Merkez Bankası Faizi Yüzde 8,5’a Çekti; Karar Ekonomiyi Nasıl Etkiler?

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısının ardından, politika faizini 50 baz puan düşürerek yüzde 8,50’ye çekti. Faiz indirimi piyasalarca beklenen bir karardı.

Peki Merkez Bankası’nın son faiz indirimi ekonomiyi nasıl etkiler? Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, kararı BBC Türkçe’ye değerlendirdi.

Her ne kadar beklenti dahilinde olsa da anlamakta her zamankinden daha fazla zorlandığım bu faiz indirimi öncesinde aklıma şu sorular geldi:

Deprem sonrası döviz ihtiyacının zirve yaptığı noktada:

Merkez Bankası faiz indirip sonra elindeki kıt dövizi satarak kuru tutmaya çalışır mı?

Faiz inerse arzu edilen politika desteği sağlanır mı, yoksa uzun süredir devam eden “daraltıcı genişleme” mi gözlenir?

Bu soruların ikisine de evet cevabını verince, böyle bir maliyeti hele de deprem sonrası milyarlarca dolarlık bir fatura varken neden ödediğimizi anlamakta zorlanıyorum.

Merkez Bankası uzunca bir süredir faizleri düşük tutarak ekonomiyi desteklemeye çalışıyor.

Ancak düşük faiz ortamı enflasyonu ve dolarizasyonu tetikliyor. Bunun sonucu yükselen kuru tutabilmek için de rezerv satılıyor. “128 milyar dolar nerede?” şeklinde gündeme gelen sorunun altında bu mekanizma var.

Düşük faizle geçici olarak elde edilen büyüme rakamları altta yatan kırılganlıkları derinleştirdiği ve harcanan dövizi yerine koyacak bir döviz girişi yaratamadığı için merkez bankasının net döviz rezervleri yıllardır azalmaya devam ediyor. Son rakamlar swap hariç net rezervlerin -40 milyar dolar seviyelerine gerilediğini gösteriyor.

Son veriler geçtiğimiz iki haftada brüt rezerv kaybının 7 milyar dolar olduğunu gösteriyor. Peki yeniden yapılanmak için döviz rezervine bu kadar ihtiyacımız olduğu noktada bu düşük faiz ısrarı neden?

Felaket dönemlerinde para politikası

Doğal felaketler arzın azalıp fiyatların yükseldiği bir stagflasyonist şok yaratıyor.

Yakın zaman önce yapılmış bir çalışma bir taraftan fiyat istikrarı bir yandan da üretim kapasitesini vuran bu tür felaketlerden sonra merkez bankalarının verdikleri tepkilerin de farklılık gösterdiğine işaret ediyor.

Zira fiyat istikrarının önceliklendirip faiz artıran ülkeler de var, felaketin yarattığı resesyonu önceliklendirip faiz indiren de.

Önce fiyat istikrarı diyen merkez bankaları uzun soluklu bir arz şoku durumunda vatandaşları bir de enflasyona ezdirmeyelim, kurdan gelen ilave bir maliyet artışı yaşamayalım diye düşünerek hareket ediyor.

Faiz indiren merkez bankaları ise olağanüstü şartlarda verilecek bu desteğin uzun vadeli beklentileri bozmayacağına inanarak hareket ediyor. Şayet bu tür bir felaketten önce para politikasında önceliklerinizi doğru belirleyip fiyat istikrarı sağlamışsanız ve kur üzerinden daraltıcı bir etki beklemiyorsanız bu politikayı tercih edip yolunuza devam edebilirsiniz.

İhtiyaç halinde bu tür bir parasal genişlemeye gidip yan etkilerini yaşamadan ekonomiye net bir destek verebilmek, normal zamanlarda işini güzel yapmış merkez bankalarının sahip oldukları bir lüks.

Biz bu lükse sahip miyiz?

İyimser bir tahminle GSYH’dan yaklaşık iki puan kadar çalması beklenen büyük depremden sonra ekonominin desteklenmesi elbette çok önemli.

Ancak burada soru atılan taşın yerine gidip gitmeyeceği sorusu. Biz normal zamanlarda işimizi doğru yapıp beklentileri çıpalamış bir merkez bankası olsaydık tam da en çok ihtiyacımız olduğu noktada gönül rahatlığı ile faiz indirebilir ve indirdiğimiz faize karşılık da ekonomide canlanma yaratabilirdik.

Ama şimdi durum öyle mi?

Ekonomiyi desteklemek amacı ile faizi düşürdük, güzel. Peki yüzde 58 manşet enflasyona karşılık yüzde 8,5’e düşen politika faizi ekonomide genişleyici bir etki mi, yoksa daraltıcı bir etki mi yapar?

Daraltıcı genişlemeye devam

Politika faizi ile piyasa faizleri arasındaki ilişki uzunca bir süredir kopuk.

Enflasyonu ve riskleri artıran faiz indirimleri piyasa faizlerini azaltmayıp bilakis artırdığı için Merkez Bankası ve BDDK uzun süredir yeni düzenleme ve kontrollerle faizleri düşük tutmaya çalışıyor.

Ancak zorlama ile devam ettirilmeye çalışılan düzen piyasa fiyatlamalarını ve öngörülebilirliği daha da bozduğu için ekonomiyi desteklemekten ziyade daraltıcı etki yapıyor. Bu daraltıcı etki daha çok faiz indirimi ile bertaraf edilmeye çalışılsa da biriken kırılganlıkların ağır bastığı bir sürece giriyoruz.

Nitekim 2023’e dair deprem öncesi yapılan büyüme tahminlerinde bile yaygın olarak yansıtılan ivme kaybı bu etkiyi yansıtıyor.

‘Hataların maliyetini birisi ödemek zorundadır’

Politika hatalarının bedelleri en çok felaket zamanlarında ağırlaşıyor. Para politikası bacağında atılan hatalı adımlar deprem sonrası dönemde para politikasını maalesef etkisiz hale getirdi.

Maliye politikasının deprem öncesi dönemde görece daha ihtiyatlı hareket etmiş olması ve hareket edecek mali alanımız olması ise şu anda gerekli finansmanı elde edebilme konusunda en büyük şansımız olacak.

Paylaşın

Kahramanmaraş Depremlerinin Ekonomiye Maliyeti Ne Olacak?

