Bilim İnsanları Doğruladı: Evren Çarpıcı Ölçüde Hızlandı

Avustralya Sidney Üniversitesi’nden Profesör Geraint Lewis, “Evrenin 1 milyar yıldan biraz daha yaşlı olduğu bir zamana baktığımızda, zamanın 5 kat daha yavaş aktığını görüyoruz” dedi ve ekledi:

“Eğer orada, bu bebek evrende olsaydınız, bir saniye bir saniye gibi görünürdü ama bizim konumumuzdan, 12 milyar yılı aşkın bir gelecekten, bu erken zaman sürükleniyor gibi görünüyor.”

Bilim insanları, evrenin başlangıcında “aşırı yavaş hareket” halinde olduğunu ama o zamandan beri çarpıcı ölçüde hızlandığını keşfetti.

Einstein’ın genel görelilik teorisinde öngörülen bu keşif, bilim insanlarının evrenin Büyük Patlama’dan hemen sonraki halini gözlemlemelerinin ardından nihayet doğrulandı.

Einstein’ın teorisi, uzak evrenin bugünkünden çok daha yaşlı olduğu ve çok daha yavaş işlediği zamanları görebilmemiz gerektiğini öne sürüyor. Ancak bilim insanları esasen o kadar uzağa bakıp teoriyi doğrulayamamıştı.

Şimdiyse bilim insanları parlak kuasarları bir tür uzay saati olarak kullandı ve bu da onların evrenin bugünkünden çok daha yaşlı olduğu zamanı ölçmelerine olanak sağladı.

Yeni araştırmanın başyazarı Sidney Üniversitesi’nden Geraint Lewis, “Evrenin 1 milyar yıldan biraz daha yaşlı olduğu bir zamana baktığımızda, zamanın 5 kat daha yavaş aktığını görüyoruz” dedi.

Eğer orada, bu bebek evrende olsaydınız, bir saniye bir saniye gibi görünürdü ama bizim konumumuzdan, 12 milyar yılı aşkın bir gelecekten, bu erken zaman sürükleniyor gibi görünüyor.

Profesör Lewis ve diğer araştırmacılar araştırma için 200 kuasardan veri topladı. Kuasarlar, erken galaksilerin ortasında yer alan çok aktif süper kütleli kara delikler. Bu nedenle çok daha genç bir evrene bakmanın güvenilir bir yolunu sağlıyorlar.

Önceki araştırmacılar da aynı şeyi süpernovaları veya devasa patlayan yıldızları kullanarak yapmıştı. Bunlar da yararlı yöntemler ama evrenin ilk zamanlarındaki çok ama çok uzun mesafelerde görülmeleri zor. Bu yüzden elde edilen deliller, yalnızca kozmosun yaşının yaklaşık yarısıyla sınırlı oluyor.

Şimdiyse bilim insanları kuasarları kullanarak çok daha geriye, evrenin sadece 1 milyar yaşında (bugünkü yaşının yalnızca 10’da 1’i kadar) olduğu zamana kadar bakabildi.

Profesör Lewis, “Einstein sayesinde, zaman ve uzayın iç içe geçtiğini ve Büyük Patlama’nın tekilliğinde zamanın başlangıcından bu yana evrenin genişlediğini biliyoruz” dedi.

Uzayın bu şekilde genişlemesi, evrenin erken dönemlerine ilişkin gözlemlerimizin bugün akan zamandan çok daha yavaş görünmesi gerektiği anlamına geliyor.

Bu makalede, bunu Büyük Patlama’dan yaklaşık 1 milyar yıl sonrasına dayandırdık.

Bilim insanları, bulguları doğrulamak için, 190 kuasarın 20 yılda toplanan ayrıntılı verilerini inceledi. Araştırmacılar kuasarların her birinin “tik takını” standartlaştırmayı ve ardından onları karşılaştırmayı başardı. Bu da evrenin genişlemesinin ve hızlanmasının verilerde görülebileceğini ortaya koydu.

Profesör Lewis, “Bu mükemmel verilerle, kuasar saatlerinin tik taklarının haritasını çıkararak genişleyen uzayın etkisini ortaya çıkarabildik” dedi.

Çalışma, Nature Astronomy’de yayımlanan “Yüksek kırmızıya kayma kuasarlarının kozmolojik zaman genişlemesinin tespiti” başlıklı yeni bir makalede anlatılıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kanser Tedavisinde Dönüm Noktası: Aşılar

Hücredeki DNA’nın (Deoksiribo Nükleik Asit) hasar alması sonucu hücrelerin kontrolsüz bir şekilde büyümesi ve çoğalması sonucu oluşan kanserin tedavisinde bir sonraki büyük adımın aşı olabileceği ve bu konudaki araştırmaların dönüm noktasında olduğu belirtiliyor.

Kanserler, türlerine bağlı olarak farklı mikroskobik yapılara ve yayılma hızına sahiptir. Bu yüzden her kanser türünde farklı tedavi yolları izlenir.

Uzmanlar 5 yıl içinde bu konuda birden fazla aşının gün yüzüne çıkabileceğini tahmin ediyorlar. Bu aşılar hastalığı önlemekten çok tümörü küçültme ve yeniden ortaya çıkmasını önleme amaçlı.

