Otoriter Rejimlerde “Boş” Partiler

Otoriter rejimler, siyasi gücün genellikle tek bir lider, parti veya küçük bir elit grup etrafında toplandığı ve halkın katılımının ciddi şekilde kısıtlandığı yönetim biçimleridir.

Kurtuluş Aladağ / Bu rejimler, kontrolü sürdürmek için baskı, sansür ve merkeziyetçi bir yönetim modelli kullanır; demokratik mekanizmalar ya tamamen yok edilir ya da göstermelik hale getirilir.

Otoriter Rejimlerin Özellikleri:

Gücün merkezileşmesi: Otoriter sistemlerde iktidar, genellikle bir lider (diktatör), askeri cunta veya tek parti etrafında toplanır. Karar alma süreci tepeden iner ve halkın bu kararlara etkisi minimaldir.

Muhalefetin Bastırılması: Bu rejimlerde, eleştiri ve farklı görüşler hoş karşılanmaz. Muhalif düşünceler, devletin zor aygıtları üzerinden sindirilir: Gözaltı, hapis, sürgün veya daha sert yöntemler.

Hukukun Araçsallaştırılması: Otoriter sistemlerde yargı bağımsız değildir; otoriter liderin veya rejimin çıkarlarına hizmet eder. Usulüne uygun yargılama ilkeleri (adil duruşma, savunma hakkı) genellikle ihlal edilir.

Propaganda ve Sansür: Bu rejimlerde, medya ve bilgi akışı manipüle edilir. Rejim, kendi meşruiyetini güçlendirmek için farklı araçlar üzerinden propaganda üretir.

Seçimlerin Manipülasyonu: Otoriter sistemlerde seçimler varsa, bunlar genelde göstermelik seçimlerdir. Seçim sonuçları önceden belirlenir veya muhalefet adayları engellenir.

Otoriter Rejimlerde Partiler

Otoriter rejimlerde partiler ya tamamen yasaklanır ya da rejimin bir kolu haline gelir. Tek partili sistemlerde, parti devletin kendisidir ve ideolojik birliği sağlamak için çalışır. Çok partili otoriter sistemlerde ise muhalefet partileri ya zayıf bırakılır ya da kontrollü bir “muhalefet” rolü oynar.

“Boş” Partiler ve Özellikleri

Bu tür partiler, genellikle ya dönemsel popülist bir söylemle varlık gösterir ya da sadece sistem içinde yer kaplamak için kurulur, ancak gerçek bir değişim veya temsil gücü sunmazlar.

İdeolojik Belirsizlik: Bu partiler, net bir ideolojiye (sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık vb.) dayanmaz. Sloganlar ve genel geçer vaatlerle yetinirler.

Popülizm Tuzağı: Halkın duygularına hitap ederler ama somut politikalar üretmezler. Genelde karizmatik bir liderin etrafında şekillenirler.

Temsilde Zayıflık: Belirli bir toplumsal grubu veya sınıfı temsil etmek yerine, “herkese” hitap etmeye çalışır ve bu yüzden kimseyi tam anlamıyla temsil edemez.

Sistemle Uyum: Otoriter rejimlerde bu partiler, göstermelik bir çoğulculuk oluşturmak için var olabilir. Rejimin kontrolünde “muhalefet” rolü oynarlar ama gerçek bir tehdit oluşturmazlar.

Etkinlik Eksikliği: Seçimlerde varlık gösterirler ama ne iktidar ne de etkili bir muhalefet olma kapasiteleri vardır. Genelde tabela partisi olarak kalırlar.

Otoriter Rejimlerde Boş Partiler

Otoriter rejimlerde “siyasi olarak boş partiler” sıkça kullanılan bir araçtır. Rejim, demokratik bir görünüm vermek için bu partilere izin verir, ama onları ya finanse eder ya da liderlerini kontrol altında tutar.

Bu partiler, genellikle seçimlerde rejimin meşruiyetini artırmak ve muhalefeti bölmek için aday çıkarır. Ayrıca, bu partiler, rejime karşı halkın öfkesini soğurur, ama değişim getirmez.

Demokratik Sistemlerde Boş Partiler

Demokrasilerde ise bu tür partiler, genellikle ya kişisel hırslarla (bir liderin şöhret arayışı) ya da geçici bir toplumsal dalgayla (örneğin, bir protesto hareketinin zayıf uzantısı) ortaya çıkarlar. Türkiye’de geçmişte birçok küçük partiler, birkaç milletvekili çıkarmış ama ideolojik bir iz bırakmadan kaybolmuşlardır.

Türkiye siyasi tarihinde, özellikle 1980 sonrası dönemde, çok sayıda parti kurulup kısa sürede kaybolmuştur. Mesela, 1990’larda veya 2000’lerde kurulan bazı küçük partiler, ne taban ne de etki anlamında varlık gösterebilmiştir.

Paylaşın

Eva Peron, Peronizmi Nasıl Şekillendirdi?

Eva Peron, yani “Evita” olarak bilinen Maria Eva Duarte de Peron, Peronizmi şekillendirmede kilit bir rol oynadı ve bu siyasi hareketin Arjantin’deki kitleselleşmesinin en önemli figürlerden biri oldu.

Haber Merkezi / Peronizm, Eva Peron’un kocası Juan Domingo Peron’un liderliğinde 1940’larda ortaya çıkan popülist, işçi sınıfı odaklı bir ideolojiydi ve Eva Peron, bu hareketin duygusal ve sembolik omurgasını oluşturdu.

Peki, Eva Peron Peronizmi nasıl şekillendirdi?

Halkla doğrudan bağ kurma ve popülizmin insanileştirilmesi: Eva Peron, radyo programları ve konuşmalarıyla halka hitap ederken kullandığı samimi ve tutkulu üslup, Peronizmi soyut bir ideolojiden çok, halkın günlük yaşamına dokunan bir hareket haline getirdi. Örneğin, “Benim sevgili gömleksizlerim” gibi ifadelerle işçilere ve yoksullara seslenen Eva Peron, Peronizmin elitlere karşı halkçı karakterini pekiştirdi.

Kadınların ve işçilerin siyasete katılımını artırma: Eva, Peronizmin toplumsal tabanını genişletmek için kadınları ve işçileri mobilize etti. 1947’de Arjantin’de kadınlara oy hakkı kazandırılmasında öncü rol oynadı ve 1949’da kurduğu Peronist Kadın Partisi ile kadınları siyasete aktif olarak dahil etti. Bu parti, kadınların sadece seçmen değil, aynı zamanda siyasi aktörler olarak Peronizm içinde yer almasını sağladı.

İşçi sendikalarıyla yakın ilişkileri sayesinde de Juan Peron’un işçi hakları politikalarını halk nezdinde meşrulaştırdı. Eva’nın işçilerle kurduğu bu bağ, 1945’te Juan Peron’un hapisten kurtarılmasında sendikaların düzenlediği kitlesel gösterilerde açıkça görüldü.

Sosyal adalet ve hayırseverlik aracılığıyla Peronist imajın güçlendirilmesi: Eva Peron, 1948’de kurduğu Eva Peron Vakfı ile Peronizmin “sosyal adalet” ilkesini somutlaştırdı. Vakıf, yoksullara gıda, kıyafet, konut ve sağlık hizmetleri sağlayarak Peronist devletin halkın refahına adanmışlığını gösterdi. Eva, bu yardımları bizzat dağıtarak halkla birebir temas kurdu ve bu süreçte “Evita” imgesi, bir azize ya da “yoksulların annesi” gibi mitolojik bir boyuta ulaştı. Bu, Peronizmin yalnızca politik bir hareket değil, aynı zamanda bir sevgi ve dayanışma kültü olmasını sağladı.