Cumhuriyet tarihinin en büyük doğal afeti olarak kayıtlara geçen ve 11 ilde büyük yıkıma neden olan Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan merkezli 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremlerin ekonomiye maliyeti ne olacak?

Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, BBC Türkçe’ye depremlerin ekonomiye maliyetini değerlendirdi.

“Depremin ekonomik maliyetlerini iki boyutta değerlendirmek mümkün olabilir.

Birincisi depremde yaşadığı şehri, iş imkanlarını, evini, barkını, ailesini yitiren depremzedelerin katlanacakları bedel.

Bu insanlarımız maalesef ekonomik olarak çok talihsiz bir zamanda bu zorluklarla yüzleşiyorlar.

Türk-İş yüksek enflasyonun sonucu 30 Ocak itibarıyla yoksulluk sınırını 29 bin 875 TL olarak hesapladı.

Asgari ücret 8 bin 506 TL. Açlık sınırı ise 8 bin 865 TL. Tüketici Hakları Derneği, Ekim 2022 itibarıyla tüketicilerin yüzde 56’sının açlık sınırı altında yaşadığını açıklamıştı.

İşte depremler bu ağır şartlarda meydana geldi.

Bölgede, yaşamını kaybetmese de, yaşam boyu yaptığı sınırlı birikimlerini bir gecede kaybeden talihsiz vatandaşlarımızın içinde bulundukları yıkımı tahayyül edebilmek güç, rakama dökmek ise imkansız.

Yerle bir olan bölgenin yeniden yaşanır hale gelmesi, iş yerlerinin çalışmaya başlaması, kaybolan servetlerin tekrar oluşması şüphesiz zaman alacak.

Genel ekonomik maliyetler

Depremlerin yarattığı hasarın tespitine dair eldeki bilgiler sürekli güncellendiği için bu maliyetleri hesaplamak kolay değil.

Ancak kaba hesaplarla genel bir fikir edinmeye çalışıyoruz.

Depremlerin genel maliyetlerini iki kaleme ayırabiliriz.

Birinci kalem; hasar gören binaların, şehirlerin yeniden inşasının getireceği maliyet.

İkinci kalem ise depremlerde kaybolan üretim kapasitesinin getireceği maliyet olacak.

Birinci 17 Şubat itibarıyla yıkık ya da ağır hasar gördüğü tespit edilen yaklaşık 333 bin konut sayısını baz alırsak bu hanelerin salt yeniden inşası kabaca 20 milyar dolar civarında bir kaynak gerektirebilir.

Şayet yerleşim merkezleri fay hattından uzak bölgelere taşınırsa hem konut sayısı ciddi şekilde artacak hem de ilave altyapı harcamaları devreye girecektir.

Burada bir parantez açıp uzmanların uyarılarına dikkat çekmek, şehirlerimiz yeniden kurulurken acele etmeden bilim insanlarımızın tavsiyelerine uygun hareket etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim.

Depremde evleri hasar görmüş yaklaşık 1 milyon kişinin bir yıl barınma ihtiyacı için 2,5 milyar dolar, kısa vadeli acil ihtiyaçları için ise yaklaşık 25 milyar dolarlık bir maliyet öngörebiliriz.

İkinci kalemde ekonomi genelinde üretimdeki aksamayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Deprem felaketine maruz kalan ve 13,5 milyondan fazla bir nüfusu kapsayan bölge, ekonomik pastadan nasibini alamamış bir coğrafya.

Bölgesel GSYH dağılımına ait son TÜİK verilerini incelediğimizde 2021 itibarıyla bu bölgedeki şehirlerin GSYH’den aldıkları payın ağırlıklı olarak yüzde 1’in altında kaldığını üzülerek görüyoruz.

Karşılaştırma yaparsak, 1999 depremi sonrası Dünya Bankası, söz konusu depremin maliyetlerini yaklaşık 5 milyar dolar ve GSYH’nin yaklaşık yüzde 2,5’i olarak hesaplamıştı.

Bu oranı bugünkü GSYH rakamlarına uyarlarsak kabaca 20 milyar dolara yakın bir tutar elde ediyoruz.

Ancak 1999 depremi GSYH’nin yaklaşık yüzde 30’unu üreten bir sanayi bölgesini vurduğu için, üretime yansıyacak maliyetinin de görece daha yüksek olması muhtemel.

1999 depremi sonrası turizm gelirleri yüzde 40 azalmıştı.

Turizm gelirlerinin GSYH’nin yaklaşık yüzde 5’ine karşılık geldiğini düşünürsek, benzer bir düşüşün yaşanması durumunda sadece turizmden kaleminden birkaç puanlık ek bir maliyet yüklenmek zorunda kalabiliriz.

Özet

Tüm belirsizliklerin altını bir kez daha çizerek bugünkü rakamlar itibarıyla asgari acil ihtiyaçlarımızın GSYH’nin yaklaşık yüzde 2-3’ü civarı olacağını, genele yayılan maliyetlerin de buna yakın olacağını söyleyebiliriz.

Yukarıda telaffuz edilen rakama uzun vadede enkaz altında kalan servetler, yeniden inşası gereken havalimanları, liman ve yollar, eğer şehir merkezleri taşınacaksa gerekli altyapı harcamaları ve tabii ki kaybolan fırsat maliyetleri (opportunity cost) eklendiğinde fatura elbette hızla kabaracaktır.

Depreme ait hasar tespiti henüz tamamlanmadığı ve yeniden inşa edilecek şehirlere dair bir yol haritası henüz açıklanmadığı için bu rakamların da değişme ihtimali yüksek.

Bununla birlikte halihazırdaki rakamlar ve dışarından gelmesi beklenen yardımlar kısa dönemde bir döviz likidite krizi alarmı vermiyor.

Yolun bundan sonrası

Önümüzdeki yıldırıcı zorluklara rağmen Türkiye’nin ne kadar dirençli bir ekonomik yapıya sahip olduğunu; zorluklara, krizlere ne kadar çabuk adapte olabildiğini vurgulamak lazım.

Doğru planlama ve organizasyonla hem yaralarımızı saracak hem de ileriye yönelik önlemleri alabilecek güçteyiz.

Bu dünya çapında felakette bize destek olacak uluslararası yardım ve krediler, depremzedelerimize destek olabilmemize ve yeniden yapılanmanın getireceği maliyetleri daha uzun vadeye yayabilmemize imkan sağlayacaktır.