Bu deneysel tedaviler özellikle göğüs ve akciğer kanserini hedef alıyor. Bununla birlikte bu yıl ölümcül cilt kanseri melanom ve pankreas kanseri tedavisinde ilerlemeler kaydedildi.

Akciğer tümörünü küçültmek için deney aşamasında olan aşıyı olanlardan biri de Amerika’nın Seattle kentinde yaşayan Todd Pieper.

56 yaşındaki Pieper’ın kanseri beyne sıçramış durumda. Gelecekte hastaların tedavi şeklini radikal değiştirebilecek araştırmaya katılma konusunda oldukça istekli.

Pieper, “Sonuç olarak kaybedecek hiçbir şeyim yok ve benim ya da diğer insanlar için kazanç gelecekte. Araştırma nasıl gidiyor, bu tür deneylerde neler oluyor çok bilgim yok. Ama iyi bir şey olabilir. Bunun bir parçası olduğum için mutluyum” diyor.

Kanserinin yayılmasına rağmen Pieper kızının gelecek yıl hemşirelik okulundan mezun olmasını görecek kadar yaşamayı umuyor. Pieper, “Kızım hemşirelik okulundan gelecek yıl mezun olacak. Bir yıl sonra. Yani çok iyi olacak. Bunu görmek istiyorum” ifadelerini kullanıyor.

Bir aşının amacına ulaşması için vücudun T hücrelerine kanseri tehlikeli olarak algılamasını öğretmesi gerekiyor.

Bir kere öğretildiler mi T hücreleri vücudun her yerine ulaşarak tehlikeyi etkisiz hale getirebiliyor. Seattle’daki Washington Üniverisitesi Kanser Aşı Enstitüsü’ndeki uzmanların görüşü bu yönde.

Washington Üniversitesi’nden Dr. Nora Disis, “Gerçek anlamda yan etkilerle ilişkili değiller. Yani çok iyi tolere ediliyorlar. Kemoterapi değiller ve hastalara çok iyi geliyor. Kısa süreli aşı olabilir ve hayat boyu etkili oluyor” diyor.

Washington Üniversitesi’ndeki aşı çalışmaları sadece bir hasta için değil, birçok hasta için geliştiriliyor. Erken ve ilerlemiş safhadaki göğüs kanseri, rahim kanseri ve akciğer kanseri için testler yapılıyor ve sonuçlar gelecek yıl belli olabilir.

Dr. Disis önümüzdeki 5-8 yıl içinde birden fazla kanser aşısının onay alacağına inanıyor. Disis, “Önümüzdeki 5-8 yıl içinde eminim hastalığın yeniden ortaya çıkmasını engelleyecek birden fazla kanser aşısına onay alacağız” ifadelerini kullanıyor.

Kanseri önlemek için daha fazla aşı da yolda olabilir. Hepatit B aşıları karaciğer kanserini, 2006’da piyasaya sunulan HPV aşıları da rahim kanserini önlüyor.

Kansere dönüşebilen akciğer nodüllerini önleyici aşılar da geliştiriliyor. İlaç firmaları Moderna ve Merck melanom hastaları için ortaklaşa kişiselleştirilmiş mRNA aşısı geliştiriyor.

Bu şekilde kişiselleştirilmiş aşı, bağışıklık sistemini eğiterek kanserin mutasyon izlerini buluyor ve etkisiz hale getiriyor. Ama bu tür aşıların pahalı olması da bekleniyor.

Bilim insanları hiç olmadığı kadar kanserin vücudun bağışıklık sisteminden nasıl gizlendiğini anlamış durumdalar. Kanser aşıları özetle bağışıklık sistemini güçlendirerek kanser hücrelerinin bulunmasını ve yok edilmesini sağlıyor.

Bu tür araştırmalarda Todd Pieper gibi gönüllülerin rolü kritik.

Jamie Crase de onlardan biri. 11 yıl önce 34 yaşındayken, çocuğu yokken ilerlemiş rahim kanseri teşhisi konmuş. Öleceğini düşünmüş, ardından aşı olmuş ve şu anda mutlu bir yaşam sürüyor.

Crase, “Hiç çocuğum yoktu. Değerli eşyalarıma ne olacak, kime vereceğim diye düşünüyordum. Kolyemi en yakın arkadaşıma verecektim. 4. sınıftan beri en iyi arkadaşım” sözleriyle ölmeye ne kadar yaklaştığını düşündüğünü anlatıyor. Crase, kanser tedavisi konusunda hala yardımcı olabileceğini de düşünüyor.

Jamie Crase, “Kadınlara kansere yakalanmadan önce verilecek bir şey ortaya çıkarsa neden dahil olmayayım. Teşhisten sonra bağışıklık sistemlerini güçlendirmek için bir şey vereceklerse neden bunun bir parçası olmayayım. Ben hala buradayım. Çocuklarım olmayacak, belki böyle yardımcı olabilirim” diyor.

