Dikkat Çeken Keşif: İki Yüzlü Yıldız

Kendiliğinden oluşan iki yüzlü bir yıldız ilk kez görüntülendi. İki yüzlü olduğu olduğu için yıldıza ‘Janus’ adı verildi. Mitolojik bir varlık olan geçişlerin tanrısı Janus’un da çift yüzü bulunuyor.

Janus, ilk olarak Caltech’in San Diego yakınlarındaki Palomar Gözlemevi’nden her gece gökyüzünü tarayan bir araç olan Zwicky Transient Facility (ZTF) tarafından keşfedildi.

NTV’nin aktardığına göre, ABD’de yer alan Caltech’te astrofizikçi olan ve Nature dergisinde yayımlanan çalışmayı yöneten Dr. Ilaria Caiazzo, “Beyaz cücenin yüzeyi bir taraftan diğerine tamamen değişiyor. Görüntülerini insanlara gösterdiğimde çok şaşırıyorlar” diye konuştu.

Caiazzo, bu esnada beyaz cüceleri araştırdığını Janus’un parlaklığındaki hızlı değişimlerin kendisini ona yönlendirdiğini söyledi. Caiazzo’nun daha sonraki gözlemleri Janus’un her 15 dakikada bir kendi ekseni etrafında döndüğünü ortaya çıkardı. Bir yıldızın kimyasal yapısını açığa çıkaran spektrometri ölçümleri ise yıldızın bir tarafının neredeyse tamamen hidrojen, diğer tarafının ise neredeyse tamamen helyum içerdiğini gösterdi.

Beyaz cüce nasıl oluşuyor? Diğer taraftan Caiazzo, Janus’un helyum tarafının Güneş gibi yamalı bir görünüme, hidrojen tarafının ise pürüzsüz bir görüneme sahip olduğunu belirterek şu ifadeleri kullandı:

“Janus’un dış yüzeyi dönen gazdan oluştuğu için yıldızın iki yüzlü doğasını açıklamak zordur. Janus’un beyaz cüce evrimi sırasında meydana geldiği tahmin edilen nadir bir geçişte olabilir. Beyaz cüceler bir zamanlar Güneş gibi olan yıldızların kaynayan kalıntılarıdır. Yıldızlar yaşlandıkça şişerek kırmızı devlere dönüşürler. Sonunda, kabarık dış malzeme havaya uçar ve çekirdek büzülerek yoğun, ateşli, sıcak bir beyaz cüceye dönüşür ve kabaca Güneş’in kütlesine sahip olmasına rağmen sadece Dünya büyüklüğünde olur.”

Caiazzo, yıldızın yoğun çekim alanı daha ağır elementlerin çekirdeğe batmasına ve daha hafif elementlerin yüzmesine neden olarak helyumdan oluşan iki katmanlı bir atmosfer oluşturduğunu ve bunun üzerinde ince bir hidrojen tabakası (en hafif element) görüleceğini belirtti.

Caiazzo, sözlerine şöyle devam etti: “Yıldız yaklaşık 30 bin derecenin altında soğuduğunda, daha kalın olan helyum tabakası kabarcıklanmaya başlar ve dıştaki hidrojen tabakasının karışmasına, seyrelmesine ve gözden kaybolmasına neden olur. Beyaz cücelerin hepsi değil ama bazıları yüzeylerinde hidrojen baskınlığından helyum baskınlığına geçiş yapıyor. Muhtemelen böyle bir beyaz cüceyi hareket halinde yakalamış olabiliriz.”

Paylaşın

Süpernova, Güneş Sistemini Neredeyse Yok Ediyormuş

Güneş’in yakınında meydana gelen bir süpernovanın sistemi az kalsın yok edeceği ortaya çıktı. Süpernova, enerjisi biten Büyük Yıldızların şiddetle patlaması durumuna verilen addır.

Bir süpernovanın parlaklığı Güneş’in parlaklığının yüz milyon katına varabilir. Güneş’i çevreleyen moleküler gaz bulutunun bir nevi koruma kalkanı görevi görerek yıldızı bu şiddetli patlamanın etkisinden koruduğu düşünülüyor.

Yeni bir araştırma, Güneş Sistemi’nin milyarlarca yıl önce yok olmanın eşiğinden döndüğünü ortaya koydu.

Yaklaşık 4 milyar yıl önce henüz emekleme aşamasında olan Güneş’in yakınında meydana gelen bir süpernovanın sistemi az kalsın yok edeceği anlaşıldı.

O dönemde Güneş’i çevreleyen moleküler gaz bulutunun bir nevi koruma kalkanı görevi görerek yıldızı bu şiddetli patlamanın etkisinden koruduğu düşünülüyor.

Araştırmanın ardında Japonya Ulusal Astronomi Gözlemevi’nden astrofizikçi Doris Arzoumanian liderliğindeki bir ekip yer alıyor.

Ekip bu keşfi meteoritlerden toplanan elementlerin izotoplarını inceleyerek yaptı.

İncelenen meteoritler, Güneş’in ve daha sonra yörüngesindeki gezegenlerin oluştuğu sırada etrafta saçılmış durumda olan asteroit parçaları.