Bu yıkımdan çıkıp Türkiye’yi yeniden inşa edebilmek için depremi unutmamalı, unutturmamalı ve böyle bir bedeli bir kez daha ödememek için depremler sonrası gösterdiğimiz dayanışmayı korumalıyız.”

Paylaşın

Merkez Bankası Neden Faiz İndiriyor?

Sene başından beri yaklaşık 90 ülkenin merkez bankası faiz artışına gitti. Dünyanın geri kalanı “büyüme pahasına enflasyonla mücadele” tercihi yaparken, Türkiye “enflasyon pahasına büyüme” ile tercihini bunun tam tersi yönde kullanıyor. Böyle bir alternatif var mı? Dünyanın geri kalanı büyümeyi bizim kadar istemiyor olabilir mi? 

Koç Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selva Demiralp, BBC Türkçe için değerlendirdi.

Sene başından beri yaklaşık 90 ülkenin merkez bankası faiz artışına gitti. Bu ülkelerin de yaklaşık yarısı tek seferde en az 75 baz puan, yani tecrübe ettikleri enflasyonun yaklaşık onda biri kadar faiz artışına gittiler.

Hafta içinde ABD Merkez Bankası FED’in 75 baz puanlık son faiz artışından bir gün sonra ise TCMB 100 puanlık bir faiz indirimine gitti.

Dünyanın geri kalanı “büyüme pahasına enflasyonla mücadele” tercihi yaparken, Türkiye “enflasyon pahasına büyüme” ile tercihini bunun tam tersi yönde kullanıyor. Böyle bir alternatif var mı? Dünyanın geri kalanı büyümeyi bizim kadar istemiyor olabilir mi?

Enflasyonla mücadele için bunca ülke faiz artırırken biz ısrarla faiz indirimlerine devam ediyorsak ve bunun sonucunda enflasyonumuz onlardan kat kat yukarıdaysa ‘Nerede hata yaptık? Onlar bizim bilmediğimiz neyi görüyor da faiz artırıyor?’ diye sormakta fayda var.

Bu sorulara en net cevabı Çarşamba günkü basın toplantısı sonrasında faiz artışının gerekçelerini anlatan FED Başkanı Jerome Powell veriyor. Şöyle diyor Powell:

“Yüksek faiz sonucu yavaşlayan büyüme ve zayıflayan istihdam piyasası, hizmet ettiğimiz halk için sıkıntılıdır. Ancak bu sıkıntı, fiyat istikrarı sağlamayı beceremeyip sonrasında tekrar çaba vermenin yaratacağı sıkıntı kadar büyük değildir.“

FED, sene başından beri yaptığı faiz artışlarının ekonomiyi yavaşlatma riskine karşı daha fazla faiz artışına gitmemek ve hatta bir an önce faiz indirimlerine başlamak konusunda piyasaların yoğun baskısı altında.

Powell’ın cevabı bu baskılara bir cevap niteliğinde. Bugün başladığımızı işi yarım bırakır fiyat istikrarını sağlayamazsak ileride daha büyük bir bedel öderiz diyor ve geri adım atmıyor.

Enflasyonu düşürme adına önce faiz artırımlarına gitmek, sonrasında gelen baskılar sonucu yeterli sabrı gösteremeyip yarı yolda faiz indirimlerine başlamak ve nihayetinde daha yüksek bir enflasyonla yüzleşmek bu topraklarda oldukça aşina olduğumuz bir kavram. Bugün geldiğimiz noktada ise artık usulen de olsa faiz artışı bile söz konusu değil.

Bizimle aynı gruba girebilecek ülkelerde ve hatta savaşın ortasındaki Rusya’da bile enflasyonun bizden 65-70 puan daha düşük olması da tesadüf değil.

İşin acı tarafı, 2021 son çeyreğinden bu yana ekonomiyi desteklemek için faizler düşürülüp enflasyon 60 puan üzerinde artarken mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış işsizlik sadece 1 puan azalmış.

Çünkü bir taraftan verilen tüm destekler ve kaynak aktarımları ile ekonomi canlı tutulmaya çalışılırken diğer yandan enflasyon büyüme üzerinde daraltıcı etki yapıyor ve istihdamı aşağı çekiyor.

Herkes ister ki büyüme olsun, pasta büyüsün, herkesin pastadan aldığı dilim artsın.

Ancak enflasyonu göz ardı edip enflasyonu dizginleyici politikalar uygulamazsanız bu dönüp dolaşıp ekonomik büyümeyi vuruyor. Enflasyonist ortamda büyüme olsa bile gelir dağılımı bozulduğu için dar gelirli kesimler bunu hissedemiyorlar. Pastadan aldıkları dilim büyümek şöyle dursun küçülüyor.

Powell ve gıyabında enflasyonist baskıları bertaraf edebilmek için faiz artışına giden merkez bankalarının temel gerekçesi bu.

Enflasyonun maliyeti ve faiz artışının maliyeti

Merkez bankaları karar alırken iki maliyeti karşılaştırıyorlar. Bunlardan birincisi faiz artışının getirdiği maliyet. Faiz artışı borçlanma maliyetini artırmak suretiyle talebi yavaşlatır. Talepteki yavaşlama enflasyonist baskıları aşağı çeker.

Öte yandan üretimdeki yavaşlama istihdam kaybına sebep olur ki Powell’ın bahsettiği sıkıntı da bu.  Ancak yine Powell’ın basın toplantısında bahsettiği gibi: Keşke enflasyonu düşürmenin acısız bir yolu olsaydı, ancak maalesef yok.

Sıkı para politikasının maliyetini terazinin bir kefesine koyan merkez bankaları diğer kefeye ise sıkı para politikası uygulamayıp enflasyonun kontrolden çıkmasının yarattığı maliyeti koyuyorlar.  Çünkü nasıl ki faiz artırımı ekonomiyi yavaşlatıyorsa enflasyon da ekonomiyi yavaşlatıyor ve istihdam kaybı yaratıyor. Daha da önemlisi enflasyon sebebi ile gelen istihdam kaybı kalıcı oluyor.

Enflasyon, ekonomiyi boğarak ve kontrolsüz bir şekilde yavaşlatır. Alım gücünü eritir, halkı yoksullaştırarak talebi zayıflatır. Yavaşlayan üretim istihdam kaybını beraberinde getirir.