Amerika’da kanser kalp hastalıklarının ardından en fazla can kaybına neden olan hastalık. Geçen yıl yaklaşık 610 bin kişi kanser nedeniyle hayatını kaybetti.

Aşı çalışmalarının amacı da kanseri en fazla ölümcül hastalıklar listesinden çıkarmak. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek için birkaç yıl daha gerekiyor.

(Kaynak: VOA Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları Var Olmaması Gereken Bir “Zombi Gezegen” Keşfetti

Bilim insanları, kendilerine göre olmaması gereken bir gezegen keşfettiler. Jüpiter’e benzeyen bu gezegen, Dünya’dan 520 ışıkyılı uzaklıkta yer alıyor. Gezegen, yıldızının şiddetli ölümünden mucizevi bir şekilde kurtulmuş görünüyor.

Bilim insanları gezegenin nasıl hayatta kaldığını hala bilmiyor. Bir olasılık, yıldızına yaklaşmadan önce gezegenin ilk başta daha büyük bir yörüngede bulunması fakat gökbilimciler bunun pek mümkün olmadığını düşünüyor.

Bilim insanları, yıldızının şiddetli ölümünden mucizevi bir şekilde kurtulmuş gibi görünen, var olmaması gereken yeni bir gezegen buldu.

Bizimki de dahil pek çok gezegen, yıldızları ömürlerinin sonuna ulaşıp onları yuttuğunda neredeyse kesin bir sonla karşı karşıya kalır. Örneğin bizim Güneşimiz ölürken 100 kat genişleyerek Dünya’yı yutacak.

Ancak bu yeni çalışma, bu gezegenlerden en azından bazılarının hayatta kalabileceğine dair umut veriyor. Halla diye bilinen ve Jüpiter benzeri bir gezegen olan bu yeni keşfedilen dünya, yıldızı Baekdu’nun ölümünden sonra kesinlikle ölmesi gerekirken hayatta kalmayı başardı.

Gezegeni bulan gökbilimciler, sonraki gözlemlerle Baekdu’nun daha önce bir kırmızı deve dönüştüğünü keşfetti. Baekdu kırmızı deve dönüştüğünde Halla’yla arasındaki mesafenin 1,5 katı kadar genişleyerek gezegeni içine çekmiş ve sonra tekrar küçülerek mevcut boyutuna gelmiş olmalı.

Bu çarpıcı ve şiddet dolu olaya rağmen varlığını sürdürmeyi başaran Halla, gökbilimcilerin Hawaii’deki teleskopları kullanarak onu görebileceği şekilde hayatta kaldı.

Çalışmanın baş yazarı Marc Hon şöyle diyor: Gezegenin yutulması ya gezegen ya yıldız ya da her ikisi için de yıkıcı sonuçlar doğurur. Halla’nın, aksi takdirde onu yutacak dev bir yıldızın hemen yakınında varlığını sürdürmeyi başarması, gezegenin hayatta kalmayı başaran olağanüstü bir varlık olduğunun altını çiziyor.

Bulgular bugün Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan “A close-in giant planet escapes engulfment by its star” (Bir dev gezegen, yakınındaki yıldızı tarafından yutulmaktan kurtuluyor) başlıklı yeni bir makalede paylaşıldı.

Halla 2015’te, bilim insanlarının “radyal hız yöntemi” diye adlandırdığı yöntemle keşfedilmişti. Bu yöntem, yıldızların nasıl hareket ettiğini izleyerek yörüngelerindeki gezegenler tarafından nasıl çekilebileceklerini anlamak için kullanılıyor. O zamandan bu yana geçen yıllar içinde yıldızın gezegenini yutmuş olması gerektiğini keşfeden bilim insanları, gezegeni daha iyi anlamak adına yeni gözlemler yaptı.

Bu gözlemler, gezegenin 10 yıldan uzun süredir sabit yörüngesinde kaldığını ve gerçekten var olduğunu doğruluyor. Araştırmanın ikinci yazarı ve IfA’da gökbilimci olan Daniel Huber şöyle diyor:

Birlikte bu gözlemler, gezegenin varlığını doğruladı ve bizi gezegenin gerçekte nasıl hayatta kaldığına dair zorlayıcı bir soruyla baş başa bıraktı.

Ancak bilim insanları gezegenin nasıl hayatta kaldığını hâlâ bilmiyor. Bir olasılık, yıldızına yaklaşmadan önce gezegenin ilk başta daha büyük bir yörüngede bulunması fakat gökbilimciler bunun pek mümkün olmadığını düşünüyor.

Bir diğer ihtimalse Baekdu’nun aslında bir zamanlar iki yıldız olması. Yıldızlar ölümleri sırasında birleşmiş, birbirlerinin Halla’yı yutacak kadar büyümesini engelleyerek gezegeni birleşmekten tamamen kurtarmış olabilirler.

Başka bir olasılık da Halla’nın aslında iki yıldızın çarpışmasından doğması. Bu çarpışma aslında Halla’yı doğuran bir gaz bulutu üretmiş, bu nedenle yıldızından kurtulmaktan ziyade yıldızının ölümü sonucu meydana gelmiş olabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

James Webb’den Göz Kamaştıran Satürn Fotoğrafları

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) James Webb Uzay Teleskobu’nun Satürn’ü ve halkalarını yakaladığı görüntüler gözleri kamaştırdı. 