Peronizmin duygusal ve sembolik lideri olma: Juan Peron’un politik liderliği daha çok stratejik ve pragmatik bir çizgideyken, Eva, Peronizme duygusal bir derinlik kattı. 1951’de başkan yardımcılığı adaylığını düşündüğünde, halktan gelen yoğun destek, onun Peronizm içindeki sembolik gücünü ortaya koydu. Sağlık sorunları nedeniyle aday olamasa da, 1952’de ölmeden kısa süre önce “Ulusun Ruhani Lideri” unvanını alması, bu rolünü resmileştirdi. Ölümünden sonra bile mumyalanmış bedeni ve anısı, Peronistlerin birleşme noktası oldu.

Elitlere karşı mücadele ve anti – oligarşik duruş: Eva, Peronizmin anti – elitist ve anti – emperyalist söylemini güçlendirdi. Oligarşiye ve eski rejim yanlılarına karşı sert bir duruş sergiledi; örneğin, 1951’de Buenos Aires’te yaptığı bir konuşmada, “Oligarşiye ait hiçbir şey iyi olamaz!” diyerek bu tavrını açıkça ortaya koydu. Bu söylem, Peronizmin zengin sınıflara karşı halkın yanında yer alan bir hareket olarak algılanmasını pekiştirdi.

Peronizm nedir?

Peronizm, Arjantin’de 1940’larda Juan Domingo Peron’un liderliğinde ortaya çıkan ve onun politik felsefesini temel alan siyasi ve toplumsal bir harekettir. Resmi adı “Justicializm” (Adaletçilik) olan bu ideoloji, popülizm, milliyetçilik, işçi hakları ve sosyal adalet gibi unsurları bir araya getirir.

Peronizm, Arjantin’in modern tarihini derinden şekillendirmiş ve hem politik bir parti (Justicialist Parti) hem de geniş bir toplumsal-kültürel akım olarak varlığını sürdürmüştür.

Peronizmin temel özellikleri:

Sosyal adalet (Justicialism): Peronizm, “üçüncü yol” olarak adlandırılan bir yaklaşımı benimser; kapitalizm ve komünizm arasında bir denge kurmayı hedefler. Juan Peron, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumu kapatmayı ve işçilere daha adil bir pay sağlamayı amaçlamıştır. Bu, sosyal yardım programları, asgari ücret düzenlemeleri ve işçi haklarının iyileştirilmesi gibi politikalarla somutlaşmıştır.

İşçi sınıfına odaklanma: Peronizm, Arjantin’in “descamisados” (gömleksizler) olarak bilinen işçi ve alt sınıflarını temel aldı. Sendikaların güçlendirilmesi, toplu iş sözleşmeleri ve işçi refahını artıran yasalar, Peronist yönetimin önceliği oldu. 1945’te Peron’un hapisten kurtarılmasında işçilerin düzenlediği kitlesel gösteriler, bu bağın gücünü göstermiştir.

Milliyetçilik: Peronizm, Arjantin’in ekonomik ve siyasi bağımsızlığını vurgular. Yabancı sermayeye (özellikle İngiliz ve Amerikan şirketlerine) karşı çıkarak ulusal sanayileşmeyi teşvik etti. Örneğin, demiryollarının ve diğer önemli sektörlerin millileştirilmesi bu milliyetçi duruşun bir yansımasıydı.

Popülizm: Peronizm, karizmatik liderlik ve halkla doğrudan duygusal bir bağ kurma üzerine inşa edildi. Juan Peron ve özellikle eşi Eva Peron, politikalarını kitlelere hitap eden söylemlerle destekledi. Eva’nın yoksullara yardımları ve halkla samimi iletişimi, Peronizmi bir ideolojiden çok bir “halk hareketi” haline getirdi.

Anti- elitizm ve anti- emperyalizm: Peronizm, Arjantin’in geleneksel oligarşisine (zengin toprak sahipleri ve elitler) ve dış güçlere karşı bir duruş sergiler. Bu, hem söylemde (“Oligarşi halkın düşmanıdır”) hem de politikada (toprak reformları, vergilendirme) kendini gösterdi.

Peronizmin evrimi:

İlk Dönem (1946-1955): Peron’un başkanlığı sırasında ekonomi büyüdü, işçi hakları genişledi ve sosyal yardım programları yaygınlaştı. Ancak ekonomik zorluklar ve muhalefetin baskısı, 1955’te askeri darbeyle devrilmesine yol açtı.

Sürgün ve direniş (1955-1973): Peron sürgündeyken bile Peronizm, Arjantin’de yeraltı hareketi olarak devam etti. İşçiler ve sendikalar, Peronist idealleri canlı tuttu.

Geri dönüş ve sonrası (1973-): Peron 1973’te geri döndü, ancak kısa süre sonra öldü. Hareket, zamanla farklı fraksiyonlara bölündü: sol kanat (Montoneros gibi gerilla grupları) ve sağ kanat (sendikalar ve muhafazakarlar). Peronizm günümüzde bile, Arjantin siyasetinde baskın bir güç olmaya devam ediyor.

Peronizm, klasik bir ideolojiye sıkı sıkıya bağlı olmaktan ziyade esnek ve pragmatik bir harekettir. Bu, onun hem sol hem de sağ politikaları barındırabilmesini sağlar. Örneğin, Peron’un ilk döneminde işçi hakları sol bir duruşken, milliyetçilik ve otoriter yönetim tarzı sağa yakın görülebilir. Eva Peron’un duygusal liderliği ise bu çelişkileri birleştiren bir tutkal görevi gördü.

Peronizm, Arjantin’e özgü bir popülist hareket olarak, sosyal adalet, işçi hakları ve milliyetçiliği birleştiren; Juan ve Eva Peron’un karizmasıyla kitleleri peşinden sürükleyen bir ideoloji ve yaşam tarzıdır.

Paylaşın

“Maddeci”likten Kaçış

Teorik ve politik bağlamlarda farklı anlamlar taşıyabilen “maddecilikten kaçış” kavramı, genel olarak, ekonomik altyapının belirleyiciliğinden uzaklaşarak ideolojik, kültürel veya manevi unsurlara aşırı vurgu yapmayı ifade eder.

Kurtuluş Aladağ / Felsefi bağlamda, maddecilik, evrenin ve toplumsal gerçekliğin maddi temeller üzerine inşa edildiğini ve bilincin, ruhun ya da manevi unsurların maddi süreçlerin bir ürünü olduğunu savunur. Buna karşılık, idealizm, bilincin ya da düşüncenin maddi gerçeklikten bağımsız ya da ondan üstün olduğunu öne sürer.

“Maddecilikten kaçış”, bu bağlamda, materyalist açıklamaları reddederek idealist veya dualist (madde ve ruhu ayrı kabul eden) yaklaşımlara yönelmeyi ifade eder.

Marksist felsefede, tarihsel materyalizm, toplumsal değişimi ekonomik üretim ilişkileri ve sınıf mücadeleleri üzerinden açıklar. Ancak bazı düşünürler, bu açıklamayı “mekanik” ya da “indirgemeci” bularak, kültürel, dini veya manevi unsurları daha fazla merkeze alan yaklaşımlara yönelmişlerdir. Bu tür yönelimler, “maddecilikten kaçış” olarak değerlendirilebilir.