Enflasyon sebebiyle  gelen zoraki yavaşlamanın,  faiz artırımı yolu ile gelen kontrollü yavaşlamadan önemli bir farkı vardır. Faiz artırmak sureti ile soğuyan ekonomi nihai olarak enflasyonu aşağı çeker.  Enflasyon sebebiyle yavaşlayan bir ekonomide ise enflasyon asılı kalır, kendi kendine düşmez.

Yani her iki senaryoda da ekonomide bir yavaşlama kaçınılmaz iken aradaki temel fark “fiyat istikrarı” dır. Fiyat istikrarı getiren “kontrollü yavaşlama” merkez bankasının sürdürülebilir büyümeye vereceği en önemli katkıdır.

Çünkü fiyat istikrarı düşük faiz ve makroekonomik istikrar getirir.  Kalıcı düşük faiz ve istikrar yatırım iştahındaki artışı, bu da potansiyel büyüme oranında ve istihdamda artışı destekler.

Oysa enflasyon sebebiyle yavaşlamak zorunda bırakılan bir ekonomi üretim kapasitesinde benzer bir artış yaşayamaz. Bir başka deyişle, enflasyon sadece bugünkü büyümeyi vurmakla kalmaz, ülkenin ileriye yönelik olarak üretim ve istihdam artışı yaratacak imkanlarını da baltalar.

İşte bu sebeple sıkı para politikası ile enflasyonun önüne geçmek ve sıkı para politikasının maliyetine katlanmak 90 ülke tarafından “daha az maliyetli” bir çözüm olarak görüldüğü için tercih edilmektedir.

Enflasyonu düşürmek merkez bankasının işidir. Merkez bankası en az maliyetli çözümü sunduktan sonra bu maliyeti kimin omuzlanacağı ise siyasi otoritenin kararıdır.

İçinde yaşadığımız yüksek enflasyonla er ya da geç yüzleşeceğimiz gerçeğinden yola çıkarak ekonomik programlarını açıklayan muhalefet partilerinin transfer ödemelerine, işsizlik sigortasına, dolaylı vergilerin azaltılmasına dair planları sıkı para politikasının maliyetini düşürmesi açıdan özellikle kıymetli.

Paylaşın

Orta Vadeli Program Neden Yol Gösterici Değil?

Politika yapıcıların ekonomik tahminleri neden önemlidir? Çünkü ekonomi politikalarının etkileri ancak birkaç yıl içerisinde gözlemlenebilir. Buna karşılık yatırım kararı, harcama kararı, tasarruf kararı alan bireyleri önceden yönlendirebilmeniz gerekir.

Bu nedenle attığınız politika adımlarıyla varmak istediğiniz hedefleri önceden söyleyerek ekonomide ileriye dönük kararların daha etkili alınmasına katkı verirsiniz.

Koç Üniversitesi’nden Prof. Selva Demiralp, Türkiye’de Orta Vadeli Programların neden yol gösterici olamadığını BBC Türkçe’ye değerlendirdi.

Doğru tahmin ve yönlendirmenin önemini bir örnek üzerinden anlatalım. Diyelim ki İstanbul’u geziyorsunuz. Tarihi yarımadayı dolaştıktan sonra metroya yönelip Yenikapı istasyonuna geldiniz. İstasyonda rastgele bir trene atlamazsınız. Önce haritadan gitmek istediğiniz yöne giden trenin hattını belirleyip o hattaki trene binersiniz.

Metro haritası bir nevi “orta vadeli plandır”. Bindiğiniz trenin ileri bir vadede (diyelim yarım saat sonra) nereye varacağına dair size bir bilgi verir.

Hafta sonu hükümet tarafından açıklanan Orta Vadeli Plan (OVP) de benzer bir işleve sahip. Ekonominin parçası olan bireylere uzun vadede bindikleri trenin hangi istikamete gittiğine dair bilgi vermek amacı güdüyor.

Metro örneğinden devam edersek, diyelim ki yolculuktan bir süre sonra bir anons yapılıyor ve trenin güzergahının değiştiği haber veriliyor.

Siz Taksim’e gitme planı yapıp yeşil M2 hattına binseniz de kendinizi kırmızı hattaki Şirinevler’de buluyorsunuz.

Ve yine diyelim ki bu tür anonslar istisnai bir durum olmaktan çıkıp genel uygulamaya dönüşüyor.

O noktada artık metro haritasının ve hatların ileriye yönelik planlama ve bilgilendirme fonksiyonları kalmaz.

Kafa karıştırmanın ötesinde, istediğiniz yere gidemediğinizi fark ettiğinizde artık farklı ulaşım alternatifleri aramaya başlarsınız.

Nasıl ki metro haritasında belirtilen güzergah yolculuğun ortasında değişirse metro haritasının bir fonksiyonu kalmazsa OVP’de verilen tahminler de biz yol aldıkça değişiyorsa bu tür bilgilendirmelerin bir bilgi değeri olmaz.

Şekilde 2021 yılı için önceki OVP’lerde yer alan enflasyon ve büyüme tahminlerinin zaman içinde ne şekilde revize edildiğini ve gerçekleşen değerleri görüyoruz.

1) Uzun vadelere ait tahminler işlevsel değil

2019 ve 2020 OVP’leri itibariyle 2021 yılı için verilen büyüme ve enflasyon rakamları sırasıyla yüzde 5 ve yüzde 6 olarak sabit tutulmuş. Birkaç sene sonrasına dair tahminler yapılırken “potansiyel büyüme rakamına yakın bir büyüme” ve “enflasyon hedefine yakın bir enflasyon” rakamı koymanın ötesine bir planlama yapılmadığını söyleyebiliriz. Peki bu hedeflere yaklaşmak için bir çaba gösteriliyor mu? İşte esas problem orada başlıyor.

2) Vade kısaldıkça hedef hızla değişiyor

2021 yılına yaklaştıkça bu seneye ait hedeflerin revize edildiğini, büyüme tahmininin potansiyel büyüme oranından, enflasyon tahmininin enflasyon hedefinden hızla uzaklaşmaya başladığını gözlemiyoruz.

Daha da vahimi, 2021 senesinin son çeyreğinde gelen OVP tahminlerinde bile bırakalım uzun vadeyi, dörtte üçü tamamlanmış olan seneye ait tahminde bile ciddi bir yanılma payı olduğunu gözlüyoruz.

