor.

Portsmouth Üniversitesi Makine ve Tasarım Mühendislik Okulu Başkanı Jovana Radulovic, bu bilim kurgu romanından çıkma gibi görünen fikrin yeni olmadığını söylüyor.

Raduloviç, mühendislerin ve bilim insanlarının bu teoriyi geçtiğimiz yüzyılda gündeme getirdiğini belirtiyor.

Teori, ilk kez 1960’larda bilim insanı ve uzay mühendisi olan Peter Glaser tarafından önerildi. Ona göre, uzay tabanlı bir güneş enerjisi santrali, 24 saat güneş ışığı görmesi ve sürekli elektrik üretimine izin vermesi nedeniyle Dünya’ya yerleştirilen bir santrale göre daha verimli olabilirdi.

Küresel enerji tüketiminin 2050 yılına kadar yüzde 50 oranında artmasının beklendiği bir dönemde, bu metodun artan enerji ihtiyacını karşılamada ve iklim krizine çözüm üretmede yardımcı olabileceği belirtiliyor.

Uzay tabanlı güneş enerjisinin önündeki engeller neler?

Teknoloji ilk bakışta umut vadeden bir görüntü sergilese de birçok zorluğu da beraberinde getiriyor. Uzay tabanlı güneş enerjisinin uygulanmasını zorlaştıran ana etken yüksek maliyeti.

Sistemin büyük ölçüde modüler olduğu biliniyor. Buna göre, Güneş modülleri yörüngede robotlar tarafından monte edilmeli. Bu montajın yapılabilmesi için tüm unsurların uzaya taşınması gerekir ki bu da zor ve maliyetli bir işlem olduğu anlamına gelir. Üstelik bu tür bir faaliyet çevre için de zararlı olabilir.

Öte yandan üretilen enerji ve elektriğin Dünya’ya mikrodalgalar halinde gönderilmesi öngörülüyor. Radulovic’e göre bu denli uzaktan gelen bu dalgalar için devasa alıcılara ihtiyaç duyulacak.

İletilen mikrodalgaların yoğunluğunu artırarak daha küçük antenler de kullanmak düşünülebilir. Böylelikle maliyet de düşürülebilir. Ne var ki bu senaryoda yoğun sinyallere maruz kalan canlılar için felaket söz konusu olabilir.

Enerjinin dönüştürülme süreçlerinde yüzde 10 oranında kayıp yaşanabileceği dikkate alındığında sistemin verimlilik açısından çok da avantajlı olmayacağı görülebilir.

Diğer bir zorluk da güneş panellerinin uzayda uzun süre ayakta kalabilmesini sağlamak. Uzay şartlarına karşı sürekli bakıma ihtiyaç duyacak olan bu panellerin radyasyona karşı sağlamlaştırılmaları gerekir.

Gelecek için değerli bir yatırım mı?

Tüm bu zorluklar projelerin maliyetini önemli ölçüde artırırken sistemin buna değip değmeyeceği soru işareti olarak kalmaya devam ediyor.

Radulovic, bu nedenle Elon Musk’ın şirketi Space X’in çalışmalarını yakından izlediklerini söylüyor ve “Aynı roketi kullanarak malzemeleri uzaya göndermek ve bunu tekrar tekrar yapmak maliyet açısından avantajlı gözüküyor. Ancak uzaya güneş enerjisi santrali kurmak için bütün unsurların maliyeti düşürülmedikçe bu düşündüğümüz kadar hızlı olamayacak. Üzerine yoğunlaşmamız gereken bir şey bu.” şeklinde konuşuyor.

Yine de bu bilim kurgu romanlarını andıran yöntem gelecekte önemli bir yatırım haline gelebilir. Radulovic, teknolojinin er ya da geç daha uygun maliyetle üretilebileceğini çünkü üzerinde daha fazla araştırma yapılacağını söylüyor.

Enerji ve iklim kriziyle mücadele etmek ve gelecek nesilleri korumak için sert önlemlerin alınması gerektiği aşikar. Uzay tabanlı Güneş enerjisinin kısa vadede önünde engeller olsa da uzun vadede faydaları umut verici.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Samanyolu’nun Merkezinde Dönen Tuhaf Bir Nesne Bulundu

Gökbilimciler, Samanyolu’nun merkezini izlediler ve tek bir devasa yıldızın çevresinde zarif bir şekilde dönen, minyatür bir sarmal galaksiyi andıran bir şey keşfettiler. Yoğun ve tozla dolu galaktik merkezin yakınlarında, Dünya’dan yaklaşık 26 bin ışık yılı mesafede keşfedilen yıldız, Güneş’ten yaklaşık 32 kat büyük ve “gezegen oluşum diski” diye bilinen devasa bir dönen gaz diski içinde yer alıyor. (Diskin kendisi yaklaşık 4 bin astronomik birim genişliğinde; yani, Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 4 bin katı genişliğe sahip).

Genç yıldızların milyonlarca yıl boyunca büyük ve parlak yıldızlara dönüşmesine yardım eden yıldız yakıtı işlevi gören bu tür diskler, evrende yaygın biçimde bulunurlar. Ne var ki, gökbilimciler şimdiye kadar hiç böyle bir şey görmemişlerdi: o, içinde bulunduğumuz galaksinin merkezine tehlikeli şekilde yakın bir yörüngede dönen minyatür bir galaksi. Peki bu küçük spiral nasıl meydana geldi ve orada bunun gibi daha fazlası mevcut mu? Nature Astronomy dergisinde 30 Mayıs günü yayınlanan yeni bir araştırmanın aktardığı kadarıyla, bu soruların yanıtları, Güneşimizden yaklaşık üç kat daha büyük olan ve spiral diskin yörüngesinin hemen dışında saklanan esrarengiz bir gök cisminde yatıyor olabilir.