Araştırmacılar, yıllar boyunca bir şekilde Dünya’ya ulaşmayı başaran bu meteoritlerin, Güneş Sistemi’nin geçmişine ışık tutan “fosiller” olduğunu söylüyor.

Ekip, meteorit örneklerinde değişen yoğunluklarda radyoaktif alüminyum izotopları buldu.

Bu bilgi, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, fazladan radyoaktif alüminyumun Güneş’in çevresine girdiği anlamına geliyordu.

Araştırmacılara göre bu meteoritlerde fazladan radyoaktif maddenin keşfedilmesi, ancak yakınlarda bir süpernovanın meydana gelmesiyle açıklanabilir.

Hakemli bilimsel dergi Astrophysical Journal Letters’ta yayımlanan makalede, “Güneş Sistemimiz henüz bebeklik dönemindeyken muhtemelen bir süpernova patlama dalgasından sağ çıktı” ifadeleri yer aldı:

Güneş Sistemi’nin kozası (yani içine doğduğu moleküler gaz bulutu) muhtemelen bu şok dalgasına karşı tampon görevi gördü.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kuşlarda, Sadakatsizlik Ve Uzun Mesafeli Göçler “Boşanma” Nedeni

Kuş türlerinin yüzde 90’ından çoğunun genellikle en az bir üreme mevsiminde ve hatta daha uzun zaman boyunca tek bir eşle birlikte olduğu düşünülürken, yeni bir araştırma, pek çok kuş türünde boşanmaya yol açan iki ana etken keşfedildi: Erkeklerin çapkınlık peşinde koşması ve uzun mesafeli göçler.

Kaçamak ilişkiler ya da uzun süreli ayrılıklar, çoğu zaman evli insanların boşanmasına neden olur. Öte yandan, kuşlarda görülen ayrılıklarda da benzer etkenlerin rol oynadığı görülüyor.

Kuş türlerinin yüzde 90’ından çoğunun genellikle en az bir üreme mevsiminde ve hatta daha uzun zaman boyunca tek bir eşle birlikte olduğu düşünülür. Bununla beraber, kimi tek eşli kuşlar, asıl eşlerinin hayatta olmasına karşın sonraki üreme mevsiminde farklı bir partnerle birlikte olur. Bu davranış ise ‘boşanma’ olarak nitelendirilir.

Yapılan bir dizi araştırma, bu türden ayrılıklarla bağlantılı muhtemel etkenleri mercek altına alırken, uzmanlar bu araştırmaların bireysel yaşayan türlere ya da tür gruplarına odaklanma eğilimi taşıdığını belirtiyor. Şimdiyse araştırmacılar, pek çok kuş türünde boşanmaya yol açan iki ana etken keşfettiklerini ifade ediyor: Erkeklerin çapkınlık peşinde koşması ve uzun mesafeli göçler.

Çin ve Almanya’dan araştırmacılar, ‘Proceedings of the Royal Society B’ adlı bilimsel dergide yayınladıkları bir makalede, ölüm verileri ve göç mesafeleri kaydedilen 232 kuş türü bağlamında boşanma oranlarına dair daha önce yayınlanan verilerden nasıl yararlandıklarını aktardı. Ekip, bunun yanı sıra, her türün erkek ve dişilerine kuşların davranışlarına ilişkin yayınlanmış bilgileri baz alarak ayrı ayrı ‘çapkınlık’ puanları verdi. Bunlara ek olarak, ortak soyların etkisini hesaba dahil etmek amacıyla türler arasındaki evrimsel ilişkilere dayanan bir analiz de gerçekleştirildi.

Elde edilen sonuçlar, boşanma oranlarının fazlasıyla yüksek olduğu türlerin birbirleriyle yakın akraba olma eğilimi taşıdığını gösterdi. Bu, boşanma oranlarının fazlasıyla düşük olduğu türler bağlamında da geçerli olan bir bulgu. Benzer bir model, erkeklerin sadakatsizliği söz konusu olduğunda da geçerli görünüyor.

Araştırma ekibi, konuya ilişkin açıklamasında, “Mesela, yağmur kuşları, çatal kuyruklu kırlangıçlar, ev kırlangıçları, sarı asma kuşları ve karatavuklar hem yüksek boşanma oranları hem de erkeklerde yüksek sadakatsizlik eğilimi sergilerken, fırtına kuşları, albatroslar, kazlar ve kuğular düşük boşanma oranları ve erkeklerde düşük sadakatsizlik eğilimi sergiliyor” bilgisini paylaştı.

Araştırmacılar, erkeklerde daha yüksek sadakatsizlik eğilimi görülmesinin daha yüksek boşanma oranlarıyla bağlantılı olduğunu keşfetse de dişilerdeki sadakatsizlik oranı söz konusu olduğunda durum farklıydı.