Öyle ki, 2021 Eylül ayında yayınlanan OVP (2022-2024 dönemi) o sene için yüzde 9 büyüme öngörürken gerçekleşen büyüme yüzde 11.4, enflasyon tahmini yüzde 16.2 iken gerçekleşen enflasyon yüzde 36 olmuş.

Bir hedef koymak, o hedefe ulaşmak için çaba sarf edildiği zaman anlamlı oluyor. Eğer Yenikapı’da bindiğiniz Taksim treni kendisine çizilmiş olan yeşil hattı takip etmezse Taksim’e varamıyor.

Enflasyon, büyüme ve diğer makroekonomik göstergelere dair birtakım hedefler koyduktan sonra o hedeflere ulaşmak için gerekli politikaları uygulamazsanız bambaşka yerlere savrulabiliyorsunuz.

3) İçsel tutarsızlıklar hedeften sapmayı kaçınılmaz kılıyor

Hedeften sapılmasının önemli bir sebebi kendi içinde tutarlı hedeflerin konulmamasından kaynaklanıyor. Aynı tren hem Taksim’e hem de Esenler’e gidemiyor. Bir tercih yapmanız gerekiyor.

OVP’de yıllardır büyüme ve enflasyon hedeflerinin birbiri ile tutarlı olmadığını görüyoruz. Bir taraftan düşük faiz politikası ile büyümeyi yüksek tutup diğer yandan da enflasyonu düşürebilmek mümkün değil.

Son OVP rakamlarında 2021’deki yüzde 11,4’lük büyümeyi takiben 2022-2025 döneminde potansiyele daha yakın bir büyüme hedefine geçildiğini görüyoruz (yüzde 5-5.5 civarı).

Potansiyel büyüme oranı, bir ekonominin uzun vadeli üretim kapasitesini tam olarak değerlendirdiği zaman elde ettiği büyüme oranıdır.

Uzun vadeli, sürdürülebilir büyüme oranı olarak da bilinir. Potansiyelin üzerinde bir büyüme enflasyonist baskıyı artırır.

Yapılan araştırmalar, Türkiye ekonomisinde 2015 sonrası dönemde verimlilik artışı kaydedilememesi, yatırım iştahının oynak bir seyir izlenmesi nedeniyle potansiyel büyüme oranının yüzde 5’lerden 3’ler seviyesine düştüğüne işaret ediyor.

İşte bu noktada bir tutarsızlık ve bunun sonucunda da 2025 yılına yaklaştıkça kaçınılmaz olan bir revizyonun sinyallerini şimdiden görebiliyoruz.

Tren bir kez daha güzergah değiştirecek gibi görünüyor. Çünkü hem potansiyele yakın (ve hatta potansiyelin üzerinde) büyüyüp hem de enflasyon düşürebilmek kolay değil.

2022 sonu itibariyle muhtemelen yüzde 90’lara doğru revize edilecek enflasyonu üç sene içinde yüzde 11’e düşüreceksek büyüme nasıl yüzde 5’lerde kalacak?

2001 sonrası dönemde merkez bankası bağımsızlığı, sıkı para politikası, sıkı maliye politikası, liyakatli kadrolar, ve yapısal reformların yarattığı güvenle “yüksek büyüme ve dezenflasyon” geldi.

Bu dönemde uygulanan sıkı para politikası enflasyon beklentilerini aşağı çekerken yaratılan öngörü ve güven ile canlanan yatırımlar potansiyel büyümeyi artırdı.

Bu şekilde hem yüksek büyüme hem de dezenflasyon mümkün oldu. 2022 sonrası böyle bir dönüşüm öngörülüyor olabilir mi?

Paylaşın

Enflasyonla İlgili Doğru Bilinen Yanlışlar!

Nisan sonu itibariyle enflasyon yüzde 70’e dayandı. Bu şekilde, enflasyonda en son 1999’da gördüğümüz seviyelere geri döndük. 2001 krizi sonrası Merkez Bankası bağımsızlığı ve kredibilitesi yolunda büyük bedel ödeyerek elde ettiğimiz kazanımları da maalesef geride bıraktık.

Fiyat istikrarının birincil sorumlusu Merkez Bankası’dır. O nedenle enflasyonun böylesine hızlı yükselmesinin sebeplerini de politika hatalarında aramak lazım. Peki nedir o hatalar?

Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, enflasyonla ilgili doğru bilinen yanlışları BBC Türkçe için kaleme aldı.

1) Enflasyonun sebebi global arz şoklarından kaynaklanıyor

Önce pandemi, arkasından da Rusya’nın Ukrayna’yı işgali nedeniyle küresel çapta iki önemli arz şoku ile karşı karşıya kaldık. Arz şoku, talebin artmasından değil üretim maliyetlerinin artmasından kaynaklanan enflasyonist baskıya verilen teknik isimdir.

Doğal olarak bu problemler tüm dünyada enflasyonist baskıları artırdı. Ancak buradan yola çıkıp Türkiye’de yaşanan enflasyon, tamamen dünyada yaşanan küresel problemlerin bir yansımasıdır sonucu çıkarılamaz.

Şekilde Mart 2022 itibariyle gelişmiş ve gelişmekte olan bir grup ülke için yıllık enflasyon rakamlarını görüyoruz. Bize en yakın enflasyon, yüzde 16 ile savaşın bizzat yaşandığı ve yaptırımlara tabi olan Rusya’da görülüyor. Onlarla bile aramızda (Mart itibari ile) manşet rakamlar üzerinden 40 puan üzerinde bir fark var. Elbette küresel bir enflasyon var. Ancak salt küresel faktörlerden kaynaklanan etkiler, yaşadığımız enflasyonun oldukça sınırlı bir miktarına tekabül ediyor.

2) Arz enflasyonuna karşı Merkez Bankası bir şey yapamaz

Para politikası talebi yavaşlatmak sureti ile enflasyonu düşürür. Merkez Bankası faiz artırdığında borçlanma maliyeti arttığı için harcamalar yavaşlar. Zayıflayan talep fiyatlar üzerindeki baskıları da azaltır. Ancak faizi artırmak tedarik zinciri sorunlarını çözmez. Rusya savaşının daralttığı petrol arzına çare olmaz. Bu nedenle, eğer arz faktörlerinin geçici olduğuna inanılıyorsa Merkez Bankası’nın bunu piyasalara iyi anlatıp hiç müdahale etmemesi uygundur. TCMB de artan enflasyona karşı tepkisiz kalmasını büyük ölçüde bu mantıkla açıklamaya çalışıyor.