İkinci bir yıldız diskin şeklini bozuyor

Araştırmacılar, Şili’de bulunan Atacama Büyük Milimetre/milimetre altı Dizisi (ALMA) teleskopu ile gerçekleştirilen yüksek çözünürlüklü gözlemleri kullanarak, diskin, kendisine doğal bir spiral şekil verecek biçimde hareket etmediğini keşfettiler. Bilim insanları, bundan ziyade, diskin tam olarak başka bir cisimle -büyük ihtimalle yakınında bulunan ve hâlâ görülebilen, esrarengiz ve Güneş’in üç katı büyüklüğündeki bir nesneyle- yaşadığı yakın bir çarpışma sebebiyle böyle karmaşık bir hale geldiğini belirtiyorlar.

Ekip, bu hipotezi kontrol etmek için, esrarengiz nesneyi içine alan bir düzine muhtemel yörünge hesapladı; sonrasında bu yörüngelerden herhangi birinin nesneyi gezegen oluşum diskine yeterince yaklaştırarak bir spiral haline getirip getiremeyeceğini görmek amacıyla bir simülasyon yarattı. Gök cisminin belirli bir yolu izlemesi durumunda, yaklaşık 12 bin yıl önce diskin içinden geçip, şu anda tanık olduğumuz canlı spiral şekle neden olacak kadar tozu dağıtabileceğini gördüler.

Merkezde bunun gibi binlercesi olabilir

Çin Bilimler Akademisi’ne bağlı Şangay Astronomi Gözlemevi’nde yardımcı araştırmacı ve araştırmanın yazarı olan Lu Xing verdiği demeçte, “Analitik hesaplamalar, sayısal simülasyon ve ALMA gözlemleri arasındaki kusursuz eşleşme, diskteki spiral kolların, istilacı nesnenin geçişinin kalıntıları olduğuna ilişkin sağlam kanıtlar sunuyor” diyor. Bu araştırma, galaktik merkezdeki bir gezegen oluşum diskinin ilk doğrudan görüntülerini sunmasının yanı sıra, dış gök cisimlerinin yıldız disklerini tipik biçimde yalnızca galaktik ölçekte görülen spiral şekillere dönüştürebileceğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, Samanyolu’nun merkezinin, galaksinin bizim bulunduğumuz yakasından milyonlarca kat daha yoğun biçimde yıldızlarla dolu olması nedeniyle, galaktik merkezde buna benzer olayların fazlasıyla düzenli biçimde yaşanmasının muhtemel olduğunu ifade ediyorlar. Bu durum, galaksimizin merkezinin sadece keşfedilmeyi bekleyen minyatür spirallerle aşırı dolu olabileceği anlamına geliyor. Bilim insanları bu kozmik matruşkanın merkezine çok uzun bir süre ulaşamayabilirler.

(Kaynak: Gazete Duvar)

Paylaşın

En Eski Orman Yangını 430 Milyon Yıl Önce Yaşandı

Araştırmacılar 430 milyon yıl öncesine dayanan bir orman yangını tespit etti. Çalışmada Silüriyen döneme denk gelen bu yıllarda ormanların bugünkünden farklı olduğunu vurguladı. Bir önceki orman yangını rekoru 420 milyon yaşındaydı.

Bilim insanları tarihin en eski orman yangınını ortaya çıkarmayı başardı. Galler ve Polonya’da bulunan 430 milyon yaşındaki kömür yatakları bu keşifte önemli bir rol oynadı.

Silüriyen döneme denk gelen bu yıllarda Dünya’daki yaşama dair önemli ipuçları bulunuyor.

NTV’nin aktardığına göre Silüriyen dönemde bitkilerin yaşamı sulak alanlarla sınırlıydı. Çoğunlukla kuraklığın olduğu alanlarda bitkilerin hiçbir zaman yeşermediği tahmin ediliyor. Bu nedenle 430 milyon yıl önce kabul edilebilir orman tanımlaması şu anki ormanlardan daha farklı.

Çalışmaya konu olan orman yangınlarının en fazla bel seviyesine gelen bitkilerden oluşuyor. Araştırmacılara göre o dönemde yeryüzünde yaygın olan şey ağaçlar değil Prototaxites adındaki bir antik mantar türüydü. Boyu dokuz metreye kadar çıktığı tahmin edilen bu mantar türü hakkında fazla bilgi bulunmuyor.

Maine’deki Colby College’dan paleobotanikçi Ian Glasspool , “Ateşe dair kanıtımız, en eski kara bitkisi makrofosillerine ilişkin kanıtlarımızla yakından örtüşüyor gibi görünüyor” ifadelerini kullandı.

Paylaşın

Dikkat Çeken Araştırma: Zengin Daha Zengin Oldu

Dünyada dolar milyonerlerinin sayısı geçen yıl artış gösterdi. Zenginlerin varlıkları bir önceki yıla göre yüzde 8 artarak 86 trilyon dolar ile rekor düzeye çıktı. En fazla zengine sahip ülkeler ABD, Japonya ve Almanya.

Dünyanın her yerindeki varlık sahibi kişiler, geçen yıl artan hisse senedi fiyatları ve 2020’deki korona krizinin ardından yaşanan ekonomik toparlanmadan faydalandı.