20. yüzyılda, bazı Marksist düşünürler (örneğin, Antonio Gramsci), kültürel hegemonya gibi kavramlarla maddi temellerin ötesine geçerek ideolojik ve kültürel unsurlara daha fazla ağırlık vermişlerdir. Bu, “maddecilikten kaçış” olarak yorumlanmıştır, ancak Gramsci’nin kendisi bu yaklaşımı materyalist bir çerçevede temellendirmiştir.

Marksist teoride, “maddecilikten kaçış” kavramı, tarihsel materyalizmin temel ilkelerinden sapma olarak değerlendirilebilir. Marksizm, toplumsal gerçekliği anlamak için ekonomik altyapının (üretim ilişkileri, üretim araçları) belirleyici olduğunu ve üstyapının (kültür, hukuk, din, ideoloji) bu altyapı tarafından şekillendirildiğini savunur.

Bazı Marksist düşünürler veya Marksizm’den etkilenen akımlar, bu altyapı – üstyapı ilişkisini katı bir şekilde yorumlamayı reddederek, üstyapının daha özerk bir rol oynadığını öne sürmüşlerdir. Bu, “maddecilikten kaçış” olarak yorumlanabilir.

Frankfurt Okulu gibi Marksist akımlar, klasik Marksizmin ekonomik determinizmini eleştirerek kültürel ve ideolojik unsurlara daha fazla vurgu yapmışlardır. Bu, geleneksel Marksistler tarafından “maddecilikten kaçış” olarak görülmüştür.

Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe gibi post-Marksist düşünürler ise, Marksizmin sınıf merkezli analizini reddederek, kimlik, söylem ve kültürel hegemonya gibi konuları merkeze almışlardır. Bu tür yaklaşımlar, klasik Marksist perspektiften bakıldığında, “maddecilikten kaçış”ın örnekleri olarak değerlendirilebilir.

Toplumsal ve politik düzeyde, “maddecilikten kaçış”, ekonomik ve sınıfsal temelli analizlerden uzaklaşarak, kimlik, kültür, din veya etnisite gibi unsurları merkeze alan yaklaşımları ifade eder.

Örneğin, 20. yüzyılın ikinci yarısında, sınıf mücadelesine dayalı politik hareketlerin yerini kimlik (feminizm, etnik hareketler, çevrecilik vb.) politikalarına bıraktığını görürüz. Bu dönüşümler, bazı Marksist teorisyenler tarafından, maddi gerçeklikten uzaklaşma ve idealist bir çerçeveye kayma olarak eleştirilmiştir.

Ulusal kurtuluş hareketleri gibi hareketler ise, sınıf mücadelesini ikinci plana atarak ulusal kimlik veya kültürel değerler üzerine yoğunlaşmıştır. Bu durum, Marksist perspektiften bakıldığında, “maddecilikten kaçış” olarak değerlendirilebilir.

Paylaşın

Dijital Çağda Kendini İfade Etmek

İnternet, sosyal medya platformları, bloglar, video platformları ve diğer dijital araçlar, bireylerin kendilerini ifade etme biçimlerini kökten değiştirdi. Bu araçlar ayrıca, bireylere geniş kitlelere ulaşma ve fikirlerini paylaşma imkanı da sundu.

Haber Merkezi / Dijital çağda bireyler kendilerini ifade ederken hem yaratıcılığını ortaya koyabilir hem de dijital dünyanın sunduğu fırsatlardan yararlanabilir.

Artık bireyler düşüncelerini bir gazeteye, bir televizyon kanalına ya da bir yayınevine ihtiyaç duymadan milyonlara ulaştırabiliyor. Sosyal medya platformları (Instagram, Twitter, TikTok, YouTube vb.), herkesin bir içerik üreticisi olmasına olanak tanıyor. Bir akıllı telefon ve internet bağlantısı, sesinizi duyurmanız için yeterli.

Dijital platformlar, farklı formatlarda kendini ifade etme imkanı sunuyor. Bireyler, yazı, görsel, video, ses kaydı gibi araçlarla yaratıcılığını ortaya koyabilir, benzer ilgi alanlarına sahip insanlarla bağlantı kurarak destekleyici topluluklar oluşturabilir.

Bireylerin, yerel sınırları aşarak dünyanın her yerine ulaşma şansı veren dijital platformlar, kültürel etkileşimi ve fikir alışverişini de artırıyor.

Dijital çağ, farklı beceri ve ilgi alanlarına hitap eden birçok yöntem sunuyor:

Sosyal medya: X’de kısa ve etkili mesajlarla, Instagram’da görsel hikaye anlatımıyla veya TikTok’ta kısa videolarla kendinizi ifade edebilirsiniz.

Blog yazma: Kişisel bir blog, düşüncelerinizi paylaşmak için ideal bir platformdur. Medium gibi siteler, bu konuda başlangıç için harika birer araçtır.

Video içerik: YouTube veya Twitch gibi platformlar, video yoluyla kendini ifade etmek isteyenler için büyük bir alan sunuyor. Eğitim videoları, vloglar veya oyun yayınları gibi farklı formatlar deneyebilirsiniz.

Podcast: Sesli içerik, dinleyicilerle samimi bir bağ kurmanın etkili bir yoludur. İlgi alanınıza göre bir podcast başlatabilirsiniz.

Dijital sanat: Görsel sanatlar, grafik tasarım veya dijital illüstrasyon gibi alanlarda yeteneğiniz varsa, Behance, DeviantArt veya Instagram gibi platformlarda eserlerinizi paylaşabilirsiniz.

Zorluklar ve dikkat edilmesi gerekenler

Dijital dünyada kendini ifade etmek özgürleştirici olsa da, bazı riskler ve zorluklar da barındırır. Bu nedenle dikkatli ve bilinçli bir yaklaşım benimsemek çok önemli:

Gizlilik ve güvenlik: İnternette paylaştığınız her şey kalıcı olabilir. Kişisel bilgilerinizi paylaşırken dikkatli olmalı, gizlilik ayarlarınızı düzenli olarak kontrol etmelisiniz.

Eleştiri ve trolleme: Dijital dünyada fikirlerinizi paylaşmak, olumlu geri bildirimlerin yanı sıra eleştirilere ve hatta kötü niyetli saldırılara da maruz kalmanıza neden olabilir. Bu durumla başa çıkmak için duygusal dayanıklılık geliştirmek önemlidir.

Bilgi kirliliği: Herkesin içerik üretebildiği bir dünyada, yanlış bilgi yayma riski de artar. Kendinizi ifade ederken doğru ve güvenilir bilgilere dayanmaya özen gösterin.

Dijital itibar: İnternetteki davranışlarınız, dijital ayak izinizi oluşturur. İş, eğitim veya sosyal ilişkilerinizde bu izlerin etkisi olabilir. Bu nedenle sorumlu bir dijital vatandaş olmak önemlidir.

Zaman yönetimi: Sürekli içerik üretme ve sosyal medyada aktif olma baskısı, zaman yönetimi sorunlarına ve hatta dijital bağımlılığa yol açabilir. Dengeli bir yaklaşım benimsemek önemlidir.

Başarı için bazı ipuçları

Dijital çağda etkili bir şekilde kendinizi ifade etmek için aşağıdaki stratejileri kullanabilirsiniz:

Otantik olun: Kendi sesinizi ve tarzınızı bulmaya çalışın, başkalarını taklit etmekten kaçının.