Satürn, ilk fotoğrafta kullanılan filtreler sebebiyle siyah görünüyor. Diğer görüntüdeyse gezegenin bulut bantları dikkat çekiyor.

Fotoğraflar, teleskobun bütün verilerini halka açık hale getirmeyi amaçlayan James Webb Space Telescope Feed adlı internet sitesinde iki gün önce paylaşıldı.

Görüntüler, teleskoptaki Yakın Kızılötesi Spektrograf (Near Infrared Spectrograph/NIRSpec) adlı cihazla yakalandı. Bilim haberleri sitesi ScienceAlert, görüntülerin ham olduğuna dikkat çekti. Bu, görüntülerin renklendirileceği ve parazitlerin temizleneceği anlamına geliyor.

Satürn, ilk fotoğrafta kullanılan filtreler sebebiyle siyah görünüyor. Satürn ve halkaları farklı dalga boyu aralıklarında parlıyor. Satürn’ün halkası güneş ışığını 2 mikronda yansıtsa da 3 ve 5 mikronda bunu yapamıyor. Satürn’ün yüksek irtifadaki pus katmanı, güneş ışığını hem 2 hem de 3 mikronda yanıstıyor.

Diğer görüntüdeyse gezegenin bulut bantları dikkat çekiyor. Kısa dalga boyu filtresi kullanılan fotoğraflarda halka bir florasan gibi parlıyor.

Gözlemler, Birleşik Krallık’taki Leicester Üniversitesi’nde görev yapan gezegenbilimci Leigh Fletcher liderliğindeki bir ekibin isteğiyle yapıldı. Araştırmacılar, Satürn’ün uyduları ve halkaları hakkında daha fazla bilgi elde edebilmek için NIRSpec verilerini kullanmayı planlıyor.

Araştırma ekibi, NIRSPec’in gezegenin etrafındaki yeni ayları keşfedebileceğini söyledi.

James Webb, 1990’dan beri uzayın derinliklerini gözlemleyen Hubble Uzay Teleskobu’nun yerini alması için tasarlandı.

Dünya’dan 1,5 milyon kilometre uzaktaki L2 noktasına konuşlandırılan yenilikçi teleskobun üretim sürecinde 10 binden fazla kişi çalışmış ve bütçe yaklaşık 10 milyar dolara ulaşmıştı.

Teleskop, “Dünya benzersiz mi?”, “Ona benzer başka gezegen sistemleri var mı?” ve “Evrende yalnız mıyız?” gibi çok temel sayılan ama henüz tam olarak yanıtlanamamış soruların peşinden gidiyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

NASA, Uzayda Yaşamın Yapıtaşlarından Birini İlk Kez Tespit Etti

Yaşamın en önemli yapıtaşlarından karbon molekülü uzayda ilk kez keşfedildi. Karbon bileşikleri bilinen tüm yaşam formlarının temelini oluşturur. Uzaylı yaşamın izini arayan biyologlar evrenin diğer bölgelerinde bu türden molekülleri tespit etme yollarını araştırıyor.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) James Webb Uzay Teleskobu, yaşamın en önemli yapıtaşlarından karbon molekülünün uzayda ilk kez keşfedilmesini sağladı.

NASA’nın ABD’deki Goddard Uzay Merkezi’den bilim insanları dahil araştırmacılar, metil katyonun (CH3+) keşfinin, yaşam için kilit öneme sahip karbon bazlı daha karmaşık moleküllerin oluşumuna katkı sunması sebebiyle önem taşıdığını belirtiyor.

Metil katyon Orion Nebulası’nda, Dünya’dan yaklaşık 1350 ışık yılı uzaklıktaki d203-506 adlı, etrafında gaz diski bulunan genç bir yıldız sisteminde tespit edildi.

Karbon bileşikleri bilinen tüm yaşam formlarının temelini oluşturur ve uzaylı yaşamın izini arayan biyologlar evrenin diğer bölgelerinde bu türden molekülleri tespit etme yollarını araştırıyor.

Bilim insanları, olağanüstü çözünürlüğü ve hassasiyetinin, evrende karbon bazlı molekül aramak için Webb teleskobunu ideal bir gözlemevi kıldığını belirtiyor.

Araştırmacılar, özellikle metil katyon kaynaklı bir dizi ana salım çizgisi tespitinin, pazartesi günü Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan son keşfi pekiştirdiğini söylüyor.

Paris-Saclay Üniversitesi’nden çalışmanın ortak yazarı Marie-Aline Martin-Drumel, “Bu tespit yalnızca Webb’in inanılmaz hassasiyetini doğrulamakla kalmıyor, aynı zamanda CH3+’ün yıldızlararası kimyada kabul gören merkezi önemini de teyit ediyor” diyor.

Araştırmacılar bu kozmik sistemin ayrıca yakındaki sıcak, genç ve devasa yıldızlardan gelen güçlü morötesi (UV) ışık bombardımanına maruz kaldığını da gözlemledi.