Danışmanlık firması Capgemini’nin yaptığı hesaplamalara göre zenginlerin varlıkları toplamda bir önceki yıla göre yüzde 8 artış göstererek 86 trilyon dolar ile rekor düzeye çıktı. Aynı zamanda, en fazla zengine sahip üç ülke arasında yer alan Almanya da dahil olmak üzere, dolar milyonerleri kulübü de genişledi.

Capgemini uzmanı Klaus-Georg Meyer bu yılla ilgili olarak “2022 için tahminimiz çok daha temkinli” dedi.

Yüksek enflasyonla mücadelede merkez bankalarının faiz artırım sürecine girmesiyle hisse senedi piyasaları baskı altında bulunuyor. Capgemini tahminlerine göre en az 1 milyon dolar yatırım varlığı olan kişilerin sayısı geçen yıldan bu yılın Nisan ayına kadar yüzde 4 azaldı.

Dolar milyoneri sayısı arttı

Geçen yıl dolar milyonerleri kulübü küresel olarak yüzde 7,8 artarak 22,5 milyon üyeye ulaştı. Almanya’dan da 100 bin kişi bu kulübe katıldı ve böylece Alman milyonerlerin sayısı 1,63 milyona ulaştı.

Almanya’daki dolar milyonerlerinin servetinin toplamı da yüzde 7,4 artarak 6,3 milyar dolara yükseldi. Bu artışta borsalardaki yükseliş ve emlak fiyatlarındaki artış etkili oldu.

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Alman Merkez Bankası Bundesbank’ın hesaplamalarına göre hanehalkı kişisel varlığı geçen yıl sonu itibariyle 7,61 milyar euro düzeyindeydi. Bu hesaplamada nakit para, hisse senedi ve fonlar dikkate alındı ancak emlak varlığı bu hesaplamaya dahil edilmedi.

ABD birinci sırada

Almanya Capgemini hesaplamalarına göre en fazla dolar milyoner,ne sahip ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyor.

ABD 7,46 milyon üye ile ilk sırada yer alırken, Japonya 3,65 milyon ile ikinci sırada yer alıyor. Çin 1,54 milyon milyoner ile Almanya’nın ardından dördüncü sırada yer alıyor.

Toplamda dolar milyonerlerinin yüzde 63,6’sı dört ülkede toplanmış durumda.

Araştırmaya göre süper zenginlerin sayında da geçen yıl artış kaydedildi. En az 30 milyon dolar serveti olanların varlığında toplam yüzde 8,1 artış olurken, bu kişilerin sayısı ise yüzde 9,6 büyüyerek 220 bine ulaştı.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın

Dünyada İnfaz Edilen İdam Cezaları Bir Yılda Yüzde 20 Arttı

Uluslararası Af Örgütü, 2021’de Ölüm Cezaları ve İnfazlar raporunu yayınladı. Rapora göre, 2021’de 18 ülkede en az 579 infaz gerçekleştirildi. Bu, 2020 ile karşılaştırıldığında yüzde 20 artış demek.

Af Örgütü’nün raporu, İran’da 2017 yılında bu yana en yüksek infaz sayısının 2021’de kaydedildiğini; 2020’de en az 246 olan infaz sayısının 2021’de en az 314’e yükseldiğini ortaya koydu:

Bunun yanında, Suudi Arabistan da infaz sayısını iki katından fazla artırdı. Mart ayında tek bir günde 81 kişinin ölüm cezası infaz edildi.

Öte yandan, Uluslararası Af Örgütü, tüm dünyada kaydedilen infaz sayısının 2010’dan beri kaydedilen en düşük ikinci sayı olduğunu belirtti. En düşük rakam pandemi süreci olan 2020 yılına aitti.

Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Agnès Callamard konu hakkındaki açıklamasında “Hâlâ ölüm cezası uygulamayı sürdüren az sayıda ülkeyi uyarıyoruz: Devlet eliyle öldürmenin olmadığı bir dünya mümkün, erişilebilir ve bizler bunun için mücadele etmeyi sürdüreceğiz” dedi:

Hiç kimse ölüm cezasının gölgesinde bırakılmayıncaya kadar bu cezanın doğası gereği keyfi, ayrımcı ve zalimane niteliğini ifşa etmeye devam edeceğiz. En zalimane, insanlık dışı ve alçaltıcı cezanın tarih kitaplarında kalmasının zamanı çoktan geldi.

Rapordan öne çıkan diğer noktalar şu şekilde:

Bir yılda en az 2 bin 52 ölüm cezası

  • Önceki yıl yargı süreçlerini geciktiren COVID-19 kısıtlamalarının adım adım kaldırılması sonucunda 56 ülkede hakimler en az 2 bin 52 ölüm cezası verdi. Bu, 2020’ye kıyasla yaklaşık yüzde 40’lık bir artışa tekabül ediyor.
  • Bangladeş (en az 113’ten en az 181’e), Hindistan (en az 77’den 144’e) ve Pakistan (en az 49’dan en az 129’a) dahil bazı ülkelerde ölüm cezası sayısında sert artışlar kaydedildi.
  • İran, belirli türde ve miktarda uyuşturucu bulundurma suçu için zorunlu ölüm cezası vermeyi sürdürdü. Uyuşturucuyla bağlantılı suçlar için uygulanan kayıtlı infaz sayısı 2021’de beş kattan fazla artarak 132’ye ulaştı. Bu sayı bir önceki yıl 23’tü. İnfaz edildiği bilinen kadınların sayısı dokuzdan 14’e yükselirken, İran yetkilileri, uluslararası hukuk yükümlülüklerine aykırı olarak, suç tarihinde 18 yaşından küçük olan üç kişinin ölüm cezasını uygulayarak çocuk haklarına yönelik korkunç saldırılarını da devam ettirdi.
  • Suudi Arabistan’da infazlarda görülen artışın yanı sıra (2020’de 27’den 65’e), Somali’de (en az 11’den en az 21’e), Güney Sudan’da (en az 2’den en az 9’a) ve Yemen’de de (en az 5’ten en az 14’e) 2020 sayılarına kıyasla belirgin artışlar yaşandı. 2020’de infaz uygulamayan Belarus (en az 1), Japonya (3) ve Birleşik Arap Emirlikleri (en az 1) 2021’de uyguladı.
  • Şu ülkelerde 2020’ye kıyasla ölüm cezalarında belirgin artışlar kaydedildi: Kongo Demokratik Cumhuriyeti (en az 20’den en az 81’e), Mısır (en az 264’ten en az 356’ya), Irak (en az 27’den en az 91’e), Myanmar (en az 1’den en az 86’ya), Vietnam (en az 54’ten en az 119’a) ve Yemen (en az 269’dan en az 298’e).

Bazı ülkelerdeki “sır perdesi”

Önceki yıllarda olduğu gibi, tüm dünyada kaydedilen toplam ölüm cezası ve infaz sayısı, Uluslararası Af Örgütü’nün, Çin’de ölüme mahkum edildiğini veya infaz edildiğini düşündüğü binlerce kişiyi ve Kuzey Kore ve Vietnam’da uygulandığı düşünülen yüksek sayıda infazı kapsamıyor. Bu üç ülkedeki gizliliğe dayalı resmi uygulamalar ve bilgiye sınırlı erişim, infazları doğru bir şekilde gözlemlemeyi imkansız kılıyor. Diğer çok sayıda ülkede de kayıtlı toplam sayılar, asgari olarak değerlendirilmelidir.

Agnès Callamard, “Çin, Kuzey Kore ve Vietnam ölüm cezası kullanımlarını sır perdesi ardında tutmayı sürdürdü ancak her zamanki gibi, elimizdeki sınırlı bilgi de büyük bir endişe kaynağıdır” ifadelerine yer verdi.

Devletin baskı aracı olarak ölüm cezası

“2021’de çok sayıda ülkede, ölüm cezası, azınlıklara ve protestoculara karşı devletin baskı aracı olarak kullanıldı. Bu ülkeler, ölüm cezasıyla ilgili olarak uluslararası insan hakları hukuku ve standartları çerçevesinde oluşturulan güvenceleri ve kısıtlamaları tamamen hiçe saydı.

“Ordunun sivillerin davalarını yargılama yetkisini ivedi yargılama yoluyla ve temyiz hakkı olmaksızın askeri mahkemelere devrettiği Myanmar’da, sıkıyönetim kapsamında ölüm cezasına başvurulması konusunda endişe verici bir artış kaydedildi. 90’a yakın kişi keyfi olarak ölüm cezasına mahkum edildi. Geniş kesimlerce, siyasi muhalifleri ve protestocuları hedef alan planlı bir politikanın parçası olduğu düşünülen bu yargılamaların birçoğu yargılanan kişilerin gıyabında gerçekleşti.

“Mısır yetkilileri, genellikle Olağanüstü Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde adil olmayan yargılamaların ardından işkence ve toplu infazlar uygulamaya devam etti. İran’da ise ölüm cezası, ‘Allah’a düşmanlık’ gibi muğlak suçlamalarla etnik azınlıklara karşı orantısız şekilde kullanıldı. Kayıtlı infazların (61) en az yüzde 19’u, İran nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini oluşturan Beluci etnik azınlığa mensup kişilere uygulandı.

“Suudi Arabistan’ın oldukça kusurlu yargı sisteminin mağdurları arasında, şiddet içeren hükümet karşıtı protestolara katılmakla suçlanan Şii azınlığa mensup Suudi Arabistanlı genç Mustafa El Derviş de vardı. Derviş, işkence altında elde edilen ‘itiraflara’ dayanan ve hiçbir şekilde adil olmayan bir yargılamanın ardından 15 Haziran’da infaz edildi.

Olumlu işaretler

  • Uluslararası Af Örgütü’nün kayıt tutmaya başladığı tarihten bu yana, ölüm cezası uyguladığı bilinen ülke sayısı art arda ikinci yılda en düşük seviyedeydi.
  • Temmuz ayında, Sierra Leone’de tüm suçlar için ölüm cezasını kaldırmayı öngören yasa tasarısı parlamentoda oybirliğiyle kabul edildi, ancak henüz yürürlüğe girmedi.
  • Aralık ayında, Kazakistan, tüm suçlar için ölüm cezasını kaldıran mevzuatı kabul etti. Yasa, Ocak 2022’de yürürlüğe girdi.
  • Papua Yeni Gine hükümeti ölüm cezası konusunda ulusal bir müzakere süreci başlattı ve süreç, ölüm cezasını kaldıran yasa tasarısının Ocak 2022’de kabul edilmesiyle sonuçlandı. Yasa henüz yürürlüğe girmedi.
  • Yıl sonunda, Malezya hükümeti, 2022’nin üçüncü çeyreğinde ölüm cezasına ilişkin yasal reformlar hazırlayacağını duyurdu.
  • Orta Afrika Cumhuriyeti ve Gana’da milletvekilleri ölüm cezasını kaldırmak için hukuki süreci başlattı. Bu girişimler henüz sonuçlanmadı.
  • ABD’de Virginia, ölüm cezasını kaldıran 23. eyalet ve ilk güney eyaleti oldu. Ohio, art arda üçüncü yılda tüm infazları erteledi veya durdurdu. Yeni ABD yönetimi Temmuz ayında federal infazlara ilişkin geçici bir erteleme getirdi. 2021, ABD’de 1988’den beri en düşük sayıda infazın kaydedildiği yıl oldu (11 infaz, 18 ölüm cezası).
  • Gambiya, Kazakistan, Malezya, Rusya Federasyonu ve Tacikistan infazlara ilişkin resmi ertelemelere devam etti.
Paylaşın