Hedef kitlenizi tanıyın: Kimlere hitap etmek istediğinizi belirlemek, içerik stratejinizi şekillendirmenize yardımcı olur.

Kaliteye önem verin: Sayıdan çok kaliteye odaklanın. İyi araştırılmış, özenle hazırlanmış içerikler daha fazla değer taşır.

Etkileşime açık olun: Takipçilerinizle veya okuyucularınızla iletişim kurarak bir topluluk hissi yaratın. Yorumlara yanıt vermek, soruları cevaplamak önemlidir.

Sürekli öğrenin: Dijital dünya hızla değişiyor. Yeni trendleri, araçları ve teknikleri öğrenerek kendinizi geliştirmeye devam edin.

Dijital çağın dinamikleri sürekli evriliyor. Sanal gerçeklik (VR), artırılmış gerçeklik (AR), yapay zekâ (AI) ve metaverse gibi teknolojiler, kendini ifade etme biçimlerini daha da dönüştürecek gibi görünüyor.

Örneğin, metaverse’te kendi dijital avatarınızı oluşturup sanal bir sahnede konuşma yapabilir veya VR ortamlarında interaktif sanat eserleri sergileyebilirsiniz.

Bu yenilikler, yaratıcılık için sınırsız olanaklar sunarken, etik ve mahremiyet gibi konularda da yeni tartışmaları beraberinde getiriyor.

Paylaşın

Kazimierz Kelles-Krauz Ve Marksist Milliyetçilik Teorisi

Modern milliyetçiliğin öncülerinden biri olarak kabul edilen Kelles-Krauz’un Marksist milliyetçilik teorisi, ulusal kimlik ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi anlamak isteyenler için tarihsel bir perspektif sunmaya devam ediyor.

Kurtuluş Aladağ / Marksizmin temel ilkelerini benimseyen Kelles-Krauz, ulusal kimlik ve milliyetçilik meselelerini tarihsel materyalizm çerçevesinde ele almıştır. Kelles-Krauz’un Marksist milliyetçilik teorisi, milliyetçiliği burjuva ideolojisi olarak reddeden katı Marksist yaklaşımlardan ayrılır ve ulusal hareketleri işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirir.

Ulusal Kimlik ve İşçi Sınıfı Mücadelesi

Ulusal bilincin ve milliyetçiliğin, kapitalizmin gelişimiyle birlikte tarihsel bir gerçeklik olarak ortaya çıktığını savunan Kelles-Krauz, ulusal kimliğin, işçi sınıfının kendi çıkarlarını savunmasında bir araç olabileceğini öne sürer. Kelles-Krauz, özellikle sömürge ya da yarı-sömürge durumunda olan ülkelerde, ulusal bağımsızlık mücadelesinin, aynı zamanda işçi sınıfının özgürleşme sürecinin bir aşaması olduğunu kabul eder.

Bu bakış açısı, ulusal kurtuluş hareketlerini devrimci bir aşama olarak değerlendirir ve işçi sınıfının bu hareketlerde öncü bir rol oynaması gerektiğini vurgular.

Tarihsel Materyalizm ve Milliyetçilik

Milliyetçiliği, tarihsel materyalist bir perspektiften değerlendiren Kelles-Krauz’a göre, ulusal hareketler, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve kapitalizmin ulus devletler temelinde örgütlenmesiyle bağlantılıdır. Ancak, ulusal hareketlerin devrimci ya da gerici olup olmadığı, bu hareketlerin hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğine bağlıdır. İşçi sınıfı önderliğinde gerçekleşen ulusal hareketler, sosyalist devrimin bir parçası olabilir.

Demokrasi ve Ulusal Devlet

Kelles-Krauz, ulusal devletin, kapitalizmin gelişimi için gerekli olduğunu ve bu süreçte demokrasinin önemli bir rol oynadığını belirtir. Ulusal devlet, yerel ve bölgesel ayrıcalıkları ortadan kaldırarak kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasını sağlar. Ancak, bu süreçte işçi sınıfı, ulusal devletin demokratik bir şekilde örgütlenmesini talep ederek kendi çıkarlarını savunmalıdır. Kelles-Krauz’a göre, ulusal bağımsızlık, işçi sınıfının siyasi özgürlüklerini genişletmesi için bir zemin oluşturur.

Enternasyonalizm ve Ulusalcılık Arasındaki Denge

Kelles-Krauz’a göre, enternasyonalizm, ulusal kimliklerin yok sayılması anlamına gelmez; aksine, ulusal kurtuluş mücadeleleri, uluslararası işçi sınıfı dayanışmasının bir parçası olarak görülmelidir. Özellikle sömürge ya da yarı – sömürge durumunda olan ülkelerdeki ulusal hareketlerin işçi sınıfı tarafından sahiplenilmesi gerektiğini savunur.

Geriye Dönük Devrim Yasası

Kelles-Krauz’un sosyolojiye en önemli katkılarından biri, “Geriye Dönük Devrim Yasası”dır. Bu yasa, her reform hareketinin mevcut toplumsal normları değiştirmek için önerdiği ideallerin, geçmişteki bir dönemin normlarına benzer olduğunu öne sürer. Teori, milliyetçilik bağlamında, ulusal hareketlerin geçmişteki ulusal değerlere ve kimliklere vurgu yaparak harekete geçtiğini ortaya koyar. Kelles-Krauz, Geriye Dönük Devrim Yasası’nı kullanarak, milliyetçiliğin tarihsel bir olgu olarak nasıl işlediğini açıklamaya çalışır.

Polonya Bağlamında Kelles-Krauz’un Teorisi

Kelles-Krauz’un teorisi, 19. yüzyılda, Rus Çarlığı, Prusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında bölünmüş Polonya’nın tarihsel koşulları bağlamında anlam kazanmıştır. Polonya Sosyalist Partisi (PPS) içinde aktif rol alan Kelles-Krauz, ulusal bağımsızlık taleplerini sosyalist bir perspektifle birleştirmeye çalışmıştır. Kelles-Krauz’a göre, Polonya’nın bağımsızlığı, işçi sınıfının siyasi ve ekonomik özgürleşmesi için bir önkoşuldur. Ancak, bu bağımsızlık, burjuva sınıfının değil, işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmelidir.

Polonya burjuvazisinin, Rus Çarlığı ile uzlaşarak ulusal bağımsızlık mücadelesinden vazgeçebileceğini ve işçi sınıfına karşı mevcut düzeni savunabileceğini belirten Kelles-Krauz, bu nedenle, işçi sınıfının ulusal hareketin liderliğini ele alması gerektiğini savunur.

Kelles-Krauz, bu yaklaşımıyla, dönemin diğer Marksist düşünürlerinden, özellikle de enternasyonalizmi ulusal taleplerin önüne koyan Rosa Luxemburg gibi isimlerden ayrılır. Luxemburg, Polonya’nın bağımsızlığını desteklemeyi, sosyalist devrimin enternasyonal hedeflerini zayıflatacağı gerekçesiyle reddetmiştir. Buna karşılık, Kelles-Krauz, ulusal bağımsızlığın sosyalist devrimin bir aşaması olduğunu savunarak daha pragmatik bir yaklaşım sergilemiştir.