Gezegen oluşturan gaz disklerinin çoğu bu gibi yoğun UV radyasyonu döneminden geçtiği için bunun genelde karmaşık organik molekülleri yok etmesi beklenir. Dolayısıyla metil katyon keşfi bir sürpriz gibi görünebilir.

Ancak bilim insanları UV radyasyonunun esasen en başta CH3+ oluşumu için gerekli enerji kaynağını sağlıyor olabileceğini söylüyor.

Araştırmacılar, CH3+ oluştuktan sonra yaşamın yapıtaşları olan daha karmaşık organik molekülleri inşa edebilmek için gereken ilave kimyasal reaksiyonları tetikleyebileceğini belirtiyor.

Herhangi bir su belirtisi tespit edilememiş olsa da bilim insanları, d203-506’da bulunan moleküllerin tipik ön gezegen disklerinden epey farklı olduğunu ifade ediyor.

Toulouse’taki Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nden, çalışmanın baş yazarı Olivier Berné, “Bu, ultraviyole radyasyonun ön gezegen diskinin kimyasını tamamen değiştirebileceğini açıkça gösteriyor. Yaşamın kökeninin başlangıcındaki kimyasal dönemlerinde gerçekten de kritik bir rol oynayabilir” diyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Samanyolu Galaksisi’nin Kalbindeki Kara Delik Uykudan Uyandı

Samanyolu Galaksisi’nin merkezindeki kara deliğin uykudan çıktığı keşfedildi. Kara delikler çekim alanı her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, büyük kütleli gök cisimleri şeklinde tanımlanmakta.

Uzayda belirli nicelikteki maddenin bir noktaya toplanması ile meydana gelen ‘Kara Delik’lere ilişkin her gün yeni bir gelişme yaşanıyor. Son olarak, Samanyolu Galaksisi’nin kalbindeki süper kütleli kara deliğin daha önce düşünüldüğü kadar uykuda olmadığı yeni bir araştırmada belirtildi.

Aralarında Fransa’daki Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’den isimlerin de yer aldığı gökbilimciler, Samanyolu’nun merkezindeki süper kütleli karadelik Sagittarius A*’ın yaklaşık 200 yıl önce uzun bir uyku döneminden çıktığını keşfetti.

Geçen hafta Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan yeni araştırma, Güneş’ten yaklaşık 4 milyon kat daha büyük bu devasa kozmik cismin geçmişteki uyanışını ortaya çıkardı.

Daha önceki çalışmalar, galaksilerin ortasındaki ultra kütleli karadeliklerin civarlarındaki maddeyi yuttuktan sonra uykuya daldığını göstermişti.

Fransa’daki Strasbourg Astronomi Gözlemevi’nden, çalışmanın baş yazarı Frederic Marin, AFP’ye şöyle dedi: Etrafındaki her şeyi yedikten sonra kış uykusuna yatan bir ayıyı düşünün.

Araştırmacılar artık, 19. yüzyılın başlarında bir yıllık bir süre boyunca kendisine yaklaşan kozmik cisimleri yutan karadeliğin, daha sonra tekrar durgunluk haline geçtiğine inanıyor.

Yine de bu müthiş devasa varlıkla gezegenimiz arasındaki mesafe, Dünya’yla Güneş arasındaki mesafenin yaklaşık iki milyar katı olduğundan, karadeliğin aktif hale gelmesi Dünya üzerinde bir etki yaratmadı.

Öte yandan yaklaşık 200 yıl önce yayılan X-ışını yankısını tespit eden araştırmacılar buna dayanarak, radyasyonun ilk baştaki yoğunluğunun süper kütleli karadeliğin halihazırda yaydığından en az 1 milyon kat daha fazla olduğunu söylüyor.

Bilim insanları, X-ışınlarındaki ani yükselişin “ormanda gizlenmiş tek bir ateşböceğinin aniden Güneş kadar parlak hale gelmesine” benzediğini belirtiyor.

Araştırmacılara göre yeni bulgular Sagittarius A* yakınındaki moleküler bulutların normalden daha güçlü parlamasının nedenini de açıklıyor. Bilim insanları galaktik bulutların Sagittarius A*’ın 200 yıl önce yaydığı X-ışınlarını yansıtmasının buna yol açtığını ifade ediyor.

Çalışmada bilim insanları, X-ışınını yüksek hassasiyetle tespit edip ışının yerini belirlemek için ilk kez kullanıma açılan NASA’nın IXPE uydusundan yararlandı. Araştırmacılar halihazırda Sagittarius A* gibi bir karadeliğin uyku durumundan aktif hale geçmesi için ihtiyaç duyulan fiziki mekanizmaları saptamaya çalışıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Her Dört Kişiden Üçü Yiyecek Kaçırma Korkusu Yaşıyor!

Sosyal bir sorun olan bir şeyi kaçırma korkusu veya günceli kaçırma korkusuna Fear of Missing Out (FOMO) denir. Uzmanlar buna yiyecek kaçırma korkusunu da (FOODMO) eklediler.