İnsanlık 200 Yıl İçinde Çok Gezegenli Olabilir

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) Jet İtki Laboratuvarı’nda görev alan Jonathan Jiang liderliğindeki bir araştırma ekibi, insanların kısa sürede çok gezegenli hale gelebileceğini öne sürdü.

Henüz hakem onayından geçmeden internet sitesi ArXiv’de yayımlanan araştırma makalesine göre insanlık 200 yıl içinde Dünya dışında başka gezegenlere de yayılabilir.

Livescience’a konuşan Jiang, “Dünya karanlıklarla çevrili küçük bir nokta” ifadelerini kullandı:

Şu anki fizik anlayışımız bize sınırlı kaynaklarla bu küçücük kayaya hapsolduğumuzu söylüyor.

Araştırma ekibine göre insanların Dünya’dan ayrılabilmesi için nükleer ve yenilenebilir enerji kullanımını büyük ölçüde artırması, aynı zamanda bu enerji kaynaklarının kötü amaçlar için kullanılmasını önlemesi gerekiyor.

Ekip, önümüzdeki birkaç 10 yılın bu anlamda çok kritik olacağını ifade ediyor. Zira insanlık güvenli bir şekilde fosil yakıtlardan uzaklaşabilirse bir şansı olabilir.

Kardaşev Ölçeği’nde neredeyiz?

Araştırmacılar insanların çok gezegenli olması için gereken süreyi hesaplarken Kardaşev Ölçeği’nden yararlandı.

Sovyetler Birliği’nin önde gelen gökbilimcilerinden Nikolay Kardaşev, bir galakside var olabilecek ileri düzeydeki uygarlıkların gelişmişlik seviyesini enerji üretimiyle ölçmeyi uygun bulmuştu.

Kardeşev’e göre Tip I seviyesindeki bir medeniyet, gezegenine yıldızından düşen enerjinin tamamını kullanabilmeli. Tip II medeniyetler, yıldızlarının sadece bir gezegene düşen enerjisini değil ürettiği enerjinin tamamından yararlanabilmeli. Tip III seviyesindeki uygarlıklar ise sadece gezegenlere ve yıldızlarına değil, tüm galaksiye hükmedebilmeli.

Tip II uygarlıkların, 10 kat fazla enerji tükettiği varsayılıyor. Öte yandan, insanların henüz Tip I seviyesine bile ulaşamadığı biliniyor.

Ancak araştırmacılara göre insanlığın enerji tüketimi de her geçen yıl artıyor. Diğer yandan bu gücün bir bedeli var: Karbon ve kirleticilerin salımı iklimi değiştiriyor ve nükleer enerji savaş gibi yıkıcı olaylar için de kullanılıyor.

“Kendimizden korunmalıyız”

Araştırma ekibi, insanın bir tür olarak kendi kendini yok etme yeteneğine sahip olduğunu vurguluyor.

Jiang’a göre işin püf noktası, enerji kullanımını aynı anda birden fazla gezegende var olabilecek kadar artırırken kendi kendimizi yok etmekten kaçınmak.

Bu nedenle makalede Tip I statüsüne ulaşmanın en iyi yolu irdelendi. Araştırmacılar, fosil yakıtların kesintisiz kullanımının devam etmesinin net sonuçlarını gösteren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin tavsiyelerini takip etti.

Çalışmada yenilenebilir ve nükleer enerji kullanımında yıllık yüzde 2,5’lik bir büyüme olduğu varsayıldı. Bu, 20 ila 30 yıl içinde söz konusu enerji kaynaklarının fosil yakıtların yerini alacağı anlamına geliyordu.

Ekip, nükleer ve yenilenebilir enerji kaynaklarının canlılar üzerinde daha fazla baskı oluşturmadan üretimi artırmaya devam edebileceğini belirtiyor.

Bulgular, insanlığın mevcut tüketim hızını sürdürdüğü durumda 2371’de Tip I statüsüne ulaşacağını gösteriyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dünya Ekonomisi Resesyona Mı Sürükleniyor?

Dünya ekonomisinde, 2021’in son aylarından bu yana özellikle, ABD ve euro bölgesinde, büyüme hız kesiyor, enflasyon (fiyat artışı) hızlanıyor, 1970’lerden bu yana ilk kez bir stagflasyon (enflasyon + durgunluk) gündeme geliyor. Ekonomide bir resesyon (daralma), mali piyasalarda kriz ve toplumda siyasi istikrarsızlık olasılıkları güçleniyor.

Stagflasyon kavramı, birbirine ters ekonomik önlemler gerektiren iki olgunun eş zamanlı olarak gelişmesini betimler.

Enflasyonu dizginlemek için faizleri arttırmak, para arzını, tüketici talebini daraltmak, ücret artışlarını baskılamak gerekiyor. Bu önlemler ekonomik durgunluğu hızla daralma (resesyona) içine itme riskini getiriyor. Bütün gözler, bu önlemleri gündeme getirecek olan Merkez Bankaları üzerine odaklanıyor. MB yöneticilerinin her açıklaması anında piyasa hareketlerine yansıyor, kısacası “volatilite” kaynağı oluyor.