Kelles-Krauz’un Teorisinin Modern Milliyetçilik Çalışmalarındaki Yeri

Kelles-Krauz’un Marksist milliyetçilik teorisi, modern milliyetçi yaklaşımların öncülerinden biri olarak kabul edilir. Kelles-Krauz, milliyetçiliğin kökenlerini ve etkilerini sistematik bir şekilde incelemiş ve bu olguyu Marksist bir çerçevede açıklamaya çalışmıştır. Kelles-Krauz’un teorisi, milliyetçiliği sadece bir ideoloji olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik ilişkilerin bir ürünü olarak görmesi açısından önemlidir.

Kelles-Krauz’un teorisi, özellikle sömürgecilik karşıtı mücadelelerin yoğunlaştığı 20. yüzyılda, ulusal kurtuluş hareketlerini sosyalist bir perspektiften destekleyen Marksist düşünürler için bir ilham kaynağı olmuştur.

Paylaşın

Özgür İrade Bir İllüzyon Mu?

Özgür irade, insanlık tarihinin en tartışmalı konularından biridir. Felsefe, bilim, nörobilim, psikoloji ve din gibi birçok disiplin, özgür iradenin var olup olmadığını veya bir illüzyon olup olmadığını sorgulamıştır.

Haber Merkezi / Bu soruya verilen yanıtlar, bireyin dünya görüşüne, inancına ve bilimsel verilere nasıl yaklaştığına bağlı olarak değişmektedir.

Felsefi Perspektifler

Felsefede özgür irade, insanın kararlarını ve eylemlerini tamamen kendi kontrolü altında, dışsal veya içsel zorunluluklardan bağımsız olarak gerçekleştirebilme yeteneği olarak tanımlanır. Bu konuda başlıca üç ana görüş vardır:

Determinizm: Evrendeki her olay, önceki olayların bir sonucu olarak belirlenmiştir. Bu görüşe göre, özgür irade bir illüzyondur çünkü tüm kararlarımız fiziksel yasalar, genetik faktörler ve çevresel etkiler tarafından belirlenir. 18. yüzyıl filozofu Pierre-Simon Laplace, “Laplace’ın Şeytanı” düşünce deneyinde, eğer evrenin tüm durumunu ve fiziksel yasalarını bilebilseydik, geleceği mükemmel bir şekilde tahmin edebileceğimizi öne sürmüştür. Bu durumda özgür irade için yer kalmaz.

Libertaryenizm (Özgür İradecilik): Özgür iradenin gerçek olduğunu ve insanın deterministik olmayan bir şekilde seçim yapabileceğini savunur. Bu görüş, bilinç ve iradenin fiziksel yasaların ötesinde bir özgürlük alanına sahip olduğunu öne sürer. Örneğin, bazı filozoflar (örneğin, Immanuel Kant), özgür iradenin ahlaki sorumluluk için gerekli olduğunu savunur.

Uyumlulukçuluk (Compatibilism): Özgür irade ile determinizmin bir arada var olabileceğini savunur. Bu görüşe göre, özgür irade, eylemlerimizin dışsal zorlamalar olmaksızın kendi arzularımıza ve niyetlerimize göre belirlenmesi anlamına gelir, ancak bu arzular ve niyetler yine de deterministik süreçlerin bir sonucu olabilir. Filozof Daniel Dennett, bu görüşün modern savunucularından biridir.

Bilimsel Perspektifler (Nörobilim ve Fizik)

Bilimsel araştırmalar, özellikle nörobilim ve fizik alanındaki gelişmeler, özgür irade tartışmasını daha da karmaşık hale getirmiştir.

Nörobilim ve Libet Deneyi: 1980’lerde Benjamin Libet tarafından yapılan deneyler, özgür irade tartışmasında büyük yankı uyandırmıştır. Libet, bir kişinin bir hareketi yapmaya karar vermeden önce (örneğin, elini kaldırmak) beyinde bilinçsiz bir hazırlık potansiyelinin (readiness potential) oluştuğunu göstermiştir.

Bu, karar verme sürecinin bilinçli farkındalıktan önce başladığını ve dolayısıyla özgür iradenin bir illüzyon olabileceğini düşündürmüştür. Ancak bu deneylerin yorumu tartışmalıdır; bazıları bunun özgür iradeyi tamamen ortadan kaldırmadığını, sadece bilinçli kontrolün zamanlamasını sorguladığını savunur.

Kuantum Fiziği: Kuantum mekaniği, evrende belirli bir düzeyde belirsizlik (indeterminism) olduğunu gösterir. Bazı filozoflar ve bilim insanları, bu belirsizliğin özgür irade için bir alan açabileceğini öne sürer. Ancak, kuantum belirsizliği özgür irade anlamına gelmez; çünkü rastgelelik, bilinçli kontrolün bir biçimi değildir.

Genetik ve Çevresel Faktörler: İnsan davranışlarının genetik yapımız, çevresel koşullar ve geçmiş deneyimler tarafından büyük ölçüde belirlendiği bilinmektedir. Bu durum, özgür iradenin sınırlarını sorgulatır.

Psikolojik ve Toplumsal Perspektifler

Psikoloji, özgür irade algısının insan davranışı ve ahlaki sorumluluk üzerindeki etkilerini inceler. Özgür irade bir illüzyon olsa bile, bu algının varlığı bireylerin ve toplumların işleyişi için önemli olabilir:

Özgür İrade Algısının Önemi: Araştırmalar, özgür iradeye inanmanın bireylerin daha ahlaki ve sorumlu davranmasına yol açabileceğini göstermektedir.

Bilinçaltı Etkiler: Psikolojik deneyler, bilinçaltı etkilerin (örneğin, reklamlar, önyargılar, alışkanlıklar) kararlarımızı büyük ölçüde şekillendirdiğini göstermektedir. Bu, özgür iradenin en azından kısmen bir illüzyon olabileceğini düşündürmektedir.

Dini ve Metafizik Perspektifler

Dinler ve metafizik sistemler, özgür irade konusuna farklı yaklaşımlar sunarlar:

Teistik Dinler: Hristiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik gibi tek tanrılı dinler, genellikle özgür iradenin varlığını savunur. İnsanların ahlaki sorumluluk taşıyabilmesi ve Tanrı’nın adaletinin anlamlı olabilmesi için özgür iradenin gerekli olduğu düşünülür. Ancak, bazı teolojik görüşler (örneğin, Kalvinizm’deki kadercilik), Tanrı’nın her şeyi önceden belirlediğini ve özgür iradenin sınırlı olduğunu öne sürer.

Doğu Felsefeleri: Hinduizm ve Budizm gibi geleneklerde, özgür irade kavramı daha karmaşıktır. Örneğin, Budizm’de “kader” (karmanın bir sonucu olarak) ve özgür irade arasında bir denge aranır; birey, geçmiş karmanın etkileri altında olsa da, bilinçli seçimlerle geleceğini şekillendirebilir.

Sonuç olarak özgür irade, hem bilimsel hem de felsefi olarak çözülmesi zor bir sorundur. Günümüz bilimsel verileri, özgür iradenin en azından kısmen bir illüzyon olabileceğini düşündürse de, bu durum insan bilincinin ve ahlaki sorumluluğunun önemini ortadan kaldırmaz. Özgür irade bir illüzyon olsa bile, bu illüzyon insan hayatı için anlamlı ve işlevsel olabilir.

Bu soruya verilen yanıtlar, hem bilimsel keşiflerin ilerlemesine hem de bireysel dünya görüşüne bağlı olarak değişmeye devam edecektir.

Paylaşın

Karanfil Devrimi Neydi?

Karanfil Devrimi, 25 Nisan 1974 tarihinde Portekiz’de bir askeri darbe ile başlayan ve şiddet kullanılmadan, otoriter bir rejimden demokrasiye geçiş sürecini ifade eden bir olaydır.