Haber Merkezi / ABD merkezli 2000 sosyal medya kullanıcısı üzerinde yapılan yeni yapılan bir araştırma, sosyal medyada modaya uygun yiyecekleri kaçırma korkusunun çok yaygın olduğunu ortaya koydu.

Araştırmaya göre, her dört kişiden üçü modaya uygun yiyecekleri kaçırmaktan endişe duyuyor. Yüzde 77’si yemekle ilgili korku hissediyor. Yüzde 75’i internette gördüklerinde yeni yemekleri yemek istiyor.

Araştırmada ele alınan sosyal medya kullanıcılarının yüzde 57’si ise internette buldukları tarifleri kaçırma korkusu yaşamamak için yemekleri yapmaya çalışıyor.

Ayrıca anket, ortalama olarak ayda dört çevrimiçi tarif pişirdiklerini gösterdi.

NVTM Apples tarafından yapılan bir ankete göre sosyal medya, insanların yapmayı sevdiği tariflerde önemli bir rol oynuyor. Birçok kişi, hazırladıkları tarifin detaylarını ayda ortalama altı kez sosyal medyada yayınlamaya çalışıyor.

Ankete katılanların yüzde 24’ü modaya uygun yiyecek yapmak için YouTube ve Facebook’u kullanıyor.

Anket, bazı kişilerin sosyal medyada en az yedi kez yiyecek içeriği aradığını ve bazı kişilerin de günde dört saat sosyal medyada yiyecek tarifi için geçirdiklerini ortaya çıkardı.

Başka bir araştırma, ortalama bir kişinin sosyal medyada yemekle ilgili en az 10 hesabı takip ettiğini ortaya koydu.

Lezzetli ve sağlıklı yemek

Pek çok insan ‘sağlıklı’ beslenmenin tat ve lezzetten ödün vermek anlamına geldiğini düşünür. Ancak bu tür bir düşünce genellikle sağlıksız yiyeceklerin tüketmesine neden olur. Bu da FOODMO’yu tetikler. 

Bir bakıma lezzetli yiyecekler çoğunlukla atıştırmalıklar ve işlenmiş yiyeceklerdir. Yani mutluluk verir ama sağlık açısından o kadar da iyi değiller.

Sağlıklı yiyeceklerin çoğu kötü bir tada sahiptir. Taze sebze ve etli ev yapımı yemekler bu kategoriye girer. Bunlar sağlıklıdır ancak tatları pek çok kişiye hoş gelmez.

Paylaşın

Evrenin Genişlemesi “Serap” Olabilir

İsviçre’deki Cenevre Üniversitesi’nden fizik profesörü Lucas Lombriser’ın matematiksel yorumuna göre evren genişlemiyor. Hatta Albert Einstein’ın bir zamanlar inandığı gibi düz ve durağan.

Lucas Lombriser’a göre genişlemeye işaret eden bulgular; protonlar ve elektronlar gibi parçacıkların kütlelerinin zaman içindeki evrimiyle açıklanabilir. Bu teoride söz konusu parçacıkların uzay-zamana nüfuz eden bir alandan ortaya çıktığı ileri sürülüyor.

Kozmolojik sabit de bu alanın kütlesi tarafından belirleniyor ve bu alan dalgalandığı için doğurduğu parçacıkların kütleleri de dalgalanıyor. Yani kozmolojik sabit zamanla değişiyor ve bu teoriye göre söz konusu değişim, evrenin genişlemesinden değil, parçacık kütlesinin zaman içinde değişmesinden kaynaklanıyor.

Tartışma yaratan yeni bir çalışma, evrenin genişlemesinin bir “serap” olabileceğini öne sürüyor.

Yeni teori, İsviçre’deki Cenevre Üniversitesi’nden fizik profesörü Lucas Lombriser’ın kaleme aldığı, Classical and Quantum Gravity adlı bilimsel dergide yayımlanan bir makalede açıklandı.

Teorik fizikçiler, evrenin yaklaşık 13 milyar yıl önce meydana geldiği varsayılan Büyük Patlama’dan bu yana genişlediğini düşünüyor.

Önceden evrenin genişleme hızının sabit olduğuna inanılıyordu. Bunun için de “kozmolojik sabit” adı verilen bir terim kullanılıyordu. Genel görelilik kuramında yer alan kozmolojik sabit, boş uzaydaki enerji yoğunluğuna denk geliyor.

Öte yandan kozmolojik sabit, gökbilimciler için bir baş ağrısı olageldi. Zira parçacık fizikçilerinin değer tahminleri gerçek gözlemlerden 120 kat farklı. Bu nedenle kozmolojik sabit, “fizik tarihindeki en kötü tahmin” diye tanımlanıyor.

Kozmologlar bu değerler arasındaki tutarsızlığı genellikle yeni parçacıklar veya fiziksel kuvvetler önererek çözmeye çalıştı. Lombriser ise bundan farklı bir yöntem benimsemeye karar verdi.

Bilim insanının matematiksel yorumuna göre evren genişlemiyor. Hatta Albert Einstein’ın bir zamanlar inandığı gibi düz ve durağan.

Fizikçiye göre genişlemeye işaret eden bulgular; protonlar ve elektronlar gibi parçacıkların kütlelerinin zaman içindeki evrimiyle açıklanabilir.