Durgunluk eğilimine karşı ekonomik büyümeyi teşvik edici, düşük faiz, parasal genişleme, yüksek ücret politikaları, hükümetlerin sermaye üzerindeki vergileri azaltarak ekonomik faaliyeti canlandırma çabaları, bu kez enflasyonu dayanılmaz noktalara doğru itmeye başlıyor.

Birincisinde, ekonomi daralırken işsizlik, yoksulluk, piyasalarda volatilite (ve “kaza” çıkma olasılığı) artıyor. İkincisinde enflasyon ücretleri hızla aşındırıyor, geçim sıkıntısını arttırıyor. Her iki durumda da “toplumsal barış”, siyasi istikrar hızla bozulmaya başlıyor.

Resesyon riski artarken piyasalar sarsıldı

ABD ve Avrupa’da Merkez Bankaları enflasyonla mücadeleye öncelik vermeyi seçti. Geçen hafta faiz artışı ve para arzını daraltmaya yönelik uygulamalar hızlandı. ABD Merkez Bankası (FED) politika faizini yarım puan, İngiltere Merkez Bankası çeyrek puan arttırdı. İngiltere Merkez Bankası Başkanı bir sonraki aşamada, faizleri yarım puan arttırma eğiliminde olduğunu ima etti.

FED ve Avrupa Merkez bankası (AMB) bilançolarını (mali piyasaları destekleme harcamalarını) daraltmaya başladılar. AMB’nin haziran ayında faizleri artırma olasılığı iyice güçlendi.

Bu ortamda, yıl başından bu yana genel bir gerileme eğilimi sergileyen borsalardaki volatilite giderek sertleşmeye başladı.

ABD’de Standard & Poor, Dow Jones ve Nasdaq indeksleri yıl başından geçen hafta sonuna kadar sırasıyla yüzde olarak, 13, 10, 23 değer kaybettiler. FT 100, yıl başından Mart ortasına kadar % 9.4 geriledikten sonra toparlandı ve söz konusu dönemi toplam %2.5 gerileme ile kapadı. Aynı dönemde Eurofirst 300 indeksi %12, Şangay Bileşik indeksi %17, Tokyo Nikkei %8 geriledi.

Bu genel gerileme eğilimi içinde en sert dalgalanmaların Ukrayna savaşının başladığı Şubat ortası günlerinden sonra geçen hafta, salt ekonomik nedenlerden tekrarlandığı görülüyordu: Geçen hafta, FED faizleri arttırdıktan sonra Dow Jones ve S&P haftayı % 3 ve %3.6 kayıplarla kapattılar, Nasdaq %5 geriledi, FT 100 son 3 günde % 2 değer kaybetti. Gelişmiş ülkelerde en dinamik şirketleri izleyen MSCI indeksi, Kasım 2021’den bu yana %50’den fazla gerilemiş.

Faizlerin artamaya başlaması, borsalardaki dalgalanmalar, tahvil piyasalarını da etkisi altına alma ve sert yön değiştirme, bir krizi tetikleme riskini güçlendiriyor.

Çin’de olan Çin’de kalmıyor

Merkez banklarının enflasyonla mücadele pratikleri nadiren bir yumuşak inişle sonuçlanıyor. Buna karşılık merkez bankalarının, stagflasyon içinde enflasyonla mücadele ederken ekonomiyi resesyona (fiziki daralma) itme olasılığı çok yüksek. ABD ekonomisi bu yılın ilk dört aylık döneminde %1.4 gerilemiş görünüyor. Aynı dönemde sanayide prodüktivitenin yıllık bazda %7.5 (Bloomberg’e göre, 1947’den bu yana en hızlı düşüş) gerilemiş olması da resesyon riskine işaret ediyor.

Avrupa’ya gelince, euro bölgesinin en büyük ekonomisi Almanya’da büyüme hızının ilk dört aylık dönemde, Ukrayna savaşının, Haziranda başlayacak faiz artışlarının, Çin ekonomisindeki yavaşlamanın etkileri henüz tam olarak kendilerini göstermemiş olsa da, % 0,2 de kaldığı görülüyor. Alman hükümeti 2022 için büyüme hızı beklentisini % 3,6’dan % 2.2’ye çekti.

Euro bölgesi verileri, enflasyon hızlanırken, perakende piyasalarında satışların özellikle İspanya, Almanya ve Fransa ‘da hızla düşmekte olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki aylarda, gelmesi beklenen bir faiz artışının bu eğilimi ve genelde resesyon riskini güçlendirmesi beklenebilir.

Asya’da ekonomik manzara ağırlıklı olarak Çin’in performansına bağlı. Çin ekonomisinin büyüme hızının negatif alana geçme olasılığı şimdilik, en azından resmi verilere göre yok. Ancak “Sıfır Covid” politikası nedeniyle rejim, sık sık ülkenin ekonomik olarak kritik bölgelerini karantinaya alınca, hem üretim, hem de tedarik zincirleri aksıyor. Çin ekonomisi söz konusu olunca genelde iyimser olan ekonomist Stephen Roach (Yale Üniversitesi, Morgan Stanley eski Asya büro şefi) bu kez resmen açıklanan %5.5 büyüme hızının yakalanabileceğine inanmıyor.

Gerçekten de son veriler tüketici harcamalarının zayıflığını, ekonomik hasılanın %40’ını oluşturan servis sektöründe satın alma müdürleri indeksinin Mart ayında 42’den Nisan ayında 39 düzeyinde (50’nin altı daralma anlamına geliyor) gerilediğini gösteriyor. Örneğin, Cep telefonu ve taşıt araçlarında satışlar Nisan ayında yıllık bazda sırasıyla %14 ve %39 oranında gerilemiş.

Wall Street Journal’ın aktardığı gibi, “Çin’de olan Çin’de kalmıyor”. Dünyanın ikinci büyük ekonomisinde bir yavaşlama bölge ülkelerinden başlayarak, dünya ekonomisini etkilemeye başlıyor. Güney Kore, Tayvan ve Japonya’nın Çin’e ihracatlarında Nisan ayında belirgin düşüşler görülüyor.

Merkezde enflasyonla mücadele, çevrede borç krizi…

Geçen yüz yılda, gelişmekte olan ülkelerin en büyük borç krizi, ABD merkez Bankası 1970’lerin sonunda, stagflasyona karşı enflasyonla mücadeleye öncelik verdiğinde, patlamıştı.

Bugün de benzer bir tehlike var. Institute of International Finance (IFF) hesaplamalarına göre, gelişmekte olan ülkelerin bu yıl sonuna kadar ödemesi gereken borçların ABD faizlerinden doğrudan etkilenecek olan kısmı bir trilyon dolara ulaşıyor.

Finansal krizden bu yana adeta ikiye katlanan gelişmekte olan ülkelerin borçları, bugüne kadar neredeyse “sıfır faizden” borçlanılabildiği için kolaylıkla servis edilebiliyordu.

Şimdi, Merkez Bankaları, özellikle ABD’de FED, enflasyonla mücadele bağlamında faizleri arttırarak, parasal sıkılaştırma politikalarına geçmeye başlayınca, borçlanma maliyetleri artıyor, dolar değerlenmeye başlıyor. Bu durumda dolarla borçlanan ve finansal dengeleri kırılgan ülkelerin hem borçlanarak hem de ülke içindeki gelirlerine dayanarak borçlarını servis etmesi hızla zorlaşıyor. Dahası merkez ülkelerin piyasalarındaki daralmalar, çevre ülkelerin ihracat gelirlerini de olumsuz yönde etkilemeye, borç ödemek için gereken dövizi yaratma kapasitelerini düşürmeye başlıyor. Tüm bu dinamikler, uluslararası yatırımcının gelişmekte olan ülkelere olan güvenini daha da zayıflatıyor. Eliot Fon yönetimi şirketinden Jay Newman’ın deyimiyle bu ülkeler, bugün “hangi fiyattan olursa olsun güvenilemez” konumdalar.

Bir borç krizi tehlikesi yalnızca gelişmekte olan ülkeler için değil, Avrupa periferisindeki ülkeler için de geçerli. Euro bölgesi ekonomilerinin borç durumlarını, on yıl öncesiyle karşılaştıran Deutsche Bank stratejisti Maximilian Uleer’e göre faizler artmaya devam ederse (ki edecek) İspanya ve İtalya’nın faiz maliyetinin milli gelire oranı 2011 düzeyini yakalayabilir. Uleer’in karşılaştırması, Yunanistan ve Portekiz’in de kritik bir noktada oluğunu gösteriyor.

Borç krizi beraberinde hemen derin bir resesyon getirdiğinden, bu açıdan bakınca da genelleşmiş, küresel bir resesyon riskinden söz etmek olanaklı.

1970’lerdeki stagflasyona karşı gelişmiş ülkelerin merkez bankaları, Başta FED olmak üzere faizleri hızla arttırarak mücadele ettiler. Ani faiz artışlarının resesyon yaratıcı etkileri, 1980’ler boyunca çevre ülkelerin ekonomileri açılarak, yeniden şekillendirilerek yaratılan yeni mal ve sermaye ihracatı olanaklarıyla, küreselleşmeyle, dengeleniyordu.

Bugün de benzer bir seçeneğin olabileceğini söylemek, küresel resesyonun ve yeni bir finansal kriz riskinin hangi karşıt eğilimlerle dengelenebileceğini bilmek hiç kolay değil.

(BBC Türkçe: Ergin Yıldızoğlu)

Paylaşın

Dünyanın En Romantik Ve Sıra Dışı Adaları!

Dünya, hala el değmemiş ve keşfedilmemiş sayısız güzel ve romantik destinasyonla dolu. Sıra dışı ve romantik noktalar arayanlar için, kelimelerin ötesinde güzel olan inanılmaz adalar var.

Haber Merkezi / Bu adalar, güzelliğin gerçek tanımıdır ve romantik olmayan insanları bile romantik haline getirme güzelliğine sahiptir!

Yasawas (Fiji)

Yasawas, kristal mavi lagünler ve volkanik manzaralarla tanınan 20 antik adadan oluşmaktadır. Ada kesinlikle romantik ve eterik kumsallarıyla dikkat çekiyor! Çiftler burada yüzmenin ve dalışın keyfini çıkarabilir.

Tahiti (Fransız Polinezyası)

Fransız Polinezyası’ndaki en büyük ada olan Tahiti, tam bir doğa hazinesidir; mavi lagünler, volkanik zirveler ve yumuşak plajlar. Doğal güzelliği göz önüne alındığında, harika bir balayı destinasyonu.