Haber Merkezi / Portekizce “Revolução dos Cravos” olarak bilinen devrim, adını halk tarafından silahların ve tankların namlularına  karanfiller takılmasından almıştır. Portekiz tarihinin en önemli noktalarından biri olarak kabul eden bu olay, Avrupa’daki faşist rejimlere karşı mücadelede sembolik bir öneme sahiptir.

Karanfil Devrimi, 1930’larda Antonio de Oliveira Salazar tarafından kurulan ve Marcelo Caetano tarafından devam ettiren (Estado Novo / Yeni Devlet) rejime bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemdeki rejim, baskıcı politikalar, siyasi muhalefetin susturulması, sansür, özgürlüklerin kısıtlanması ve sömürgeci politikalarla karakterize edilmiştir.

Özellikle Afrika’daki sömürgelerde (Angola, Mozambik, Gine-Bissau gibi) sürdürülen savaşlar, ekonomik krizler ve halkın artan hoşnutsuzluğu, devrimin temel nedenlerini oluşturmuştur.

Portekiz, 1960’lardan itibaren Afrika’daki sömürgelerinde bağımsızlık hareketleriyle karşı karşıya kalmıştır. Angola, Mozambik ve Gine-Bissau’daki savaşlar, hem ekonomik hem de insan kaynakları açısından ülkeyi tükenme noktasına getirmiştir.

Zorunlu askerlik süresinin uzatılması ve asker kaçaklarının artması, halkın ve ordunun rejime olan tepkisini artırmıştır. Yoksulluk, işsizlik ve düşük yaşam standartları halk arasında büyük bir memnuniyetsizlik yaratmıştır.

Estado Novo rejimi, muhalefeti bastırmış, siyasi partileri yasaklamış ve özgürlükleri ciddi şekilde kısıtlamıştır. Bu durum, halkın demokratik bir yönetim talebini artırmıştır.

Özellikle genç ve sol eğilimli subaylar, rejimin politikalarından ve sömürge savaşlarından duydukları rahatsızlık nedeniyle bir hareket başlatmıştır. Bu grup, Silahlı Güçler Hareketi (Movimento das Forças Armadas – MFA) adı altında örgütlenmiştir.

Devrimin başlangıç işareti: Ve Vedalaştıktan Sonra

Devrimin ilk sinyali, 24 Nisan 1974 tarihinde Eurovision Şarkı Yarışması’nda Portekiz’i temsil eden Paulo de Carvalho’nun “E depois do adeus” (Ve Vedalaştıktan Sonra) adlı şarkısının çalınmasıyla verilmiştir. Bu şarkı, devrimin başlangıç işareti olarak kullanılmıştır.

Ertesi gün, 25 Nisan 1974 saat 00:15’te, Zeca Afonso’nun “Grandola, Vila Morena” adlı şarkısının ulusal radyo kanalında çalınmasıyla Silahlı Güçler Hareketi devrimi resmen başlatmıştır.

MFA’nın liderliğindeki kuvvetler, stratejik noktaları (havaalanları, radyo istasyonları, hükümet binaları) ele geçirmiştir. Radyolardan sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine rağmen, halk devrimcileri desteklemek için sokaklara dökülmüştür.

Lizbon Çiçek Pazarı’nda bulunan karanfiller, askerlerin silahlarının ve tanklarının namlularına takılmış, bu da devrimin barışçıl doğasını ve halkın desteğini simgelemiştir. Bu görüntü, devrimin “Karanfil Devrimi” olarak anılmasının temel nedeni olmuştur.

Başbakan Marcelo Caetano ve devlet başkanı Americo Tomas, iktidarı bırakarak Brezilya’ya kaçmıştır. Devrim, özellikle düşük rütbeli subaylar ve sol görüşlü askerler tarafından gerçekleştirildiği için “Yüzbaşılar Hareketi” olarak da bilinir.

Avrupa’daki faşist rejimlere darbe

Devrim, Portekiz’de otoriter rejimin sona ermesini ve iki yıllık bir geçiş sürecinin ardından demokratik bir yönetimin kurulmasını sağlamıştır. 1976’da yeni bir anayasa kabul edilmiş ve özgür seçimler yapılmıştır.

Devrim, Portekiz’in Afrika’daki sömürgeci politikalarını sona erdirmiştir. Gine-Bissau, Angola, Mozambik, Sao Tome ve Principe gibi ülkeler kısa sürede bağımsızlıklarını kazanmıştır. Ancak, Doğu Timor’un bağımsızlığı Endonezya tarafından işgal edilmesiyle kesintiye uğramıştır.

Karanfil Devrimi, Avrupa’daki diğer faşist rejimlere (örneğin, İspanya’daki Franco rejimi) karşı bir ilham kaynağı olmuştur. Portekiz, Batı Avrupa’nın en uzun süren diktatörlüklerinden birini devirerek demokrasi yolunda önemli bir adım atmıştır.

Devrim, Portekiz toplumunda köklü değişimlere yol açmıştır. İşçi hakları, kadın hakları ve eğitim gibi alanlarda reformlar yapılmış, sansür kaldırılmış ve siyasi mahkumlar serbest bırakılmıştır.

Karanfil Devrimi’nin önemi

Karanfil Devrimi, sadece Portekiz için değil, dünya tarihi için de önemli bir olaydır. Şiddet kullanılmadan bir diktatörlüğün devrilmesi, halkın ve ordunun dayanışması, ve karanfil çiçeğinin barışçıl bir sembol olarak kullanılması, devrimi eşsiz kılmıştır.

Devrim, özellikle sosyalist ve anti-faşist hareketler için bir ilham kaynağı olmuş, aynı zamanda “renkli devrimler” veya “çiçek devrimleri” olarak bilinen diğer barışçıl hareketlere (örneğin, Gürcistan’daki Gül Devrimi) örnek teşkil etmiştir.

Karanfil Devrimi,, Portekiz’de “Özgürlük Günü” olarak kutlanmakta ve karanfil çiçeği, özgürlük ve demokrasinin sembolü olarak anılmaktadır.

Paylaşın

NATO, ABD Olmadan Varlığını Sürdürebilir Mi?

1949 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı kolektif savunma sağlamak amacıyla kurulan NATO’nun (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ABD (Amerika Birleşik Devletleri) olmadan varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği, son dönemin en popüler tartışma konularından biri.

Kurtuluş Aladağ / NATO’nun askeri kapasitesinin büyük bir kısmını üstlenen ABD, aynı zamanda, örgütün toplam savunma harcamalarının yaklaşık yüzde 70’ini karşılar (2023 itibarıyla). NATO’nun Avrupa’daki askeri varlığı ise, özellikle nükleer caydırıcılık (ABD’nin nükleer şemsiyesi), istihbarat paylaşımı, lojistik destek ve ileri teknoloji silah sistemleri, büyük ölçüde ABD’ye dayanır.

Avrupa ülkeleri arasında bir köprü görevi görerek, NATO’nun “Kuzey Atlantik” karakterinin korunmasını sağlayan ABD, ayrıca, NATO’nun siyasi ve stratejik liderliğini de üstlenir. NATO’nun en üst düzey askeri komutanı olan SACEUR (Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanı) her zaman bir ABD’li general olmuştur.