Ancak, arz kaynaklı enflasyonun uzaması halinde beklentiler bozulmaya başlar. İşte o noktada Merkez Bankası’nın müdahalesi arz enflasyonunu düzeltemese de bunun genele yayılmasını engeller. Batılı ülkelerin bir ağızdan faiz artışlarına geçmelerinin en önemli sebeplerinden biri bu.

İlave olarak, Türkiye’de yaşanan arz enflasyonun en önemli sebeplerinden bir tanesi TL’deki değer kaybının getirdiği geçişkenlik etkisi. Yani söz konusu olan arz şoku dışarıdan gelen ve para politikasının kontrolü dışında olan bir etmen değil. Bilakis, TCMB’nin faizleri enflasyonun altında seviyelere çekmesinden kaynaklanan bir politika hatasının sonucu. İşte bu sebeple söz konusu hatayı düzeltmek de bizzat Merkez Bankası’nın görev alanına giriyor.

3) Enflasyon kendi kendine düşer

Enflasyonun kendi kendine düşmesi ancak geçici ve istisnai arz şoku durumunda olur. Yarın Rusya savaşı son bulsa emtia fiyatlarında bir düşme görebiliriz. Benzer şekilde geçen sene son çeyrekte kurda yaşanan ani sıçramayı bu sene beklemediğimiz için bir önceki seneye göre “baz etkisi ile” bir düşüş bekleyebiliriz.

Ancak bu senaryolarda arz şokunun hiçbir yayılma etkisi yapmaması ve beklentileri bozmaması varsayımı var ki; bu varsayım Türkiye koşullarına hiç uymuyor. ABD Merkez Bankası Fed bile, pandemi öncesinde yaşadığı sorun “düşük enflasyon” sorunu olduğu halde, pandemi sırasında yaşanan arz baskısının enflasyon beklentilerini yukarı taşımasına engel olamadı. Aralık 2021 itibariyle de müdahale etmeye karar verdi. Buna rağmen geç kaldı ve geç kalmasının bedeli daha sıkı bir para politikası olacağı için eleştiriliyor.

Bizde ise zaten yüksek enflasyon ortamında iken bunun üzerine gelen global arz şoklarının beklentileri etkilemeyeceğini varsaymak başlı başına bir hata. Kaldı ki kendi kendine düşmesi beklenen seviye bile son enflasyon raporu tahminlerine göre yüzde 43. Peki Merkez Bankası kendi tahmini bile hedefin yaklaşık 9 katı üzerindeyken enflasyona müdahale etmeyi düşünmüyorsa ne zaman müdahale eder?

Yaşadığımız enflasyon bir yandan arz, bir yandan talep faktörleri ile besleniyor. Küresel arz enflasyonu, TL’deki değer kaybı ile daha da güçlü bir arz enflasyonuna dönüşüyor. Bunların üzerine bir de beklenti etkisi ekleniyor. Merkez Bankası’nın beklentileri çıpalayamadığı bir ortamda enflasyon beklentisi gerçekleşen enflasyonla şekilleniyor. Bu da kendi kendine düşmek şöyle dursun kendi kendini besleyen bir enflasyon yaratıyor.

Bu tartışmadan çıkan sonuç şu: Enflasyon kendi kendine düşmez. Kararlı, başarılı ve güven veren para politikası ile düşer.

4) Enflasyon faiz indirerek düşer

Bu konuda çok yazıp çizdik. Ancak listeyi tamamlamak adına bir kez daha hatırlatalım. Faiz indirimleri hem talebi artırarak hem de TL’yi zayıflatıp üretim maliyetlerini artırarak enflasyonu besliyor. İktisat bilimi için bunlar yeni değil. Ancak atılan hatalı adımlar o kadar keskin sonuçlar doğurdu ki bu bilimsel çıkarımı artık çıplak gözle de net bir şekilde görebiliyoruz. Eylül 2021 sonrası faizlerdeki 500 puan düşüşe karşılık enflasyonun 50 puan yükselmesi önemli bir bilimsel sonucu en çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor.

Paylaşın

Enflasyon Nasıl Düşürülebilir, Müdahale Edilmezse Ne Olur?

Türkiye’de yıllık enflasyonun yüzde 61,14 olarak açıklanmasından bir hafta sonra toplanan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu (PPK) yüzde 14 olan politika faizine dokunmadı. Karar şaşırtıcı olmadı.

Zira sene başında Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin bizzat vurguladığı üzere “Merkez Bankası ve politika faizinin önemsizleştirildiği” bir ortamda, para politikasının artık politika faizini yükseltmek suretiyle enflasyonla mücadele etmesini beklememek lazım.

Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, durumu BBC Türkçe için değerlendirdi.

Merkez Bankası önemsizleştikçe enflasyon sorunu bir o kadar önem kazanıyor. Çünkü Merkez Bankası’nın kanuni görevi fiyat istikrarı sağlamak. Merkez Bankası önemsizleşip devreden çıktığı zaman enflasyona karşı savunmasız kalıyoruz. İşte bu nedenle, hızla artan enflasyonun ağırlığını omuzlarımızda hissettiğimiz, alım gücümüzün giderek eridiği bugünlerde herkesin kafasını meşgul eden soru, enflasyonun sonunun nereye gideceği.

Merkez Bankası ne diyor?

PPK karar metninde “küresel barış sağlanıp baz etkilerinin ortadan kalkmasıyla” enflasyonun düşeceği öngörüsü paylaşılmış. Merkez Bankası’nın geçmişte de faiz artışlarında direnirken enflasyon dinamiklerini göz ardı eden ve samimi bulmadığım açıklamalarına şahit olmuştum.

Aradan geçen sürede, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının erimesine paralel olarak, karar metinlerinde yapılan açıklamaların da giderek rasyonel bir zeminden uzaklaşmakta olduğunu üzülerek takip ediyorum.

Enflasyon kendi kendine düşer mi?

Şayet enflasyon tamamen “geçici arz şoklarından” kaynaklanıyorsa, o zaman kendi kendine düşebilir. Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle gıda ve enerji fiyatlarındaki artıştan gelen enflasyonist baskılar, küresel barışın sağlanması ile ortadan kalktığında savaş kaynaklı enflasyonun da azalması bekleyebiliriz. Ancak kredibilitesi bizden çok daha yüksek Merkez Bankalarının bile pandemi kaynaklı arz şoklarının etkilerinin beklentilere sızmasını engelleyemediklerini hatırlarsak bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığını söyleyebiliriz.

Baz etkisine gelince: Aralık 2021’de enflasyon istisnai bir hızla yüzde 13,58 arttığı için, Aralık 2022’de bir önceki seneye göre “baz etkisi” lehimize bir durum oluşturacaktır. Öte yandan, yılın ilk çeyreğinde tecrübe ettiğimiz yüksek enflasyon rakamları, Aralık 2021’in bir istisna olmaktan çıkmaya başladığını gösteriyor. Dolayısı ile 2022’nin sonlarına yaklaşırken enflasyonda baz etkisi ile bir düşüş görmekten ziyade “baz etkisine rağmen” yükseliş görmemiz mümkün olabilir.

PPK metnindeki sorun

TCMB’nin açıklamasındaki esas sorun, para politikası dışındaki faktörlerin yardımıyla enflasyonda oluşabilecek sınırlı bir düşüşten medet umulmasıdır. Bu dışsal faktörler çıktıktan sonra boğuşmamız gereken ve doğrudan Merkez Bankası’nın görev alanına giren devasa enflasyona tepkisiz kalmasıdır.

Yıllık enflasyonun Ocak 2022 itibarıyla yüzde 48,49 olduğunu düşünürsek, küresel barış sağlanıp savaş öncesine dönmeyi umduğumuz en iyi senaryoda bile resmi enflasyonun hedefin 10 katı olduğunu hatırlamak lazım. Peki enflasyon nasıl düşecek?

Enflasyona müdahale edilmezse ne olur?

Dışarıdan gelen ve kontrolümüz dışındaki şokları bir kenara bırakırsak, bugün tecrübe ettiğimiz enflasyonun aslan payını talep, kur ve bozulan enflasyon beklentileri oluşturuyor. Bu sebeplerden kaynaklanan enflasyonu ekonominin “yavaşla” sinyali olarak değerlendirebiliriz.

Enflasyonun bu şekilde sinyal verdiği bir ekonominin gidebileceği iki yoldan söz edebiliriz. Birinci yol, Merkez Bankası’nın enflasyona faiz silahı ile müdahale etmesi, ekonomiyi soğutması ve bunun sonucunda çıktı açığını sıfırlayarak enflasyonu düşürmesidir. Merkez Bankası ne kadar becerikli, güvenilir ve bağımsız ise enflasyon o kadar hızlı ve az bedel ödeyerek kontrol altına alınır.

Gidilebilecek ikinci yol enflasyonun kendi seyrine bırakılmasıdır. Bu yol tercih edildiğinde dışarıdan faiz silahı ile ekonomi soğutulmadığından ekonomi enflasyon vasıtasıyla kendi kendini soğutmak zorunda kalır. Yükselen enflasyon hane halkının alım gücünü eritir. Bu şekilde, kontrol dışında geri çekilen taleple birlikte çıktı açığı bir kez daha sıfırlanır. Ancak bu sefer ekonominin yavaşlaması faiz değil enflasyondaki artışla gerçekleştiğinden nihai olarak gelinen noktada enflasyon kalıcı olarak artmıştır.

Hangisi daha iyi?

Birinci yol ile ikinci yolu karşılaştırdığımızda her ikisinde de nihai varış noktasının ekonominin uzun vadeli büyüme oranı olduğunu, ancak Merkez Bankası’nın önemli olup görevini yaptığı birinci senaryoda enflasyon kontrol altına alınırken, Merkez Bankası’nın önemsizleştiği ikinci senaryoda yüksek enflasyonun kalıcılaştığını görüyoruz.

Bu iki senaryo içinde hangisinin seçilmesi gerektiği son derece net. Tam da bu nedenle tüm dünyada Merkez Bankalarına önem atfediliyor ve enflasyonu kontrol etme görevi veriliyor. Ve yine bu nedenle bugün tüm dünyada bize göre çok daha cüzi olsa da global enflasyonla mücadele için Merkez Bankaları faiz artırıyorlar. Çünkü enflasyonla mücadelede ne kadar geç kalınırsa, enflasyonu düşürmek için gerekli faiz bedeli de artacağı için ekonominin resesyona girme riski artıyor.

Üçüncü yol

Yukarıda bahsetmediğim bir de üçüncü yol var ki o da ikinci yolun bir uzantısı olarak düşünülebilir. İkinci yol şüphesiz son derece tatsız, halkı yoksullaştıran, reel ücretlerin azaldığı, zorda kalan sabit gelir gruplarına yardım elinin uzatılmadığı, borçların ertelenmediği ve ancak bu şekilde ekonominin kendi kendini yavaşlattığı bir senaryo. Bu nedenle de tercih edilmemesi gerekir.

Şimdi senaryoya bir de “enflasyona karşı halkı ezdirmeme” güdüsü ile ücret zamları, vergi indirimleri ve destek paketlerini ekleyelim. O zaman ne olur? İşte o zaman uzun vadeli etkileri ikinci senaryodan bile daha yıkıcı olan bir üçüncü senaryo karşımıza çıkar. Çünkü enflasyonla mücadele edilmediği gibi ekonominin kendi kendini soğutma mekanizmasına da izin verilmez. Talep “doping verilerek” tekrar desteklenince enflasyon bu sefer daha da güçlü bir dalga ile gelir ve ücret-enflasyon sarmalı ile müdahale edilmezse sonu hiperenflasyona kadar gidebilecek bir süreç başlar.

Vatandaşların enflasyona karşı korunması elbette çok önemli. Ancak burada yaptığımız değerlendirme gösteriyor ki hane halkının enflasyona karşı korunmasının tek yolu Merkez Bankası’nın tekrar önem, bağımsızlık ve itibar kazanarak işini yapması ve enflasyonu hedefe düşürmesidir. Enflasyonla mücadele etmeyip yan etkileri ile mücadele etmeye çalışmak, bir sonraki enflasyon dalgasını tetikleyerek problemi derinleştirir.

Gazeteci-yazar Taha Akyol’un Merkez Bankası’nın bağımsızlığını masaya yatırdığı yeni kitabının adı, “Laf Dinlemedi”. Kitap başlığını, TCMB Başkanı Murat Çetinkaya’nın 6 Temmuz 2019’da görevden alınması sonrası Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamadan alıyor. Yazımı bu kitaptan bir alıntı ile bitirmek isterim (Sayfa 105). 1994 krizi öncesi Ekonomi Profesörü Oktay Yenal’dan bir değerlendirme yapması istenir. Prof. Yenal derhal sıkı para politikası ve dengelenme programına geçilmesini ister ve raporunda şu sözlere yer verir:

“Unutmamak gerekir ki, dünyada kalkınmasını yüzde 60-70 enflasyon ile sürdürebilmiş ve sonunda yumuşak iniş yapabilmiş ülke yoktur.”

Paylaşın

Merkez Bankası Enflasyonla Mücadelede Neden Ve Nerede Hata Yapar?

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu toplandı. Yüzde 55’e varan bir enflasyona karşılık TCMB yüzde 14’lük politika faizini sabit bıraktı. Piyasa beklentisi de faizin sabit tutulacağı yönündeydi. 

Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, Merkez Bankası’nın faiz kararı sonrası BBC Türkçe için değerlendirmelerde bulundu:

“Enflasyon konusunda o kadar hatalı adımlar atıldı ve enflasyon öylesine kontrolden çıktı ki bu noktada artık yakın geçmişteki gibi 5-10 puanlık bir faiz artışı gelse bile ne kadar etkili olacağı şüphe götürür. Öte yandan Fed’in dün başlattığı faiz artırım döngüsüne yüzde 60’lara yükselmesi beklenen bir enflasyonla ne kadar kayıtsız kalabiliriz o da tartışılır.

Enflasyonu düşürmenin bedeli

Enflasyonla etkin mücadele edebilmek için merkez bankasının politika faizini zamanında ve yeterli dozda yükseltebilmesi gerekir. Faiz artışı, ekonominin bilinçli olarak yavaşlatılması, insanların daha az harcama yapabilmeleri ve iş imkanlarının azalması anlamına gelir.

Kısa vadeli de olsa bu bedele katlanacak iradeye sahip olabilmek kolay değil. 1980’de ABD enflasyonunu yüzde 15’ten devralıp 3 sene içinde yüzde 3’e düşüren zamanın Fed Başkanı Volcker’ın aldığı kararların ağırlığı ile ofisinde dört dönerken yerdeki halıyı aşındırdığı söyleniyor.

Enflasyonla mücadelenin bedeli ağır olduğu gibi enflasyon arttıkça ve kemikleştikçe faizlerin gelmesi gereken seviye de yükseliyor. Doz arttıkça ekonominin resesyona girme tehlikesi artıyor.

Merkez Bankası enflasyonla mücadelede neden ve nerede hata yapar?

  • Ekonomiyi hatalı okuma: Siyasi bağımsızlığa sahip bir merkez bankasının enflasyona müdahalede geç kalmasının temel sebebi ekonominin içinde bulunduğu noktayı hatalı okumasıdır. Geriye dönüp baktığımızda bu tür hataları tespit edebilmek daha kolay olsa da içinde yaşarken ekonominin kokusunu doğru alabilmek sanıldığından çok daha zor.
  • Siyasi baskı: Merkez bankasının faiz artırımlarında geç kalmasının altında yatan bir diğer sebep hükümet kanalından gelen düşük faiz beklentileridir. Hükümet neden böyle bir baskı yapar? Çünkü enflasyonu düşürmek için gerekli olan faiz artışı “acı reçetedir”. Yüksek faiz, meyvelerini kısa vadede vermez. Enflasyon bugünden yarına düşmez. Kısa vadede talep yavaşlar, işsizlik artar. Bu durum hükümetin yeniden seçilme şansını azaltır.
  • İktisat prensiplerini hatalı yorumlama: Merkez bankasının enflasyonla mücadelede başarısız olmasının altında yatan bir diğer önemli sebep iktisadi prensiplerle desteklenmeyen adımların atılmasıdır.

Yukarıdaki üç sebep içinde en kolay düzeltilebilir olanı ekonomiyi hatalı okumanın getirdiği geç kalmadır. Çünkü hata fark edildiği anda merkez bankası doğru politikayı devreye sokar. Hatada ısrar etmez. Fed bugün bu örneğe yakın bir tutum sergiliyor.

Ülkemizde enflasyonun kontrolden çıkmasının altında ise yukarıdaki sebeplerin üçünün de payı var. Bu da maalesef enflasyonla mücadeleyi zorlaştırıyor.

Kamuoyunu enflasyonla mücadeleye hazırlamak gerekiyor

Enflasyonla mücadelede kamuoyunun merkez bankasının neden faiz artırdığını anlaması ve bu mücadelede merkez bankasının yanında olması çok önemli. Bu tür bir iş birliği başarıyı hızlandırıyor, ödenecek bedeli azaltıyor.

Şu sıralar ABD medyasında yoğun bir seferberlikle enflasyonun olumuz etkileri, toplumda yarattığı tahribat, faiz artırımlarının enflasyonu nasıl düşüreceği ve neden gerekli olduğu halka anlatılıyor. Toplum, içilmesi gerekilen acı reçetenin yan etkilerine hazırlanıyor.

İlaçtan korkmanın bedeli daha ağır

Yüksek faizin ekonomiyi daraltma tehlikesi halkı ve karar alıcıları yıldırabilir. Merkez Bankası’na ve hükümete faizlerin düşmesi yönünde baskı yapılabilir. Kamuoyunun bilinçlendirilmesi bu nedenle önemli.

Enflasyon hastalığında faiz ilacının denenmiş ve ispatlanmış bir ilaç olduğunu hatırlayıp ilacı yarım bırakmamak ve yola devam etmek gerekiyor.

Bugün Türkiye’de gelmiş olduğumuz nokta ilaçtan korkmanın bedelinin daha ağır olduğunu bizlere net bir şekilde gösteriyor. Biz o hatayı yaptık. Yüksek faizin kısa vadede yarattığı bedeli ödemek istemedik. Fakat bu durum daha fazla refah ve istihdam artışı olarak bize dönmedi.

Yüksek enflasyon alım gücünü törpüledi, gelir dağılımındaki adaletsizlik arttı. Ekonomik büyüme sürdürülebilir olmadığı için işsizlik kayda değer ve istikrarlı bir düşüş göstermedi. Tüm bunları hatırlayıp, hatalarımızdan bir ders çıkarıp tıpkı 2001 sonrası dönemde olduğu gibi tekrar acı ilacı içmeye hazırlanmamız gerekiyor.”

Paylaşın