Saint Lucia (Karayipler)

Saint Lucia, gemi yolculuğu ile ulaşılabilen pastoral bir sahil destinasyonudur. Tropikal yağmur ormanları ve volkanik dağların hoş bir karışımı olan bu yer, romantik bir kaçamak için mükemmeldir. Adanın biyolojik çeşitliliği oldukça şaşırtıcı. Ziyaret edilmesi gereken yerler arasında kükürt kaynakları, botanik bahçeleri ve milli park yer almaktadır.

Mnemba Adası (Tanzanya)

Tanzanya’daki Zanzibar Takımadaları’nda bulunan Mnemba Adası, Deniz Koruma alanıdır. Bu küçük ada, tüplü dalış noktasıdır. Ayrıca yeşil deniz kaplumbağalarına ve yunuslara ev sahipliği yapar. Unutulmaz bir balayı veya romantik bir mola için mükemmel bir yer.

Koh Lipe (Tayland)

Tayland’da gizli bir mücevher olan Koh Lipe, egzotik bir destinasyondur. Ada, muhteşem deniz yaşamı, mercanları ve turkuaz rengi suyuyla dikkat çekiyor. Tayland’ın Maldivleri olarak kabul edilen ada, Tayland’daki en küçük adasıdır. Üç ana plaj vardır ve hepsi gün doğumu ve gün batımı manzaraları ile dikkat çekmektedir.

Kauai (Havai)

Kauai, Hawaii’nin en güzel ve az keşfedilmiş adalarından biridir. Ada, çarpıcı şelalelere, dağlara ve lüks tatil yerlerine ev sahipliği yapar. İnanılmaz plajlardan bahsetmiyorum bile. Ada, yeni evliler veya romantik adalar arayan çiftler için mükemmel bir mekandır.

Harbour Adası (Bahamalar)

Dünyanın en romantik adaları arasında sayılan Harbour Adası, balayı çiftleri ve yalnızlık arayanlar için ideal bir seçim. Ada, muhteşem görünen inanılmaz pembe kumlu plajlarla dolu.

Anguilla

Karayip Denizi’ndeki muhteşem bir ada olan Anguilla’nın çekiciliği, tamamen beyaz kumlar ve turkuaz rengi sularla ilgilidir. Burası, huzur arayan aşıklar ve doğanın ortasında biraz yalnız zaman arayanlar için bir cennetten daha az değildir.

Paylaşın

Kovid 19 Kaynaklı Can Kaybı Resmi Verilerin 3 Katından Fazla

Araştırmacılar, dünya çapında Kovid nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısının, resmi verilerin üç katı olan 18 milyondan fazla olduğunu değerlendiriyor. Araştırma, ABD’deki Washington Üniversitesi bünyesindeki ‘Kovid 19 ek ölümler ekibi’ tarafından yapıldı.

BBC Türkçe’de yer alan habere göre; 191 ülkeyi kapsayan çalışmaya, küresel gerçek ölüm verisi adı verildi. Çalışmada direkt virüs kaynaklı ölümler kadar ve enfeksiyona bağlı ölümler dikkate alındı. Bunun nedeni olarak da, mevcut hastalıkların Kovid nedeniyle kötüleşebilmesi gösterildi.

Araştırma, salgın öncesi yılların ölüm ortalamaları ile salgın dönemindeki ölüm ortalamalarının karşılaştırılması üzerine kuruldu. Bu hesabı yapabilmek için ekip, Dünya Ölüm Veritabanı, Avrupa İstatistik Kurumu gibi resmi kurum verilerini kullandı.

Elde edilen veriler ülke ve bölge bazlı olarak dramatik farklılıklar gösterse de, küresel olarak ölüm oranı, 100 bin kişide 120 kişi olarak tespit edildi. Bu, 2020’nin başından 2021’in sonuna kadar olan iki yıllık sürede 18.2 milyon kişinin Kovid nedeniyle hayatını kaybettiğini gösterdi.

Açıklanan resmi veriler küresel çapta, 5.9 milyon kişinin hastalık nedeniyle öldüğünü ortaya koyuyordu. Lancet dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, en yüksek ölüm oranları, daha düşük gelire sahip Latin Amerika ülkeleri, Avrupa ve Sahra altı Afrikasında kaydedildi.

Ek ölümlerin en fazla tespit edildiği 5 ülke şunlar

  • Bolivya
  • Bulgaristan
  • Esvatini
  • Kuzey Makedonya
  • Lesotho

Ek ölümlerin en az olduğu ülkeler

  • İzlanda
  • Avustralya
  • Singapur
  • Yeni Zelanda
  • Tayvan

İngiltere için ise elde edilen ek ölüm verileri, resmi verilerle paralellik gösteriyor. 173 bin ölüm açıklanan İngiltere’de, ek ölüm ortalaması 100 bin kişide 130 olarak hesaplanıyor. Araştırmayı yapan ekibin başı olan Doktor Haidong Wang, ölüm verilerinin doğu açıklanmasının kamu sağlığı kararlarının etkili olarak alınmasında önemli olduğunu kaydediyor.

24 Eylül 2020 tarihinde yayımlan bir araştırma haber de 2020’deki ölüm artışlarında koronavirüs salgınının önemli rol oynadığını gösteriyordu. Epidemiyolojide, ek ölüm kavramı, normal veya kriz dışı koşullar altında beklenenden daha fazla gerçekleşen ölümleri tanımlıyor.

Bunun hesaplaması da geçmiş yılların ölüm ortalamalarına ve yıllık beklenen artışlara bakılarak yapılıyor. En yaygın kullanılan basit yöntemlerden birisi de belli bir tarih aralığında mevcut yılın ölüm sayısı ile son beş yıllık ortalama arasındaki farka bakmak.

Paylaşın