ABD olmadan NATO’nun karşılaşacağı zorluklar

ABD’nin NATO’dan tamamen çekilmesi veya katkısını azaltması durumunda, NATO’nun karşı karşıya kalacağı temel zorluklar şu şekilde sıralayabiliriz:

Askeri kapasite: Avrupa ülkeleri, NATO’nun toplam savunma harcamalarının sadece yüzde 30’unu karşılamaktadır (2023 itibarıyla). ABD’nin çekilmesi durumunda, bu yükün Avrupa ülkeleri tarafından karşılanması anlamına gelir. Ancak, birçok Avrupa ülkesi, savunma bütçelerini artırma konusunda siyasi ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya. Örneğin, NATO’nun GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya ayırma hedefini 2023 itibarıyla 11 üye ülke karşılayabildi.

ABD, NATO’nun nükleer caydırıcılık kapasitesinin temelini oluşturur. Avrupa’da ise sadece İngiltere ve Fransa nükleer silahlara sahiptir, bu ülkelerin nükleer silah kapasiteleri ABD nükleer silah kapasitesi ile kıyaslanamayacak derecede sınırlıdır.

ABD ayrıca, NATO’nun hava savunma sistemleri, uydu istihbaratı, insansız hava araçları ve siber güvenlik gibi kritik alanlarda lider ülke konumundadır. ABD’nin NATO’dan çekilmesi durumunda, Avrupa ülkelerinin bu açığı kapatması yıllar alabilir.

Siyasi birlik: ABD’nin çekilmesi, NATO içinde bir liderlik boşluğu oluşturabilir. Avrupa ülkeleri arasında stratejik öncelikler ve çıkarlar konusunda sık sık anlaşmazlıklar yaşanmaktadır (Örneğin, Almanya’nın enerji politikaları, Fransa’nın Avrupa özerkliği vurgusu, Doğu Avrupa ülkelerinin Rusya tehdidine odaklanması). Bu durum, NATO’nun karar alma süreçlerini sekteye uğratabilir.

Güvenlik tehditleri: NATO için temel tehdit algısı, özellikle 2014 Kırım ilhakından ve 2022 Ukrayna işgalinden sonra, Rusya’dan gelmektedir. ABD’nin çekilmesi, NATO’nun Rusya’ya karşı var olan caydırıcılığını zayıflatabilir.

NATO ayrıca, Çin’in son yıllardaki yükselişini bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. ABD’nin çekilmesi, NATO’nun Çin’e yanıt verme kapasitesini de azaltabilir.

ABD olmadan NATO’nun varlığını sürdürmesi için gerekenler

ABD’nin çekilmesi durumunda NATO’nun varlığını sürdürebilmesi, Avrupa ülkelerinin aşağıdaki adımları atmasına bağlıdır:

Savunma harcamalarının artırılması: Avrupa ülkelerinin, NATO’nun yüzde 2 GSYİH hedefini karşılaması ve hatta aşması gerekecektir. Bu, özellikle Almanya, İtalya ve İspanya gibi büyük ekonomiler için kritik önemdedir.

Avrupa savunma özerkliği: Avrupa Birliği, NATO’ya paralel olarak kendi savunma kapasitesini güçlendirebilir. AB’nin PESCO (Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği) gibi girişimleri, Avrupa ülkelerinin ortak askeri projeler geliştirmesine olanak tanıyabilir. Ancak, AB’nin NATO’dan bağımsız bir savunma örgütü haline gelmesi, uzun vadeli bir hedef olarak görülmektedir.

Nükleer caydırıcılığın yeniden düzenlenmesi: Avrupa’nın nükleer caydırıcılık kapasitesini artırmak için İngiltere ve Fransa’nın nükleer silahlarını daha aktif bir şekilde paylaşmasını gerektirebilir. Ancak, bu durum siyasi ve hukuki zorluklar da (örneğin, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması – NPT) oluşturabilir.

Yeni stratejik ortaklıklar: ABD’nin çekilmesi durumunda, NATO’nun Kanada, Avustralya ve Japonya gibi Atlantik ötesi veya Hint – Pasifik bölgesindeki müttefiklerle bağlarını güçlendirmesi gerekebilir. Bu, NATO’nun küresel bir savunma örgütü olarak yeniden konumlanmasını sağlayabilir.

ABD’nin NATO’dan çekilmesi durumunda ortaya çıkabilecek olası senaryolar

NATO’nun zayıflaması ve dağılması: Eğer Avrupa ülkeleri, ABD’nin çekilmesinin oluşturduğu boşluğu dolduramazlar ise, NATO’nun caydırıcılığı ciddi şekilde zayıflayabilir. Bu, üye ülkeler arasında güven kaybına ve nihayetinde örgütün dağılmasına yol açabilir.

Avrupa Merkezli bir NATO: Avrupa ülkeleri, ABD’nin çekilmesini bir fırsat olarak görerek NATO’yu yeniden yapılandırabilir.

Yeni bir güvenlik oluşumu: ABD’nin çekilmesi, NATO’nun yerini alacak yeni bir Avrupa güvenlik (örneğin, AB Savunma Birliği) oluşumunu hızlandırabilir.

Sonuç olarak, NATO’nun ABD olmadan varlığını sürdürebilmesi, Avrupa ülkelerinin siyasi iradesine, ekonomik kaynaklarına ve tehdit algılarına bağlıdır. Şu anki koşullarda, ABD’nin çekilmesi NATO’yu ciddi bir krize sokabilir, ancak bu durum, Avrupa’yı daha özerk bir savunma politikası geliştirmeye zorlayarak uzun vadede olumlu sonuçlar da doğurabilir.

Paylaşın

Komplo Teorilerine Neden İnanılıyor?

Yapılan son araştırmalar, komplo teorilerinin genellikle psikolojik dengeleyiciler olarak hizmet ettiğini, dezavantajlı hissedenlerin, dezavantajlı hissettiklerine karşı sembolik olarak meydan okumasının bir yolu olduğunu gösteriyor.

Haber Merkezi / Komplo teorilerine inanmasının ardında hem psikolojik hem de sosyolojik pek çok faktör yatıyor.

Psikolojik Nedenler:

Belirsizliğe karşı savunma: Karmaşık veya belirsiz olayları anlamlandırmak için basit açıklamalar aranır. Örneğin, küresel bir pandemiyi “doğal bir süreç” olarak kabul etmek yerine, “bir laboratuvarda tasarlandı” gibi bir komplo teorisi, olaylara bir düzen ve kontrol hissi katar. Psikologlar buna “bilişsel kapatma ihtiyacı” diyor.

Kontrol ihtiyacı: Dünya öngörülemez göründüğünde, komplo teorileri bir şeylerin “gizli bir el” tarafından yönlendirildiği hissini verir. Bu, tamamen tesadüfi bir evrende yaşamaktan daha rahatlatıcı olabilir.

Kimlik ve aidiyet: Komplo teorilerine inanmak, bir gruba ait olma hissi verir. “Gerçeği bilen azınlık” olmak, özel ve üstün hissetmeyi sağlar. Örneğin, sosyal medyada sıkça görülen komplo toplulukları, bu aidiyet duygusunu pekiştirir.

Güvensizlik: Kurumlara duyulan güvensizlik, alternatif anlatılara yönelmeyi teşvik eder. Tarihsel ihanetler veya skandallar bu şüpheyi besler.