Bu teoride söz konusu parçacıkların uzay-zamana nüfuz eden bir alandan ortaya çıktığı ileri sürülüyor. Kozmolojik sabit de bu alanın kütlesi tarafından belirleniyor ve bu alan dalgalandığı için doğurduğu parçacıkların kütleleri de dalgalanıyor.

Yani kozmolojik sabit zamanla değişiyor ve bu teoriye göre söz konusu değişim, evrenin genişlemesinden değil, parçacık kütlesinin zaman içinde değişmesinden kaynaklanıyor.

Kırmızıya kayma

Evrenin giderek genişlediğini belirten bilim insanları, bu düşünceyi kırmızıya kayma adı verilen ve gözlemlenebilen bir fenomene de dayandırıyor.

Bir nesne Dünya’dan uzaklaştıkça o nesnenin yaydığı ışığın dalga boyu, ışık spektrumunun daha kırmızı olan ucuna doğru uzar. Bu duruma kırmızıya kayma adı veriliyor.

Uzaktaki galaksilerden gelen ışığın giderek kırmızıya kayması, söz konusu galaksilerin Dünya’dan daha da uzaklaştığını düşündürüyor. Bu da evrenin sürekli genişlediğine yönelik kabulün önemli dayanaklarından biri.

Lombriser’ın teorisine göre bu kırmızıya kayma olaylarının da nedeni alan dalgalanmaları. Hatta söz konusu dalgalanmalar, uzak galaksi kümeleri için geleneksel kozmolojik modellerin öngördüğünden daha büyük çaplı kırmızıya kaymalara neden oluyor.

Böylece kozmolojik sabit, diğer teorik fizikçilerin tahminlerinin aksine, Lombriser’ın teorisine sadık kalabilir.

Kolombiya’daki ECCI Üniversitesi’nden doktora sonrası araştırmacı Luz Ángela García, Lombriser’ın yeni yorumundan etkilendiğini söylüyor.

García, Livescience’a yaptığı açıklamada, “Makale epey ilginç ve kozmolojideki birçok problem için alışılmadık sonuçlar sağlıyor” dedi.

Ancak García, makalenin bulgularını değerlendirirken ihtiyatlı davranmak gerektiğini vurguladı. Zira makalede öne sürülenlerin yakın gelecekte gözlemlerle kanıtlanması pek mümkün görünmüyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dupuytren Hastalığı “Neandertal” Mirası: Türkiye’de De Görülüyor

Bazı parmakların eklemlerinin kalıcı olarak esnek bir pozisyonda sabitlenmesi ile karakterize nadir görülen bir bağ dokusu bozukluğu olarak bilinen ve sıklıkla “Viking hastalığı” diye anılan Dupuytren hastalığının modern insanlara Neandertallerden aktarıldığı ortaya çıktı.

İlk evrelerde genellikle cerrahi dışı tedavi tercih edilen ancak ileri safhalarda cerrahi tedavi de gerektiren bu hastalığın Kuzey Avrupalılarda Afrika kökenli olanlara kıyasla daha yaygın görüldüğü biliniyordu. Yeni araştırmada ortaya konan Neandertal mirası bu durumun nedenine de açıklık getirdi.

Türk El Cerrahisi Derneği’ne göre dupuytren hastalığı, sıklıkla el avuç içinde cilt altında “fasia” adı verilen katmanın kalınlaşmasıyla ortaya çıkıyor.

Bunun sonucunda ciltte buruşma ve tendonlarda yapışkanlık meydana geliyor. Ciltte oluşan şişlik ve sertleşme arttıkça parmakların esnekliği etkileniyor. Hasta avuç içini düz zemine koyduğunda, avuç yere temas edemez hale geliyor çünkü parmaklar giderek içe doğru kıvrılmaya başlıyor.

İçe kıvrılma her parmağı etkileyebilmekle birlikte genellikle yüzük ve serçe parmaklarda görülüyor.

Bu hastalık 19. yüzyıl başlarında Fransız cerrah Baron Dupuytren tarafından keşfedildi ve onun adını aldı.

2015’te Danimarka’da yapılan bir araştırma, Dupuytren kontraktürünün yüzde 80 oranında kalıtsal olduğunu ortaya koymuştu. Bu da genetiğin söz konusu rahatsızlıkta çok büyük bir rol oynadığını göstermişti.

Hastalığın özellikle Avrupalılarda görülmesi de kafa karıştıran bir durumdu.

Ancak hakemli bilimsel dergi Molecular Biology and Evolution’da yayımlanan yeni çalışmanın bu hastalığı Neandertallerle ilişkilendirmesi söz konusu kafa karışıklığını ortadan kaldırıyor.

Zira modern insanların Neandertallerden miraz aldığı genetik özellikler coğrafyadan coğrafyaya ciddi farklılıklar gösteriyor.

Örneğin Sahra altı Afrika ülkelerinden insanların Neandertallerle çok az genetik bağı var. Afrika dışından insanlarınsa soyu tükenmiş insan türlerinden çok daha fazla genetik miras aldığı biliniyor.