Almanya’nın Max Planck Enstitüsü Hayvan Davranışları Bölümü’den araştırma ortak yazarı Dr. Zitan Song, “Bir erkek kuş sadakatsiz davrandığında, ilgisi ve sahip olduğu kaynaklar birkaç dişi arasında bölündüğünden, bu, çoğunlukla bağlılıkta bir azalma olarak görülür. Bu durum onu bir partner olarak daha az çekici hale getirebilir ve bundan ötürü bir sonraki üreme mevsiminde ‘boşanma’ ihtimali daha yüksek hale gelir. Ne var ki, bir erkek birden fazla dişiyle çiftleşerek çekiciliğini artırabilir de” dedi. Netice itibariyle, erkeklerin sadakatsiz davranma fırsatlarının daha fazla olduğu yerlerde boşanma oranları artabilir.

Diğer yandan Song, kadınlarda görülen sadakatsizliğin aynı sonuçlara neden olmayabileceğini belirtti. Buna göre, yavruların babasının kim olduğuna ilişkin belirsizlik, erkeklerin ebeveynlik görevlerine katılımında bir artışa yol açabilir. Ekip, bununla birlikte, daha uzun göçler gerçekleştiren türlerde görülen boşanma oranının daha yüksek olduğunu keşfetti.

Dr. Song, “Göç sonrasında, çiftler varış noktalarına farklı zamanlarda ulaşabilir ve bu, daha önce ulaşan eşin farklı bir partnerle çiftleştiği ve ilişkilerinin bir ‘boşanma’ ile sonuçlandığı bir duruma neden olabilir. Bunun yanı sıra, göç, çiftlerin farklı üreme alanlarına inmesine yol açarak kazara yaşanan kayboluş nedeniyle istemsiz bir ‘boşanmaya’ da neden olabilir. Bu etki, artan göç mesafesiyle daha da yoğunlaşır” dedi. Araştırma ekibi, daha uzun mesafeli göçlerin üreme penceresini daralttığının da altını çizdi. Song, “Ayrılık, eski partneri beklemektense varış yerinde hemen bir başkasıyla çiftleşmeyi kolaylaştırmaya yardımcı olabilir” bilgisini paylaştı.

Araştırmacılar, bunun yanı sıra, ölüm oranlarının ve göç mesafesinin erkeklerdeki sadakatsizlikle bağlantılı göründüğünü ve boşanma üzerinde muhtemel ve dolaylı etkileri olduğunu gördü.

Ekip, ulaştıkları sonuçların, kuşlarda görülen boşanmanın yalnızca bireyin zindeliğini artırma amacını güden bir strateji ya da göç gibi ekolojik faktörlere bir yanıt olmayabileceğini, bundan ziyade her ikisinin de aynı anda etkili olabileceğini düşündürdüğünü ifade etti.

Araştırmaya dahil olmayan ve Liverpool Üniversitesi’nde deniz biyolojisi uzmanı olan Dr. Samantha Patrick, araştırmayı memnuniyetle karşılayarak şöyle konuştu:

“Çalışma alanlarım göz önünde bulundurulduğunda, son araştırmanın ortaya koyduğu, göçlerde yaşanan zamansal farklılığı boşanmaya bağlayan sonuçları en ilgi çekici nokta olarak görüyorum. İklim daha da öngörülemez bir hale geldikçe göç zamanlamaları daha değişken hale gelebilir ve bu makale, bu durumun türler arasında görülen boşanma oranlarını artırabileceğini savunuyor.”

(Kaynak: Gazete Duvar)

Paylaşın

Bilim İnsanları Doğruladı: Evren Çarpıcı Ölçüde Hızlandı

Avustralya Sidney Üniversitesi’nden Profesör Geraint Lewis, “Evrenin 1 milyar yıldan biraz daha yaşlı olduğu bir zamana baktığımızda, zamanın 5 kat daha yavaş aktığını görüyoruz” dedi ve ekledi:

“Eğer orada, bu bebek evrende olsaydınız, bir saniye bir saniye gibi görünürdü ama bizim konumumuzdan, 12 milyar yılı aşkın bir gelecekten, bu erken zaman sürükleniyor gibi görünüyor.”

Bilim insanları, evrenin başlangıcında “aşırı yavaş hareket” halinde olduğunu ama o zamandan beri çarpıcı ölçüde hızlandığını keşfetti.

Einstein’ın genel görelilik teorisinde öngörülen bu keşif, bilim insanlarının evrenin Büyük Patlama’dan hemen sonraki halini gözlemlemelerinin ardından nihayet doğrulandı.

Einstein’ın teorisi, uzak evrenin bugünkünden çok daha yaşlı olduğu ve çok daha yavaş işlediği zamanları görebilmemiz gerektiğini öne sürüyor. Ancak bilim insanları esasen o kadar uzağa bakıp teoriyi doğrulayamamıştı.

Şimdiyse bilim insanları parlak kuasarları bir tür uzay saati olarak kullandı ve bu da onların evrenin bugünkünden çok daha yaşlı olduğu zamanı ölçmelerine olanak sağladı.

Yeni araştırmanın başyazarı Sidney Üniversitesi’nden Geraint Lewis, “Evrenin 1 milyar yıldan biraz daha yaşlı olduğu bir zamana baktığımızda, zamanın 5 kat daha yavaş aktığını görüyoruz” dedi.

Eğer orada, bu bebek evrende olsaydınız, bir saniye bir saniye gibi görünürdü ama bizim konumumuzdan, 12 milyar yılı aşkın bir gelecekten, bu erken zaman sürükleniyor gibi görünüyor.

Profesör Lewis ve diğer araştırmacılar araştırma için 200 kuasardan veri topladı. Kuasarlar, erken galaksilerin ortasında yer alan çok aktif süper kütleli kara delikler. Bu nedenle çok daha genç bir evrene bakmanın güvenilir bir yolunu sağlıyorlar.

Önceki araştırmacılar da aynı şeyi süpernovaları veya devasa patlayan yıldızları kullanarak yapmıştı. Bunlar da yararlı yöntemler ama evrenin ilk zamanlarındaki çok ama çok uzun mesafelerde görülmeleri zor. Bu yüzden elde edilen deliller, yalnızca kozmosun yaşının yaklaşık yarısıyla sınırlı oluyor.

Şimdiyse bilim insanları kuasarları kullanarak çok daha geriye, evrenin sadece 1 milyar yaşında (bugünkü yaşının yalnızca 10’da 1’i kadar) olduğu zamana kadar bakabildi.

Profesör Lewis, “Einstein sayesinde, zaman ve uzayın iç içe geçtiğini ve Büyük Patlama’nın tekilliğinde zamanın başlangıcından bu yana evrenin genişlediğini biliyoruz” dedi.

Uzayın bu şekilde genişlemesi, evrenin erken dönemlerine ilişkin gözlemlerimizin bugün akan zamandan çok daha yavaş görünmesi gerektiği anlamına geliyor.

Bu makalede, bunu Büyük Patlama’dan yaklaşık 1 milyar yıl sonrasına dayandırdık.

Bilim insanları, bulguları doğrulamak için, 190 kuasarın 20 yılda toplanan ayrıntılı verilerini inceledi. Araştırmacılar kuasarların her birinin “tik takını” standartlaştırmayı ve ardından onları karşılaştırmayı başardı. Bu da evrenin genişlemesinin ve hızlanmasının verilerde görülebileceğini ortaya koydu.

Profesör Lewis, “Bu mükemmel verilerle, kuasar saatlerinin tik taklarının haritasını çıkararak genişleyen uzayın etkisini ortaya çıkarabildik” dedi.

Çalışma, Nature Astronomy’de yayımlanan “Yüksek kırmızıya kayma kuasarlarının kozmolojik zaman genişlemesinin tespiti” başlıklı yeni bir makalede anlatılıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kanser Tedavisinde Dönüm Noktası: Aşılar

Hücredeki DNA’nın (Deoksiribo Nükleik Asit) hasar alması sonucu hücrelerin kontrolsüz bir şekilde büyümesi ve çoğalması sonucu oluşan kanserin tedavisinde bir sonraki büyük adımın aşı olabileceği ve bu konudaki araştırmaların dönüm noktasında olduğu belirtiliyor.

Kanserler, türlerine bağlı olarak farklı mikroskobik yapılara ve yayılma hızına sahiptir. Bu yüzden her kanser türünde farklı tedavi yolları izlenir.

Uzmanlar 5 yıl içinde bu konuda birden fazla aşının gün yüzüne çıkabileceğini tahmin ediyorlar. Bu aşılar hastalığı önlemekten çok tümörü küçültme ve yeniden ortaya çıkmasını önleme amaçlı.

Bu deneysel tedaviler özellikle göğüs ve akciğer kanserini hedef alıyor. Bununla birlikte bu yıl ölümcül cilt kanseri melanom ve pankreas kanseri tedavisinde ilerlemeler kaydedildi.

Akciğer tümörünü küçültmek için deney aşamasında olan aşıyı olanlardan biri de Amerika’nın Seattle kentinde yaşayan Todd Pieper.

56 yaşındaki Pieper’ın kanseri beyne sıçramış durumda. Gelecekte hastaların tedavi şeklini radikal değiştirebilecek araştırmaya katılma konusunda oldukça istekli.

Pieper, “Sonuç olarak kaybedecek hiçbir şeyim yok ve benim ya da diğer insanlar için kazanç gelecekte. Araştırma nasıl gidiyor, bu tür deneylerde neler oluyor çok bilgim yok. Ama iyi bir şey olabilir. Bunun bir parçası olduğum için mutluyum” diyor.

Kanserinin yayılmasına rağmen Pieper kızının gelecek yıl hemşirelik okulundan mezun olmasını görecek kadar yaşamayı umuyor. Pieper, “Kızım hemşirelik okulundan gelecek yıl mezun olacak. Bir yıl sonra. Yani çok iyi olacak. Bunu görmek istiyorum” ifadelerini kullanıyor.

Bir aşının amacına ulaşması için vücudun T hücrelerine kanseri tehlikeli olarak algılamasını öğretmesi gerekiyor.

Bir kere öğretildiler mi T hücreleri vücudun her yerine ulaşarak tehlikeyi etkisiz hale getirebiliyor. Seattle’daki Washington Üniverisitesi Kanser Aşı Enstitüsü’ndeki uzmanların görüşü bu yönde.

Washington Üniversitesi’nden Dr. Nora Disis, “Gerçek anlamda yan etkilerle ilişkili değiller. Yani çok iyi tolere ediliyorlar. Kemoterapi değiller ve hastalara çok iyi geliyor. Kısa süreli aşı olabilir ve hayat boyu etkili oluyor” diyor.

Washington Üniversitesi’ndeki aşı çalışmaları sadece bir hasta için değil, birçok hasta için geliştiriliyor. Erken ve ilerlemiş safhadaki göğüs kanseri, rahim kanseri ve akciğer kanseri için testler yapılıyor ve sonuçlar gelecek yıl belli olabilir.

Dr. Disis önümüzdeki 5-8 yıl içinde birden fazla kanser aşısının onay alacağına inanıyor. Disis, “Önümüzdeki 5-8 yıl içinde eminim hastalığın yeniden ortaya çıkmasını engelleyecek birden fazla kanser aşısına onay alacağız” ifadelerini kullanıyor.

Kanseri önlemek için daha fazla aşı da yolda olabilir. Hepatit B aşıları karaciğer kanserini, 2006’da piyasaya sunulan HPV aşıları da rahim kanserini önlüyor.

Kansere dönüşebilen akciğer nodüllerini önleyici aşılar da geliştiriliyor. İlaç firmaları Moderna ve Merck melanom hastaları için ortaklaşa kişiselleştirilmiş mRNA aşısı geliştiriyor.

Bu şekilde kişiselleştirilmiş aşı, bağışıklık sistemini eğiterek kanserin mutasyon izlerini buluyor ve etkisiz hale getiriyor. Ama bu tür aşıların pahalı olması da bekleniyor.

Bilim insanları hiç olmadığı kadar kanserin vücudun bağışıklık sisteminden nasıl gizlendiğini anlamış durumdalar. Kanser aşıları özetle bağışıklık sistemini güçlendirerek kanser hücrelerinin bulunmasını ve yok edilmesini sağlıyor.

Bu tür araştırmalarda Todd Pieper gibi gönüllülerin rolü kritik.

Jamie Crase de onlardan biri. 11 yıl önce 34 yaşındayken, çocuğu yokken ilerlemiş rahim kanseri teşhisi konmuş. Öleceğini düşünmüş, ardından aşı olmuş ve şu anda mutlu bir yaşam sürüyor.

Crase, “Hiç çocuğum yoktu. Değerli eşyalarıma ne olacak, kime vereceğim diye düşünüyordum. Kolyemi en yakın arkadaşıma verecektim. 4. sınıftan beri en iyi arkadaşım” sözleriyle ölmeye ne kadar yaklaştığını düşündüğünü anlatıyor. Crase, kanser tedavisi konusunda hala yardımcı olabileceğini de düşünüyor.

Jamie Crase, “Kadınlara kansere yakalanmadan önce verilecek bir şey ortaya çıkarsa neden dahil olmayayım. Teşhisten sonra bağışıklık sistemlerini güçlendirmek için bir şey vereceklerse neden bunun bir parçası olmayayım. Ben hala buradayım. Çocuklarım olmayacak, belki böyle yardımcı olabilirim” diyor.

Amerika’da kanser kalp hastalıklarının ardından en fazla can kaybına neden olan hastalık. Geçen yıl yaklaşık 610 bin kişi kanser nedeniyle hayatını kaybetti.

Aşı çalışmalarının amacı da kanseri en fazla ölümcül hastalıklar listesinden çıkarmak. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek için birkaç yıl daha gerekiyor.

(Kaynak: VOA Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları Var Olmaması Gereken Bir “Zombi Gezegen” Keşfetti

Bilim insanları, kendilerine göre olmaması gereken bir gezegen keşfettiler. Jüpiter’e benzeyen bu gezegen, Dünya’dan 520 ışıkyılı uzaklıkta yer alıyor. Gezegen, yıldızının şiddetli ölümünden mucizevi bir şekilde kurtulmuş görünüyor.

Bilim insanları gezegenin nasıl hayatta kaldığını hala bilmiyor. Bir olasılık, yıldızına yaklaşmadan önce gezegenin ilk başta daha büyük bir yörüngede bulunması fakat gökbilimciler bunun pek mümkün olmadığını düşünüyor.

Bilim insanları, yıldızının şiddetli ölümünden mucizevi bir şekilde kurtulmuş gibi görünen, var olmaması gereken yeni bir gezegen buldu.

Bizimki de dahil pek çok gezegen, yıldızları ömürlerinin sonuna ulaşıp onları yuttuğunda neredeyse kesin bir sonla karşı karşıya kalır. Örneğin bizim Güneşimiz ölürken 100 kat genişleyerek Dünya’yı yutacak.

Ancak bu yeni çalışma, bu gezegenlerden en azından bazılarının hayatta kalabileceğine dair umut veriyor. Halla diye bilinen ve Jüpiter benzeri bir gezegen olan bu yeni keşfedilen dünya, yıldızı Baekdu’nun ölümünden sonra kesinlikle ölmesi gerekirken hayatta kalmayı başardı.

Gezegeni bulan gökbilimciler, sonraki gözlemlerle Baekdu’nun daha önce bir kırmızı deve dönüştüğünü keşfetti. Baekdu kırmızı deve dönüştüğünde Halla’yla arasındaki mesafenin 1,5 katı kadar genişleyerek gezegeni içine çekmiş ve sonra tekrar küçülerek mevcut boyutuna gelmiş olmalı.

Bu çarpıcı ve şiddet dolu olaya rağmen varlığını sürdürmeyi başaran Halla, gökbilimcilerin Hawaii’deki teleskopları kullanarak onu görebileceği şekilde hayatta kaldı.

Çalışmanın baş yazarı Marc Hon şöyle diyor: Gezegenin yutulması ya gezegen ya yıldız ya da her ikisi için de yıkıcı sonuçlar doğurur. Halla’nın, aksi takdirde onu yutacak dev bir yıldızın hemen yakınında varlığını sürdürmeyi başarması, gezegenin hayatta kalmayı başaran olağanüstü bir varlık olduğunun altını çiziyor.

Bulgular bugün Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan “A close-in giant planet escapes engulfment by its star” (Bir dev gezegen, yakınındaki yıldızı tarafından yutulmaktan kurtuluyor) başlıklı yeni bir makalede paylaşıldı.

Halla 2015’te, bilim insanlarının “radyal hız yöntemi” diye adlandırdığı yöntemle keşfedilmişti. Bu yöntem, yıldızların nasıl hareket ettiğini izleyerek yörüngelerindeki gezegenler tarafından nasıl çekilebileceklerini anlamak için kullanılıyor. O zamandan bu yana geçen yıllar içinde yıldızın gezegenini yutmuş olması gerektiğini keşfeden bilim insanları, gezegeni daha iyi anlamak adına yeni gözlemler yaptı.

Bu gözlemler, gezegenin 10 yıldan uzun süredir sabit yörüngesinde kaldığını ve gerçekten var olduğunu doğruluyor. Araştırmanın ikinci yazarı ve IfA’da gökbilimci olan Daniel Huber şöyle diyor:

Birlikte bu gözlemler, gezegenin varlığını doğruladı ve bizi gezegenin gerçekte nasıl hayatta kaldığına dair zorlayıcı bir soruyla baş başa bıraktı.

Ancak bilim insanları gezegenin nasıl hayatta kaldığını hâlâ bilmiyor. Bir olasılık, yıldızına yaklaşmadan önce gezegenin ilk başta daha büyük bir yörüngede bulunması fakat gökbilimciler bunun pek mümkün olmadığını düşünüyor.

Bir diğer ihtimalse Baekdu’nun aslında bir zamanlar iki yıldız olması. Yıldızlar ölümleri sırasında birleşmiş, birbirlerinin Halla’yı yutacak kadar büyümesini engelleyerek gezegeni birleşmekten tamamen kurtarmış olabilirler.

Başka bir olasılık da Halla’nın aslında iki yıldızın çarpışmasından doğması. Bu çarpışma aslında Halla’yı doğuran bir gaz bulutu üretmiş, bu nedenle yıldızından kurtulmaktan ziyade yıldızının ölümü sonucu meydana gelmiş olabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

James Webb’den Göz Kamaştıran Satürn Fotoğrafları

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) James Webb Uzay Teleskobu’nun Satürn’ü ve halkalarını yakaladığı görüntüler gözleri kamaştırdı. 

Satürn, ilk fotoğrafta kullanılan filtreler sebebiyle siyah görünüyor. Diğer görüntüdeyse gezegenin bulut bantları dikkat çekiyor.

Fotoğraflar, teleskobun bütün verilerini halka açık hale getirmeyi amaçlayan James Webb Space Telescope Feed adlı internet sitesinde iki gün önce paylaşıldı.

Görüntüler, teleskoptaki Yakın Kızılötesi Spektrograf (Near Infrared Spectrograph/NIRSpec) adlı cihazla yakalandı. Bilim haberleri sitesi ScienceAlert, görüntülerin ham olduğuna dikkat çekti. Bu, görüntülerin renklendirileceği ve parazitlerin temizleneceği anlamına geliyor.

Satürn, ilk fotoğrafta kullanılan filtreler sebebiyle siyah görünüyor. Satürn ve halkaları farklı dalga boyu aralıklarında parlıyor. Satürn’ün halkası güneş ışığını 2 mikronda yansıtsa da 3 ve 5 mikronda bunu yapamıyor. Satürn’ün yüksek irtifadaki pus katmanı, güneş ışığını hem 2 hem de 3 mikronda yanıstıyor.

Diğer görüntüdeyse gezegenin bulut bantları dikkat çekiyor. Kısa dalga boyu filtresi kullanılan fotoğraflarda halka bir florasan gibi parlıyor.

Gözlemler, Birleşik Krallık’taki Leicester Üniversitesi’nde görev yapan gezegenbilimci Leigh Fletcher liderliğindeki bir ekibin isteğiyle yapıldı. Araştırmacılar, Satürn’ün uyduları ve halkaları hakkında daha fazla bilgi elde edebilmek için NIRSpec verilerini kullanmayı planlıyor.

Araştırma ekibi, NIRSPec’in gezegenin etrafındaki yeni ayları keşfedebileceğini söyledi.

James Webb, 1990’dan beri uzayın derinliklerini gözlemleyen Hubble Uzay Teleskobu’nun yerini alması için tasarlandı.

Dünya’dan 1,5 milyon kilometre uzaktaki L2 noktasına konuşlandırılan yenilikçi teleskobun üretim sürecinde 10 binden fazla kişi çalışmış ve bütçe yaklaşık 10 milyar dolara ulaşmıştı.

Teleskop, “Dünya benzersiz mi?”, “Ona benzer başka gezegen sistemleri var mı?” ve “Evrende yalnız mıyız?” gibi çok temel sayılan ama henüz tam olarak yanıtlanamamış soruların peşinden gidiyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

NASA, Uzayda Yaşamın Yapıtaşlarından Birini İlk Kez Tespit Etti

Yaşamın en önemli yapıtaşlarından karbon molekülü uzayda ilk kez keşfedildi. Karbon bileşikleri bilinen tüm yaşam formlarının temelini oluşturur. Uzaylı yaşamın izini arayan biyologlar evrenin diğer bölgelerinde bu türden molekülleri tespit etme yollarını araştırıyor.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) James Webb Uzay Teleskobu, yaşamın en önemli yapıtaşlarından karbon molekülünün uzayda ilk kez keşfedilmesini sağladı.

NASA’nın ABD’deki Goddard Uzay Merkezi’den bilim insanları dahil araştırmacılar, metil katyonun (CH3+) keşfinin, yaşam için kilit öneme sahip karbon bazlı daha karmaşık moleküllerin oluşumuna katkı sunması sebebiyle önem taşıdığını belirtiyor.

Metil katyon Orion Nebulası’nda, Dünya’dan yaklaşık 1350 ışık yılı uzaklıktaki d203-506 adlı, etrafında gaz diski bulunan genç bir yıldız sisteminde tespit edildi.

Karbon bileşikleri bilinen tüm yaşam formlarının temelini oluşturur ve uzaylı yaşamın izini arayan biyologlar evrenin diğer bölgelerinde bu türden molekülleri tespit etme yollarını araştırıyor.

Bilim insanları, olağanüstü çözünürlüğü ve hassasiyetinin, evrende karbon bazlı molekül aramak için Webb teleskobunu ideal bir gözlemevi kıldığını belirtiyor.

Araştırmacılar, özellikle metil katyon kaynaklı bir dizi ana salım çizgisi tespitinin, pazartesi günü Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan son keşfi pekiştirdiğini söylüyor.

Paris-Saclay Üniversitesi’nden çalışmanın ortak yazarı Marie-Aline Martin-Drumel, “Bu tespit yalnızca Webb’in inanılmaz hassasiyetini doğrulamakla kalmıyor, aynı zamanda CH3+’ün yıldızlararası kimyada kabul gören merkezi önemini de teyit ediyor” diyor.

Araştırmacılar bu kozmik sistemin ayrıca yakındaki sıcak, genç ve devasa yıldızlardan gelen güçlü morötesi (UV) ışık bombardımanına maruz kaldığını da gözlemledi.

Gezegen oluşturan gaz disklerinin çoğu bu gibi yoğun UV radyasyonu döneminden geçtiği için bunun genelde karmaşık organik molekülleri yok etmesi beklenir. Dolayısıyla metil katyon keşfi bir sürpriz gibi görünebilir.

Ancak bilim insanları UV radyasyonunun esasen en başta CH3+ oluşumu için gerekli enerji kaynağını sağlıyor olabileceğini söylüyor.

Araştırmacılar, CH3+ oluştuktan sonra yaşamın yapıtaşları olan daha karmaşık organik molekülleri inşa edebilmek için gereken ilave kimyasal reaksiyonları tetikleyebileceğini belirtiyor.

Herhangi bir su belirtisi tespit edilememiş olsa da bilim insanları, d203-506’da bulunan moleküllerin tipik ön gezegen disklerinden epey farklı olduğunu ifade ediyor.

Toulouse’taki Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nden, çalışmanın baş yazarı Olivier Berné, “Bu, ultraviyole radyasyonun ön gezegen diskinin kimyasını tamamen değiştirebileceğini açıkça gösteriyor. Yaşamın kökeninin başlangıcındaki kimyasal dönemlerinde gerçekten de kritik bir rol oynayabilir” diyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Samanyolu Galaksisi’nin Kalbindeki Kara Delik Uykudan Uyandı

Samanyolu Galaksisi’nin merkezindeki kara deliğin uykudan çıktığı keşfedildi. Kara delikler çekim alanı her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, büyük kütleli gök cisimleri şeklinde tanımlanmakta.

Uzayda belirli nicelikteki maddenin bir noktaya toplanması ile meydana gelen ‘Kara Delik’lere ilişkin her gün yeni bir gelişme yaşanıyor. Son olarak, Samanyolu Galaksisi’nin kalbindeki süper kütleli kara deliğin daha önce düşünüldüğü kadar uykuda olmadığı yeni bir araştırmada belirtildi.

Aralarında Fransa’daki Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’den isimlerin de yer aldığı gökbilimciler, Samanyolu’nun merkezindeki süper kütleli karadelik Sagittarius A*’ın yaklaşık 200 yıl önce uzun bir uyku döneminden çıktığını keşfetti.

Geçen hafta Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan yeni araştırma, Güneş’ten yaklaşık 4 milyon kat daha büyük bu devasa kozmik cismin geçmişteki uyanışını ortaya çıkardı.

Daha önceki çalışmalar, galaksilerin ortasındaki ultra kütleli karadeliklerin civarlarındaki maddeyi yuttuktan sonra uykuya daldığını göstermişti.

Fransa’daki Strasbourg Astronomi Gözlemevi’nden, çalışmanın baş yazarı Frederic Marin, AFP’ye şöyle dedi: Etrafındaki her şeyi yedikten sonra kış uykusuna yatan bir ayıyı düşünün.

Araştırmacılar artık, 19. yüzyılın başlarında bir yıllık bir süre boyunca kendisine yaklaşan kozmik cisimleri yutan karadeliğin, daha sonra tekrar durgunluk haline geçtiğine inanıyor.

Yine de bu müthiş devasa varlıkla gezegenimiz arasındaki mesafe, Dünya’yla Güneş arasındaki mesafenin yaklaşık iki milyar katı olduğundan, karadeliğin aktif hale gelmesi Dünya üzerinde bir etki yaratmadı.

Öte yandan yaklaşık 200 yıl önce yayılan X-ışını yankısını tespit eden araştırmacılar buna dayanarak, radyasyonun ilk baştaki yoğunluğunun süper kütleli karadeliğin halihazırda yaydığından en az 1 milyon kat daha fazla olduğunu söylüyor.

Bilim insanları, X-ışınlarındaki ani yükselişin “ormanda gizlenmiş tek bir ateşböceğinin aniden Güneş kadar parlak hale gelmesine” benzediğini belirtiyor.

Araştırmacılara göre yeni bulgular Sagittarius A* yakınındaki moleküler bulutların normalden daha güçlü parlamasının nedenini de açıklıyor. Bilim insanları galaktik bulutların Sagittarius A*’ın 200 yıl önce yaydığı X-ışınlarını yansıtmasının buna yol açtığını ifade ediyor.

Çalışmada bilim insanları, X-ışınını yüksek hassasiyetle tespit edip ışının yerini belirlemek için ilk kez kullanıma açılan NASA’nın IXPE uydusundan yararlandı. Araştırmacılar halihazırda Sagittarius A* gibi bir karadeliğin uyku durumundan aktif hale geçmesi için ihtiyaç duyulan fiziki mekanizmaları saptamaya çalışıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Her Dört Kişiden Üçü Yiyecek Kaçırma Korkusu Yaşıyor!

Sosyal bir sorun olan bir şeyi kaçırma korkusu veya günceli kaçırma korkusuna Fear of Missing Out (FOMO) denir. Uzmanlar buna yiyecek kaçırma korkusunu da (FOODMO) eklediler.

Haber Merkezi / ABD merkezli 2000 sosyal medya kullanıcısı üzerinde yapılan yeni yapılan bir araştırma, sosyal medyada modaya uygun yiyecekleri kaçırma korkusunun çok yaygın olduğunu ortaya koydu.

Araştırmaya göre, her dört kişiden üçü modaya uygun yiyecekleri kaçırmaktan endişe duyuyor. Yüzde 77’si yemekle ilgili korku hissediyor. Yüzde 75’i internette gördüklerinde yeni yemekleri yemek istiyor.

Araştırmada ele alınan sosyal medya kullanıcılarının yüzde 57’si ise internette buldukları tarifleri kaçırma korkusu yaşamamak için yemekleri yapmaya çalışıyor.

Ayrıca anket, ortalama olarak ayda dört çevrimiçi tarif pişirdiklerini gösterdi.

NVTM Apples tarafından yapılan bir ankete göre sosyal medya, insanların yapmayı sevdiği tariflerde önemli bir rol oynuyor. Birçok kişi, hazırladıkları tarifin detaylarını ayda ortalama altı kez sosyal medyada yayınlamaya çalışıyor.

Ankete katılanların yüzde 24’ü modaya uygun yiyecek yapmak için YouTube ve Facebook’u kullanıyor.

Anket, bazı kişilerin sosyal medyada en az yedi kez yiyecek içeriği aradığını ve bazı kişilerin de günde dört saat sosyal medyada yiyecek tarifi için geçirdiklerini ortaya çıkardı.

Başka bir araştırma, ortalama bir kişinin sosyal medyada yemekle ilgili en az 10 hesabı takip ettiğini ortaya koydu.

Lezzetli ve sağlıklı yemek

Pek çok insan ‘sağlıklı’ beslenmenin tat ve lezzetten ödün vermek anlamına geldiğini düşünür. Ancak bu tür bir düşünce genellikle sağlıksız yiyeceklerin tüketmesine neden olur. Bu da FOODMO’yu tetikler. 

Bir bakıma lezzetli yiyecekler çoğunlukla atıştırmalıklar ve işlenmiş yiyeceklerdir. Yani mutluluk verir ama sağlık açısından o kadar da iyi değiller.

Sağlıklı yiyeceklerin çoğu kötü bir tada sahiptir. Taze sebze ve etli ev yapımı yemekler bu kategoriye girer. Bunlar sağlıklıdır ancak tatları pek çok kişiye hoş gelmez.

Paylaşın