Evrimsel kökenler:

Tehlike algısı: İnsan beyni, hayatta kalmak için tehditleri tespit etmeye göre gelişmiştir. Komplo teorileri, bu “aşırı duyarlılık” mekanizmasının modern bir yansıması olabilir. Atalarımız için çalıdaki bir hışırtıyı “kaplan” olarak yorumlamak yanlış olsa bile hayatta kalmayı artırırdı. Bu, günümüzde “gizli bir örgüt her şeyi kontrol ediyor” düşüncesine dönüşebilir.

Anlam çıkarma: Rastgele olaylarda bile anlam çıkarma eğilimi (apofeni). Apofeni, evrimsel olarak faydalıydı çünkü çevreden anlam çıkarmak hayatta kalmayı kolaylaştırdı. Ancak bu özellik, yanlış bağlantılar kurmaya da yol açtı: “Aşılar çıktı, hastalık arttı, o halde aşılar suçlu” gibi.

Sosyolojik ve kültürel faktörler:

Bilgi çağı ve kaos: İnternet, bilgiye erişimi artırdı ama aynı zamanda yanlış bilgiyi de yaygınlaştırdı. Sosyal medya platformlarında, bir komplo teorisi saniyeler içinde binlerce kişiye ulaşabilir. Algoritmalar da bu tür içeriklerin yayılmasını teşvik eder, çünkü duygusal tepkiler (öfke, korku) daha fazla etkileşim getirir.

Toplumsal kutuplaşma: Komplo teorileri, “biz ve onlar” ayrımını keskinleştirir. Örneğin, siyasi görüşüne göre bir grup bir olayda “derin devlet”i suçlarken, diğeri “büyük sermaye”yi hedef alabilir.

Tarihsel örnekler: Bazı komplo teorileri geçmişte doğrulanmıştır (örneğin, MKUltra projesi). Bu, “her şüphede bir gerçek payı vardır” algısını güçlendirir.

MKUltra projesi ya da MK-Ultra, CIA tarafından; insanlar üzerinde yapılan, bazıları yasa dışı bir dizi deneyden oluşan projeye verilen kod ad.

Kişisel özellikler:

Bilişsel önyargılar: “Onaylama önyargısı” (confirmation bias), yalnızca inançları destekleyen kanıtlara odaklanmaya neden olur. Bir komplo teorisine inananlar, komplo teorisini çürüten kanıtları görmezden gelir.

Duygusal tetikleyiciler: Korku, öfke veya çaresizlik, mantıklı düşünmeyi bastırır. Komplo teorileri bu duyguları sömürerek daha çekici hale gelir.

Eğitim ve eleştirel düşünce: Araştırmalar, eleştirel düşünme becerisi düşük olanların komplo teorilerine daha yatkın olduğunu gösteriyor. Ancak bu, zeka ile değil, genellikle bilgi kapasitesiyle ilgili.

Paylaşın

Demokrasinin Oksijeni: İfade Özgürlüğü Ve Bilgi Edinme Hakkı

Demokratik sistemlerde, ifade özgürlüğü, sistemin temel taşlarından birini oluştururken, bilgi edinme hakkı da, sistemin işleyişinde ve bireylerin siyasal süreçlere katılımında merkezi bir rol oynar.

Kurtuluş Aladağ / “Halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlanan demokrasi, tarihsel süreç içerisinde “sosyalist demokrasi” ve “liberal demokrasi” olarak iki ana çizgide gelişmiştir. Günümüz dünyasında “liberal demokrasi” daha yaygın olarak kabul görmekte ve uygulanmaktadır.

İfade özgürlüğü: Demokratik bir sistemin sağlıklı işleyebilmesi için ifade özgürlüğü kritik bir rol oynar. İfade özgürlüğü, toplumu oluşturan bireylerin düşüncelerini, fikirlerini, inançlarını ve bilgilerini, hem sözlü hem de yazılı olarak özgürce ifade edebilmesi şeklinde tanımlanabilir.

Farklı görüşlerin ifade edilebilmesi, demokratik sistemin vazgeçilmezi olan bireylerin siyasi süreçlere katılımını teşvik eder, bu da hem toplumsal sorunların çözümü hem de toplumsal ilerleme için yeni fikirlerin ortaya çıkmasına neden olur.

İfade özgürlüğü, sonsuz olmadığı gibi, nefret söylemi ve yalan haber yayma şeklinde örneklendirebileceğimiz durumlar, demokratik ilkeler ve insan haklarına uyumlu bazı sınırlamalar ile dengelenir. Bu sınırlamalar, sansür ve baskı ile karıştırılmamalıdır.

Sonuç olarak, demokrasi ve ifade özgürlüğü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İfade özgürlüğü, demokrasinin sağlıklı işleyişi için bir ön koşul olarak görülürken, demokratik yapılar da ifade özgürlüğünün korunmasını ve geliştirilmesini teşvik eder. Ancak bu ilişkiyi korumanın ve dengede tutmanın sürekli bir çaba gerektirdiği de unutulmamalıdır.

Bilgi edinme hakkı: Demokrasi ve bilgi edinme hakkı arasındaki ilişki ise, demokratik sistemlerin işleyişinde ve bireylerin siyasi süreçlere katılımda merkezi bir rol oynar. Bilgiye erişmeyi ve bilgiyi kullanmayı kapsayan bilgi edinme hakkı, demokratik sistemlerin olmazsa olmazları olan şeffaflık, hesap verebilirlik ve siyasal sistemin denetlenmesinin temelini oluşturur.

Demokratik olarak tanımlanan birçok ülke, bilgi edinme hakkını garanti altına alan yasalar çıkarmıştır. Ancak, bu yasaların uygulanması süreci ülkeden ülkeye değişir. Ulusal güvenlik, kişisel verilerin korunması gibi nedenlerle bazı bilgilere erişim kısıtlanabilir. Bu sınırlamaların, demokratik ilkelerle ve insan haklarıyla uyumlu olması gerekir.

Sonuç olarak, bilgi edinme hakkı, demokratik sistemlerin gelişmesinde önemli bir yer tutar. Bu hakkın korunması ve geliştirilmesi, demokratik sistemin güçlenmesi ve bireylerin siyasi süreçlere tam katılımı için esastır.

John Stuart Mill, On Liberty’de (Özgürlük Üzerine) bilgiye erişimin demokrasinin temelini oluşturduğunu ve bu durumun bireylerin bilinçli kararlar alma kapasitesini artırdığını belirtmiştir. Mill ayrıca, bilgiye erişimin demokratik sistemin gelişimdeki önemini vurgulamıştır.

1946’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, bilgi edinme özgürlüğünü temel bir hak olarak tanıyan bir karara imza attı. Bu ilke daha sonra 1948’de Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 19. Maddesi’nde yer almıştır.

Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Dünya İnsan Hakları Konferansı tarafından yayınlanan 1993 Viyana Bildirgesi ile bu hakkı daha da güçlendirdi. Bu bildirge, ifade özgürlüğünün ve bilgiye erişimin, insan haklarının temel bileşenlerinden olduğu vurgulanmıştır.

Avrupa Konseyi 1981’de, üye devletlerin bu hakkın korumasını gerektiren yönergeler oluşturmuş ve Avrupa Komisyonu ise 1994’te, kurumları içinde şeffaflığı sağlamak için adımlar atmıştır. 2005’te, Avrupa Şeffaflık Girişimi’nin kabul edilmesiyle bu hak sağlamlaştırılmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bilgi edinme hakkını yasal bir standart olarak gören çığır açıcı kararlar vermiştir. Bu kararlar, dünya genelindeki yargı sistemlerinin bilgiye erişimi tanıması ve koruması için yol göstermiştir.

Paylaşın