Bu durumda Kuzey Avrupalıların Dupuytren hastalığını Neandertallerden almış olması akla yatkın bir sonuç.

İsveç’teki Karolinska Enstitüsü Fizyoloji ve Farmakoloji Bölümü’nden Hugo Zeberg ve ekibinin yürüttüğü araştırmada 653 bin 751 kişinin verileri incelendi. Bunlardan 7 bin 871’inde Dupuytren hastalığı vardı.

İncelemenin sonucunda Dupuytren kontraktürüyle ilişkili 61 gen mutasyonu tespit edildi. Bunlardan en önemli üçü Neandertal kökenliydi.

Araştırmacılar buradan hareketle Neandertal soyunun bugün Dupuytren kontraktürünün Avrupa’daki yaygınlığında önemli bir faktör olduğu sonucuna vardı.

Zeberg, “Bu, Neandertallerle tanışmanın hastalıktan mustarip olanları etkilediği anlamın geliyor” diye konuştu: Ancak Neandertaller ve Vikingler arasındaki bağlantıyı abartmamalıyız.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Gökyüzümüzün En Büyüleyici Yıldızı Patlamaya Çok Yakın

Gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biri olan ve Orion takımyıldızında yer alan kırmızı süper dev yıldız Betelgeuse, süpernova olmanın eşiğinde. NASA, süpernovaları “uzayda meydana gelen en büyük patlama” olarak adlandırıyor.

Astrofizik profesörü Albert Ziljstra, yıldızın son derece parlak bir hal alacağını ve bir yıl boyunca Dünya’dan gündüz vakti bile görülebileceğini ifade etti.

Betelgeuse patlamasının Dünya’daki yaşam için tehlikeli olup olmayacağı da merak edilirken, Ziljstra endişelenecek çok az şey olduğunu söylüyor.

Dünya’dan sadece 500 ışık yılı uzaklıktaki Betelgeuse yıldızının patlayıp patlamayacağı son birkaç aydır gökbilimcilerin tartıştığı bir konu.

2019’da dikkat çekici ölçüde soluklaşan ve parlaklığının yüzde 40’ına yakınını kaybeden yıldız, bundan bir yıl sonra aniden şiddetle parlamaya başladı. O zamandan beri de düzensiz davranışlar sergiliyor. Bu da Betelgeuse’in yakın zamanda bir süpernovaya dönüşerek patlayacağını düşündürüyor.

Yıldızların yakıtı bittiğinde ve dolayısıyla ömürlerinin sonuna geldiğinde kendi içine çökerek şiddetle patlamasına süpernova adı veriliyor. Öte yandan Betelgeuse, Dünya’ya epey yakın bir yıldız olduğu için beklenen süpernovanın gezegeni nasıl etkileyeceği de tartışma konusu.

Birleşik Krallık’taki Manchester Üniversitesi’nden astrofizik profesörü Albert Ziljstra, Betelgeuse’un ölümünün Dünya’dan nasıl görüneceğini araştırıyor.

The Conversation için kaleme aldığı yeni bir makalede bilim insanı, yıldızın son derece parlak bir hal alacağını ve bir yıl boyunca Dünya’dan gündüz vakti bile görülebileceğini ifade etti.

Ziljstra, “Önce nötrino adı verilen ve bizim için zararsız olan kütlesiz parçacıklardan oluşan bir yağmur tespit edeceğiz” diye yazdı: Bundan sonra, yıldız hızla parlayacak.

Bu aşamada Betelgeuse, dolunay kadar parlak hale gelecek. Daha sonra yavaş yavaş sönükleşecek. Bu da 6 ila 12 ay sürecek. Bilim insanı bu süre boyunca yıldızın gün ışığında bile görünür olacağını söylüyor: Geceleri, bir veya iki yıl daha çıplak gözle görülebilir. Ama ondan sonra onu bir daha asla göremeyeceğiz.

Yakınlığı göz önüne alındığında, Betelgeuse patlamasının Dünya’daki yaşam için tehlikeli olup olmayacağı da merak ediliyor. Ancak Ziljstra endişelenecek çok az şey olduğunu söylüyor. Buna göre kozmik ışınların bu mesafedeki bir süpernovadan getirdiği radyasyon epey az olacak.

Bilim insanı iki ila üç milyon yıl önce böyle bir süpernovanın sadece 300 ışık yılı uzaklıkta meydana geldiğini ve gezegendeki yaşamı neredeyse hiç etkilemediğini belirtiyor.

Öte yandan bu yıldız 30 ışık yılı uzaklıkta yer alsaydı kozmik ışınlar ozon tabakasını delerek, kitlesel bir yok oluşa sebebiyet verebilirdi. Ziljstra, bunun ancak “bir milyar yılda yalnızca bir kez” gerçekleşebilecek bir olay olduğunu söylüyor.

Bu arada Betelgeuse’in tam olarak ne zaman patlayacağı da tartışmalı. Zira bazı uzmanlar, halihazırda gezegende yaşayan insanların ömürlerinin bu patlamayı görmeye yetmeyeceği düşüncesinde.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın