Platon’a Göre “İyi Yaşam” Nedir?

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük düşünürlerinden biri olan Platon’un (M.Ö. 423 – 348), iyi bir yaşam için kişisel düşüncelerini paylaşmasını canlı duymak için neler verirdiniz?

Haber Merkezi / Platon’un son eserlerinden biri olan ve bireyin iyi bir hayat nasıl yaşayabileceği sorusuna nihai yanıtını verdiği Philebus’ta tam olarak bunu buluyoruz. Philebus, Platon’un diyalog biçiminde yazılmış bir eseridir. Platon’un öğretmeni Sokrates ile iki genç Atinalı, Philebus ve Protarchus arasındaki kurgusal bir konuşmayı sunar.

İyi bir yaşam için bilgi mi yoksa haz mı daha önemli?

Philebus’un başlangıcında, Sokrates ve Philebus karakterleri, iyi yaşam için bilginin mi yoksa hazzın mı daha fazla sorumlu olduğu konusunda çoktan bir çıkmaza girmişlerdir. Sokrates bilgiyi, Philebus ise hazzı (zevki) tercih eder. Ancak Philebus, sohbetten çoktan sıkılmıştır ve sohbetten ayrılır, yerine daha genç arkadaşı Protarchus geçer ve Sokrates ile birlikte diyaloğun geri kalanında ana karakter olur.

Philebus’un devamında karakterler, bilginin mi yoksa hazzın mı iyi bir yaşam için daha gerekli olduğu sorusunu ele alarak, bilgi olmadan haz dolu bir yaşam, haz olmadan bilgi dolu bir yaşam sürmenin nasıl olacağını tartışırlar.

Bilgi olmadan zevk dolu bir hayatın yeterli olmadığı, zevk olmadan da bilgi dolu bir hayatın yetersiz olduğu konusunda fikir birliği sağlanır. Bu durum, bilgi ve hazdan oluşan ‘karma bir hayatın’ tercih edilebilir olduğu konusunda anlaşmaya varılır.

En iyi sonuç için ne tür bilgi ve ne tür haz bir araya gelmeli?

İki tür bilgi tanımlanır; saf olan ve saf olmayan. Saf bilgi teoriktir, saf olmayan bilgi ise pratiktir.

Teorik bilgi “saftır” çünkü pratik bilgiyle eşleştirilemeyecek kadar kesinliğe sahiptir. Örneğin, teorik bilgi fiziksel dünyada var olamayacak mükemmel bir dairenin bilgisini içerir: Birinin fiziksel dünyada çizdiği her daire en azından biraz kusurlu olacaktır. Dolayısıyla, teorik bilgi ideal olduğu için saftır, pratik bilgi ise kusur içereceği için saf değildir.

Saf ve saf olmayan bilginin bir benzerini hazda bulunur, ancak bu benzetmeyi anlamak için Platon’un haz ve acı hakkındaki genel teorisini kısaca gözden geçirmek gerekir.

İnsan sağlığı, vücudun ve zihnin tüm parçalarının uyum içinde olduğu doğal durumdur. Bu uyum bozulduğunda acı hissederiz ve bu uyum yeniden sağlandığında haz duyarız.

Örneğin, susarsak, susuzluk acısı sağlığımızın uyumlu durumunu bozmuş olur ve sonuç olarak acı hissederiz. Su içtiğimizde, vücudumuzu uyumlu durumuna geri getiririz ve haz duyarız. Bu hazlar “saf değildir” çünkü acıdan önce gelirler ve bu da hazzın zıttıdır. Aslında, öncesinde gelen acı ne kadar büyükse, haz da o kadar büyük olur.

Eksikliğini bilmediğimiz birçok şey bize fayda sağlayabilir. İlk önce fark edilir bir ac yaşamadan bir yenilenmenin hazzını hissedebileceğimiz dönemler olacaktır. Bu olduğunda, “saf bir haz” veya fark edilir bir acıyla önceden gelmeyen veya ona eşlik etmeyen bir haz hissederiz.

Saf hazlar genellikle doğası gereği entelektüeldir, öğrenme, yaratma, uygulama ve benzeri hazları içerirler. Bunlara, duyusal hazları ve estetik hazlar da eklenebilir; yeter ki bu deneyimler bir tür “açlık” tarafından önceden hissedilmesin (bu açlık gerçek anlamda bir açlık veya bilgi, deneyim ve benzeri şeylere yönelik mecazi bir açlık olsun).

Sokrates ve Protarkhos, olası temel bileşenleri belirledikten sonra, saf ve saf olmayan bilgi ile saf ve saf olmayan zevk, iyi yaşam için kendi yöntemlerini yaratmaya hazırdırlar.

İyi yaşam, Sokrates ve Protarkhos’un hemfikir oldukları üzere, ona sahip olan ve onu kaybetme korkusu olmayan herkesin ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olduğu ve başka hiçbir şey istemeyeceği bir yaşamdır. Sokrates, görevi doğru su (bilgi) ve bal (haz) kombinasyonunu belirlemek olan bir içki karıştırıcısı metaforunu kullanır.

Her bilgi iyidir: Önce saf veya teorik bilgi kabul edilir, daha sonra tüm saf ve saf olmayan bilgilere kapı açılır, buna tüm sanatlar ve bilimler dahildir. İyi bir hayat yaşamak için, şeyleri anlamak için gerekli olan teorik bilgiye ihtiyacımız vardır, ancak hayatta ilerlemek için pratik bilgiye de ihtiyacımız vardır. Pratik veya saf olmayan bilgi, bir ev inşa etmemizi, alışveriş listesi yapmamızı, bir müzik aleti öğrenmemizi vb. sağlar.

Bazı zevkler iyidir: İyi yaşam için tüm bilgiler kabul edildikten sonra, haz konusunda ne yapılacağı sorusu yöneltilir. Hemen tüm saf hazların iyi yaşama girmesine izin verilir, ancak saf olmayan hazlarda duraksama olur.

Sokrates ve Protarkhos, biraz düşündükten sonra, seçilmiş birkaç saf olmayan haz sınıfını kabul ederler: gerekli hazlar (örneğin, yeme, içme ve cinsel üreme hazları) ve erdemli eylemlere eşlik eden hazlar (örneğin, ölçülülük, ihtiyat, cesaret ve adalet hazları). Sokrates ve Protarkhos, gerisini atarlar.

Bazı zevkler neden reddedilir? 

Saf, gerekli ve erdemli olanlar dışında kalan hazların neden reddedildiği sorusu karmaşıktır. Bu, sınırsız olma durumlarına dayanır, bu da hissedilen bir deneyim olarak hazzın geçici, değişken ve bağımlılık yapıcı olma eğiliminde olduğu anlamına gelir, çünkü daha fazlasını arzulama eğilimindeyiz.

Hazzın geçiciliğine bir örnek olarak, takımı gol attığında bir dakika neşeyle tezahürat eden, diğer takım gol attığında ise surat asan taraftarı düşünün, hazzı geçici ve istikrarsız. Hazzın (saf hazlar hariç) onu tanımlayacak ve dolayısıyla istikrarını sağlayacak içsel sınırları yoktur.

Gerekli hazlar, genel sağlığımızı destekledikleri ölçüde iyi yaşama dahil edilebilir, çünkü sağlığın kendisini, onu elde etme arayışımızı düzenlemek için standart veya sınır olarak kullanabiliriz. Bu, gerekli hazların sağlığımızı destekledikleri ölçüde iyi oldukları anlamına gelir. Gerekli hazlar durumunda, hazza kendisinde olmayan sınırı dışarıdan uygularız ve bunu yaparken onu iyi hale getiririz.

İyi yaşam

İyi yaşam, içinde birkaç damla bal (haz) bulunan bir bardak suya (bilgi) benzer. Karışımın kendisi, tek tek unsurları değil, iyi yaşamın en önemli yönü olarak ortaya çıkar. Karışımın yaratılmasına olanak sağlayan araçlar, yani akıl yürütme yetilerimiz, iyi yaşam için hazdan daha fazla sorumlu olduklarını kanıtlar, ancak haz yine de iyi yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmaya devam eder.

Paylaşın

Türkiye, Yeniden “Yatırım Yapılabilir Ülke” Seviyesine Ne Zaman Çıkar?

Dr. Atahan Çelebi, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu yükseltmesine ilişkin yaptığı değerlendirmede, bundan sonra gerek yerli gerekse yabancı yatırımcıların en önemli beklentisinin Türkiye’nin notunun “yatırım yapılabilir” seviyeye çıkması olduğunu kaydetti.

Atahan Çelebi, “Türkiye’den kurumsal tahvil alımları, menkul kıymet alımları esasen bu koşul sağlanırsa gerçekleşecek. O yüzden ekonomi politikalarında yaşanan olumlu sürecin devam etmesi gerekiyor. Özellikle döviz rezervlerindeki artışın sürmesi, net rezervin yükselmesi önemli. Ekonomik göstergeler, uygulanan politikaların etkisini yansıtmalı” diye konuştu.

İstatistiksel olarak bakıldığında Türkiye koşullarında bir ülkenin kredi notu düştükten sonra yeniden yükselişe geçmesi için yedi yıla yakın bir süre gerektiğine işaret eden Çelebi, “Ancak Türkiye’deki öngörülemez siyasi süreçler belirsizliği artırıyor” dedi.

Türkiye’de Mehmet Şimşek yönetiminde uygulanan ekonomi politikaları, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları tarafından olumlu karşılanmaya devam ediyor. Fitch Ratings ve S&P’nin Mart ve Mayıs aylarında yaptığı not artırımlarından sonra, Moody’s de tarihinde ilk kez Türkiye’nin kredi notunu iki kademe birden yükseltti.

Böylelikle Moody’s kararı öncesinde Uganda, Moğolistan ve Kongo ile aynı seviyede yer alan Türkiye, iki kademe not artışından sonra ise Bangladeş, Kosta Rika ve Namibya ile aynı seviyeye yükselmiş oldu. Ekonomideki sıkıntıları hafifletebilmek için uluslararası sermaye girişlerine ihtiyaç duyan Türkiye, hala her üç kuruluşun listesinde “yatırım yapılabilir ülke” seviyesinin dört basamak altında yer alıyor.

DW Türkçe’den Aram Ekin Duran‘a konuşan ekonomist ve yatırım danışmanlarına göre, AKP iktidarı ekonomide her şeyi doğru yapsa bile, Türkiye’nin “yatırım yapılabilir ülke” seviyesine çıkması en az iki yıl alacak. Olası bir erken seçim kararı ve sonrasında “rasyonel” politikalardan uzaklaşılması halinde ise ülke notu yeniden düşüşe geçebilir.

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu “B3″ten “B1″e yükseltirken, kredi notu görünümünü “pozitif” olarak korudu. Moody’s raporunda, Türkiye’nin kredi notunun tarihte ilk kez iki kademe birden yükseltilmesinin temel nedeni olarak ortodoks para politikasına kararlı ve “giderek daha iyi yerleşen geri dönüş” gösterildi.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) olan güvenin arttığına ve uygulanan para politikasının güçlendiğine işaret edilen raporda 2025 yılı sonu enflasyon beklentisi de yüzde 38’den yüzde 30’a çekildi.

Ayrıca sıkı politika duruşunun Türkiye’nin yüksek dış kırılganlığını önemli ölçüde azalttığına işaret edilen açıklamada, pozitif görünümün yukarı yönlü risk dengesini yansıttığı kaydedildi. Öte yandan ülkedeki siyasi risklerin kredi notunu olumsuz etkileme potansiyelinin devam ettiğine vurgu yapıldı.

Sagam Strateji Danışmanlık Kurucusu Ekonomist Murat Sağman’a göre, iki kademe not artırımının başlıca sebebi Mehmet Şimşek ile birlikte “ortodoks” para politikalarına geri dönüş ve Merkez Bankası politikalarındaki kredibilite artışı oldu.

Moody’s’in Türkiye değerlendirmesinde Fitch ve S&P’ye göre zaten geri kalmış olduğuna, dolayısıyla iki kademeli bir artışın şaşırtıcı olmadığına vurgu yapan Murat Sağman, “Şimdi en azından bir dengelenme oldu. İki kademde birden not artışı yapılması ise Türkiye için bir ilk” diyor.

Ancak Türkiye’nin kredi notu artmış olsa da Türkiye hala “yatırım yapılabilir ülke” seviyesinde değil. Türkiye’nin bu seviyeye ulaşması için ise Fitch, S&P ve Moody’s’den dört kademe daha not artırımı alması gerekiyor.

Türkiye’nin notu en son Mayıs 2013’te “yatırım yapılabilir ülke” seviyesine çıkarılmıştı. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından Türkiye’nin kredi notu her üç şirket tarafından da düşürülmeye başlanmış, 2019’da ise en düşük seviyeyi görmüştü.

Ne zaman “yatırım yapılabilir ülke” olur?

Bundan sonraki süreçte en çok merak edilen konu ise, Türkiye’nin ne zaman yeniden “yatırım yapılabilir ülke” seviyesine çıkacağı. Peki Türkiye’nin önünde daha ne kadar yol var?

Küresel sermaye, döviz ve emtia piyasalarına ilişkin danışmanlık hizmeti sunan STRFS (Stratejistanbul Financial Solutions) Başstratejisti Dr. Atahan Çelebi, yaşanan not artışlarının Türkiye’ye sermaye girişi açısından olumlu bir gelişme olduğunu söylüyor. Bununla birlikte Çelebi, not artışının beklenen bir gelişme olduğu için 22 Temmuz Pazartesi günü piyasalar açıldığında ciddi bir etki yaratmayacağı görüşünde.

Bundan sonra gerek yerli gerekse yabancı yatırımcıların en önemli beklentisinin Türkiye’nin notunun “yatırım yapılabilir” seviyeye çıkması olduğunu kaydeden Atahan Çelebi, “Türkiye’den kurumsal tahvil alımları, menkul kıymet alımları esasen bu koşul sağlanırsa gerçekleşecek. O yüzden ekonomi politikalarında yaşanan olumlu sürecin devam etmesi gerekiyor. Özellikle döviz rezervlerindeki artışın sürmesi, net rezervin yükselmesi önemli. Ekonomik göstergeler, uygulanan politikaların etkisini yansıtmalı” diye konuşuyor.

İstatistiksel olarak bakıldığında Türkiye koşullarında bir ülkenin kredi notu düştükten sonra yeniden yükselişe geçmesi için yedi yıla yakın bir süre gerektiğine işaret eden Çelebi, “Ancak Türkiye’deki öngörülemez siyasi süreçler belirsizliği artırıyor” diyor.

Türkiye’de önümüzdeki üç yıl sonunda yeni bir seçim ortamına girileceğinin altını çizen Atahan Çelebi, şu değerlendirmede bulunuyor:

“Bu noktada para politikasının ve mali disiplinin devam edip etmeyeceği tartışma konusu. Eğer bu koşullar altında devam edersek, benim tahminim 2 yıl içerisinde Türkiye’nin kredi notu yine yatırım yapılabilir seviyenin alt kısmına ulaşacaktır. Fakat tekrar altını çizelim. Seçim döneminde daha önce yaşandığı gibi gevşek politikalar, geri dönüş sinyalleri verilirse bu kredi artışları beklemeye girer. Ve bu pozitif eğilim kısa sürer.”

Son not artırımının sadece bir başlangıç olduğunu, henüz “yatırım yapılabilir” seviyeye çıkmak için dört not artırımına daha ihtiyaç olduğunu dile getiren Ekonomist Murat Sağman da, şu görüşleri dile getiriyor:

“Yatırım yapılabilir seviyeye gelmemiz, her şeyi doğru yaparsak iki yıldan önce olmaz. Doğru politikalar dediğimiz enflasyonun düşmesi, hukuk başta olmak üzere kurumların bağımsız çalışması… Bunlar çok önemli. Tabi ki bu not artışları yatırımcı ilgisini artıracaktır ama yeterli değil.”

Son not kararı ile birlikte 2024 başından bu yana üç büyük uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu da Türkiye’nin notunu artırmış oldu. Moody’s Ocak ayında Türkiye’nin B3 olan kredi notunu değiştirmemiş, görünümünü durağandan pozitife yükseltmişti. Fitch Ratings, Mart ayında Türkiye’nin kredi notunu “B”den “B+”ya yükseltirken, not görünümünü “durağan”dan “pozitif”e çıkarmıştı. S&P ise Mayıs yerel seçimlerin ardından Türkiye’nin kredi notunu “B”den “B+”ya yükseltmişti.

Paylaşın

Hedonik Koşu Bandı: Aşırı Tüketimcilikten Minimalist Tüketimciliğe

Son alışverişinizin sizi neden mutlu etmediğini hiç merak ettiniz mi? Bunun nedeni hedonik koşu bandında (aynı zamanda hedonik adaptasyon olarak da bilinir) olmanız olabilir.

Haber Merkezi / Hedonik koşu bandı, seçimlerimizden veya başarılarımızdan bağımsız olarak bir temel seviyeye veya ‘ayar noktasına’ dönme eğilimini ifade eder. Başka bir ifadeyle, her bir adım ileri attığımızda, koşu bandı bizimle birlikte hareket eder ve bizi yerimizde tutar.

Hedonik adaptasyon teorisi, genel yaşamımızdaki kısa vadeli kazanımların veya kayıpların, koşullarımıza uyum sağladığımız için, genel yaşamımızda kalıcı kazanımlara veya kayıplara yol açmayacağını ileri sürer.

Hedonik adaptasyon, çok eski bir fikir için kullanılan nispeten yeni bir terimdir. Hedonik adaptasyon teorisi en azından Aristoteles zamanlarından beri çeşitli enkarnasyonlarda (ete bürünme ya da vücut bulma) dolaşmaktadır.

Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’te hedonik (duyusal tabanlı) ve eudaimonik (ahlaki) arasında ayrım yapmış ve hedonik aktivitelerin eudaimonik arayışların yaptığı gibi uzun vadeli mutluluğa yol açmadığını fark etmiştir.

Başka bir deyişle: Sadece iyi hissettiren şeyleri yapmak kalıcı mutluluk getirmeye yeterli değildir.

Hedonizm veya hazza ulaşmanın hayattaki birincil kaygı olması gerektiği inancı, antik Yunan’dan bile daha eskilere, insanlığın bildiği en eski yazılı hikayelerden biri olan Sümer Gılgamış Destanı’na kadar uzanır.

Gılgamış Destanı içinde şu tavsiye bulunabilir: “Karnınız tok olsun. Gündüz ve gece neşelensin […] Sadece bunlar insanların kaygısıdır.” Fiziksel rahatlığın kişinin birincil kaygısı olması gerektiği konusundaki bu ısrar, en saf haliyle hedonizm.

Yüzyıllar boyunca kendimizi zevke kaptırmanın yeni yollarını bile keşfettik. Örneğin, “alışveriş terapisi”ne olan özel ilgimizi ele alalım. Stresli, üzgün veya moralimiz bozuk olduğunda satın alabileceğimiz bir şey buluruz. Bu yeni ürün bize bir süreliğine iyi hissettirir ve sonra hissettirmez.

Hedonik koşu bandı dönmeye devam ediyor. İyi hislerimiz kayboluyor ve genel yaşamımız temel seviyesine geri dönüyor… sonra gidip başka bir şey satın alıyoruz.

Aşırı tüketimcilik: “Alışveriş terapisi” şaka yollu kullanılan bir terimdir, ancak aşırı tüketiciliğin sonuçları çok ciddi olabilir. Finansal sıkıntı, birçok sorunun önde gelen nedenlerinden biridir. Hatta sağlığımızı bile tehlikeye atabilir. Mutluluğu satın alma çabalarımızın sahip olduğumuz mutluluğu bozabileceği de açık.

Hedonik adaptasyon döngüsü hepimizi farklı derecelerde etkiler. Her ne olursa olsun, maddi bir şey elde ederiz (elle tutulur bir şey) ve bir an için bir şey başarmış gibi hissederiz. Bu hisle birlikte geçici bir pozitif duygu dalgası oluşur.

Aşırı minimalizm: Peki hedonik koşu bandı tersine çevrildiğinde ne olur? Çok fazla tüketimin eşit ve zıt bir sonu var mıdır?

Evet, var olduğunu ve bunun son yıllarda ortaya çıkan minimalist hareketin içinde gizli olduğunu söyleyebiliriz.

Minimalizm, basit yaşama dair modern bir yaklaşımdır. Minimalizm, zihinsel ve duygusal sağlık, maneviyat veya artan öz yeterlilik gibi diğer motivasyonlar arasında maddi fazlalıklardan sıyrılıp soyut şeylere odaklanmaktır.

Dikkat edilmesi gereken nokta; Tüm dikkat dağıtıcı unsurları ortadan kaldırma arayışı aynı kolaylıkla başka bir dikkat dağıtıcı unsura dönüşebilir.

Kendinizi bu çıkmazda bulduysanız, inanın ya da inanmayın, hala hedonik koşu bandında olabilirsiniz. Aşağıda boş bırakılan yerleri doldurarak durum ifadelerini karşılaştırın:

“Bir _____’den daha kurtulabilirsem, sonunda yaşamaya başlama özgürlüğüne sahip olacağım.” Ve: “Bir tane daha ______ alırsam sonunda yaşamaya başlamak için ihtiyacım olan şeye sahip olacağım.”

Bağlantıyı görüyor musunuz?

Bir eşyadan kurtulmak, bir eşya satın almaktan daha uzun vadeli bir mutluluk sağlamayacaktır; çünkü maddi değişimler, her iki yönde de, içsel durumunuzu birkaç anlık andan fazla etkilemez.

Hedonik koşu bandından inmeye hazır mısınız?

Kaygı ve depresyon, hedonik koşu bandının dönmesini sağlayan olağan şüphelilerdir. Makineye giden güç kablolarıdır. Kısa vadeli mutluluklar için boşuna çabalamayı bırakın ve sorunu kökünden çözün. Birkaç basit yol:

Nefes almak: Diyaframdan nefes almak, kaygıyı neredeyse anında azaltmanın harika bir yoludur.

Sakinleştirici görselleştirme: Derin nefes alma tek başına sizin için işe yaramıyorsa, sakinleştirici görselleştirme faydalı bulabileceğiniz bir odak noktası ekler. Oturmak için sessiz bir yer seçin ve kendinizi kaygınızı veya depresyonunuzu bırakırken görselleştirin.

Duygularınızı kabul edin: Kaygılı veya depresif hissediyorsanız, bununla savaşmaya çalışmayın. Duygusal kaçınma zararlı olabilir. Duygularınızı kabul etmek aslında duygu yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabilir.

Yargılayıcı olmayın: Duygularınızı kabul etmeyi başardığınıza göre, onlara karşı yargılayıcı olmayan bir tavır takının. Kendinize iki soru sorun: Ne hissediyorsunuz ve bu hisse ne sebep oluyor?

Bu iki şeyi belirledikten sonra, bunları şu şekilde bir ifadeye dönüştürün: ________ düşüncesine sahibim ve bu düşünce bana ________ hissettiriyor.

Olumlu iç konuşma: Kendi kendine olumlu konuşma, spor salonunda bir gün geçirmek gibidir.

Hedonik adaptasyonun ne olduğunu ve bizi nasıl etkilediğini anlamak, hayatımıza devam etmemize ve aceleci kararlar almamamıza yardımcı olabilir.

Paylaşın

Zihinsel Filtreleme: Mutlu Olmayı Nasıl Engelliyor?

Seçici soyutlama olarak da bilinen zihinsel filtreleme, düşünce kalıplarının olumsuza doğru kaydığı, genellikle o kişinin benliğini azaltan bir bilişsel çarpıtmadır.

Haber Merkezi / En yaygın bilişsel çarpıtmalardan biri olan zihinsel filtreleme, bireyin etkileşimlerin, olayların ve ilişkilerin olumlu yönlerini reddetmek için olumsuz düşünmeyi benimsemesine neden olur. Bu durum zamanla, panik bozukluklarına, kaygıya ve zayıf duygusal muhakemeye yol açabilir.

Zihinsel filtreleme, “en kötüsünü varsaymak” olarak bilinen daha geniş bilişsel çarpıtmalar kategorisine girer ve bu kategoriye aşırı genellemeler ve olumluyu diskalifiye etmek de dahildir. Aşırı genelleme gri alanları görmezden gelir, olumluyu diskalifiye etmek olumlu anları olumsuzlar ve zihinsel filtreleme olumlu şeyleri düşünmeden olumsuz şeyler üzerinde durur.

Zihinsel filtreleme nasıl olur?

Siyah – beyaz düşünme: Ahmet ve Ayşe yaz tatiline çıkarlar. Her şey yolunda gider ve Ahmet ile Ayşe harika vakit geçirirler. Ahmet ve Ayşe, eve dönerken havayolu şirketinin uçuşlarını birkaç saat ertelediğini öğrenirler. Ahmet, sinirlenir ve sadece bu konuya odaklanır, tatilin diğer olumlu kısımlarını görmezden gelir. Bu, seyahati olumsuz bir olay olarak yeniden çerçeveler ve siyah-beyaz düşünmeye neden olarak Ayşe’yi üzer.

Olumluyu göz ardı etme: Fizik sınavına çok çalışan Mehmet, sınava girer ve kendini çok iyi hisseder. Mehmet, sınav sonucu açıkladığında A eksi aldığını öğrenir. Mehmet, zorlu bir ders için harcadığı emekle gurur duymak yerine yanlış yaptığı birkaç soruya odaklanır.

Etiketleme: Fatma, işte üstlerine üç aylık bir raporun sunumunu yapar. Fatma’nın üstleri sunumu beğenirler ve överler ancak onun daha iyi olabileceğinden bahsederler. Fatma, yalnızca bu geri bildirime odaklanır, bu durumda çarpık düşüncelere ve sunumu başarısız olarak etiketlemeye yol açar.

Örnek: Diyelim ki bir partidesiniz ve hayalinizdeki meslekte çalışan biriyle tanışıyorsunuz. Bu kişiye Kemal diyelim. Kemal ile bir sohbet başlatıyorsunuz, bir bağ kuruyorsunuz ve sohbet bitmeden önce Kemal, “Bağlantıyı koparmayın, sizin için bir fırsatım olabilir” diyor.

Gecenin geri kalanında harika hissediyorsunuz ve eve gidiyorsunuz. Ancak yatmadan önce dişlerinizi fırçalarken, iki ön dişinizin arasında sıkışmış bir parça yiyecek fark ediyorsunuz: “Aman Tanrım, bu yiyecek bütün gece dişlerimin arasında mıydı!?”

Kendinize, yiyeceğin ön dişinizin arasına gecenin sonuna doğru sıkışmış olabileceğini söylemeye çalışıyorsunuz, ancak faydası yok. Düşündüğünüz tek şey “Kemal’in bu durumu nasıl düşündüğü?”.

Zihinsel filtreleme nasıl tersine çevrilebilir?

Çoğu bilişsel çarpıtma gibi, zihinsel filtrelemeyi yönetmeye yönelik ilk adımda, durum hakkında farkındalık artırmaktır. Zihinsel filtreleme ne zaman devreye giriyor? Filtrelemenin devreye girmesine neden olan belirli tetikleyiciler var mı?

Zihinsel filtreleme geçmiş olayların yorumlanmasıyla ilgili olduğundan, çoğunlukla düşünmeye vakit ayırdığınız zamanlarda meydana gelir: uyumaya çalışırken veya boş vakitlerde.

Yukarıdaki örneğe geri dönelim: Önemli biriyle konuşurken dişlerinizin arasında yemek kaldığını fark ediyorsunuz ve bu da kariyerinizde ilerlemek için bir fırsatı kaçırıp kaçırmadığınızı merak etmenize neden oluyor. Bu kıyamet senaryosunu oluşturan düşünceleri bir filtreden geçirelim ve geriye ne kaldığını görelim.

Öncelikle, varsayımınızın yanlış olup olmadığını kendinize sorun. Varsayımın lehinize ve aleyhinize olan kanıtlarınız nelerdir? Yemeğin dişinizde ne zaman kaldığını tam olarak bilmiyorsanız, boşuna endişeleniyor olabilirsiniz.

İkincisi, Kemal’in dişlerinizin arasındaki yemeği fark edip etmediğinden emin olamazsınız. Muhtemelen dişlerinizi fırçalarken ağzınıza daha dikkatli baktığınız için yemek kırıntısını fark ediyorsunuz.

Üçüncüsü, başkaları bizim kusurlarımıza karşı bizden daha hoşgörülü olabilir. Muhtemelen böyle bir şeyi bir noktada deneyimlememiş çok fazla insan vardır. Ayrıca, yukarıdaki örneğimize göre Kemal, sizinle iletişimde kalmayı önerdi. Olumlu bir izlenim bırakmasaydınız bunu gerçekten yapar mıydı?

Paylaşın

Tıpta Yapay Zekanın Yükselişi; Endişelenmeli Miyiz?

Yapay zeka (Artificial Intelligence / AI), hastalıkları teşhis etmekten hasta sonuçlarını tahmin etmeye kadar bildiğimiz sağlık hizmetlerinde devrim yapma potansiyeline sahip.

Haber Merkezi / Ancak yapay zekanın kullanılmasıyla birlikte tıp alanındaki hızlı ilerleme, ele alınması gereken bir dizi etik ve kaygıyı da beraberinde getirmiş görünüyor.

Yapay zekanın tıpta kullanılmasının en önemli faydalarından biri, yapay zekanın büyük miktarda veriyi hızlı ve doğru bir şekilde analiz edebilme yeteneği. Bu, daha hızlı ve daha doğru teşhislere, kişiselleştirilmiş tedavi planlarına ve daha iyi sonuçlara yol açabilir.

Yapay zekanın bir diğer öneli faydası, sağlık hizmeti sağlayıcılarına en son araştırmalara ve en iyi uygulamalara dayalı bilgiler ve öneriler sunarak daha bilinçli kararlar almalarına yardımcı olabilir. Araştırmacılar ise, yapay zekanın gücünden yararlanarak hastalıklara ilişkin yeni çözümler geliştirebilirler.

Potansiyel riskleri

Önemli faydalarına rağmen rağmen tıpta yapay zekanın kullanılması dikkatle değerlendirilmesi gereken bir konu. Temel endişelerden biri, hasta verilerinin mahremiyeti ve güvenliği. Bir diğer endişe ise, yapay zekanın sağlık hizmeti sağlayıcılarının yerini alma ve sağlık hizmetlerinde insan dokunuşunun kaybolmasına yol açma potansiyeli.

Yapay zekanın tıpta kullanılmasının potansiyel risklerinin ve faydalarının dikkatle değerlendirilmesi önemli. Hasta verilerinin mahremiyeti ve güvenliği gibi konular ele alınması sonrası, bu teknoloji şeffaf bir şekilde sağlık hizmetlerine entegre edilebilir.

Paylaşın

31 Mart: AK Parti’nin Oyları Neden Düştü?

Seçim sonuçlarını değerlendiren Prof. Dr. Tanju Tosun, “En son 14 Mayıs seçimlerinde sorun, ‘boş tencere iktidar devirmedi’ şeklinde belirlendi. Görünen o ki özellikle Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz bu kez beklenen etkiyi yaptı” dedi ve ekledi:

“CHP’nin başarısında ekonomik krizin yol açtığı, gelir dağılımındaki adaletsizlik, ekonomik yoksulluk, Ankara ve İstanbul belediyelerinin başarısı CHP’nin iddialarını pekiştirdi ve seçmende pozitif bir algı yarattı. AKP’nin sandığa gitmemesi kadar YRP’ye yönelen kitle var. CHP ilk kez oy kullanacak 1 milyon 200 bin seçmenden en fazla oy alan parti oldu. Bunların hepsi CHP’ni başarılı olmasına katkı sundu.”

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), yerel seçimlerde 47 yıl sonra büyük bir zafer elde etti. Türkiye genelinde CHP yüzde 37.8, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yüzde 35.5, Yeniden Refah Partisi yüzde 6.2, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) yüzde 5.7, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yüzde 5, İYİ Parti ise yüzde 3.8 oy aldı.

Seçmenin 14-28 Mayıs’a göre yerel seçimlerde eğiliminin değişmesini uzmanlar Cumhuriyet’ten Gökhan Kam‘a değerlendirdi.

Siyaset bilimci Prof. Dr. Mithat Baydur, “16 milyon emekçinin 10 milyonuna 7 bin 500 bin TL’den 10 bin TL’ye getirilen yani yüzde 37’lik bir zamla karşılık verilmesi bir öfke birikmesine sebep oldu. Nihayetinde seçimin yaklaştığı üç-dört gün öncesinde cumhurbaşkanının, ‘Emeklilere verecek paramız yok. Kasamız bomboş’ demesi, hatta daha da ileri giderek EYT’lilere de, ‘Yaptığımız esasında bir hataydı’ deyip yüz binlerce kişiyi yeniden karşısına alması büyük bir infiale sebep oldu. Cumhurbaşkanının tabiriyle, ‘Bu bir emeklilik yılı olacak’ diyordu. Gerçekten emeklinin yılı oldu bence. Bu çerçevede emeklinin durumu şöyle oldu, emekliler çok büyük bir protesto hareketine giriştiler” diye konuştu.

AKP’nin kitlesinin sandıklara gitmediğinin belli olduğunu söyleyen Baydur, “CHP’nin seçmeni büyük bir sadakatle, hırsla sandığa giderken AKP’nin emeklileri ki -emeklilerden yüzde 35 oy aldığı bilimsel araştırmalarla sabittir- özellikle emeklilerden oy alan AKP’nin kitlesi sandığa gitmedi. Seçime yüzde 77-78 oranında bir katılım var. Seçmenin AKP’ye bir uyarı verdiği söyleniyor. Bence seçmen bir tür kınama cezası verdi” diye konuştu.

“Bu seçim CHP için bir zafer gibi görünüyor. Evet, CHP kazandı 100 birim üzerinden değerlendirirsek CHP’nin bundaki oy hakkı yüzde 30’du. Yüzde 70 esasında AKP kaybetti” diyen Baydur, “Bu yüzde 30’ları CHP’nin daha ileriye taşıyabilmesi için bizim genel seçimlerde iktidar olduğunda, dış politika yani bölgesel ve küresel çapta hangi blok çerçevesinde hareket edeceği, Avrasya blokuyla ilişkilerinin nasıl olacağı, NATO çerçevesinde hareketlerinin ne olacağı, Rusya- Ukrayna savaşında nasıl bir tavır takınabileceği, sağlık politikaları nasıl olacak, milli eğitimdeki tahribatı nasıl giderebilecek, tasarruf ve makro ekonomik tedbirler çerçevesinde sıkı para politikasıyla büyümeyi aynı anda nasıl ileriye götüreceği konusunda net politikalar gösterebilmesi ve anlatabilmesi lazım. Bu sadece AKP’ye bir protesto mahiyetindedir” ifadelerini kullandı.

“Ekonomik kriz beklenen etkiyi yaptı”

Prof. Dr. Tanju Tosun, seçim sonuçlarında ekonomik krizin etkili olduğunu belirtti. Tosun, “En son 14 Mayıs seçimlerinde sorun, ‘boş tencere iktidar devirmedi’ şeklinde belirlendi. Görünen o ki özellikle Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz bu kez beklenen etkiyi yaptı. CHP’nin başarısında ekonomik krizin yol açtığı, gelir dağılımındaki adaletsizlik, ekonomik yoksulluk, Ankara ve İstanbul belediyelerinin başarısı CHP’nin iddialarını pekiştirdi ve seçmende pozitif bir algı yarattı. AKP’nin sandığa gitmemesi kadar YRP’ye yönelen kitle var. CHP ilk kez oy kullanacak 1 milyon 200 bin seçmenden en fazla oy alan parti oldu. Bunların hepsi CHP’ni başarılı olmasına katkı sundu” şeklinde konuştu.

Paylaşın

Merkez Bankası Faiz Arttırdı; Kur Neden Düşmüyor?

Şubat ayında politika faizini yüzde 45’te sabit tutan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), mart ayında ise politika faizini 500 baz puan birden artırarak yüzde 50’ye yükseltti.

Peki, Merkez Bankası’nın (TCMB) faiz artırma kararına rağmen rezervler neden artmadı, kur neden düşmedi?

Ekonomim yazarı Burcu Aydın Özüdoğru bu konuyu köşesine taşıdı. Özüdoğru’nun konuyla ilgili yazısı şöyle:

“Bu konuda önemli bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyorum ve ilk önce, soruya soruyla karşılık vermek istiyorum: Merkez Bankası geçtiğimiz hafta faiz artışına gitmemiş olsaydı bu hafta rezerv ve kur üzerindeki baskı ne durumda olurdu?

Rezervler/kur üzerindeki baskı, bir sonraki Para Politikası Kurulu karar tarihi olan 3 Mayısa kadar sürdürülebilir miydi?

Cevap hayır ise neden Merkez Bankası’nın geçtiğimiz hafta neden 500 (+/-300) puanlık bir faiz artışına gittiğini anlamış olmalıyız. Daha da net anlaşılması için bu kararın sistem üzerinde birikmiş yüksek düzeydeki stresi azaltma konusunda atılan kritik bir karar olduğunun altını çizelim.

Yazıya kur/rezerv/enflasyon patikasında bizleri neler bekliyor sorusuyla devam edelim. Merkez Bankası’ndan gelen faiz artışı gerek TL mevduatları cazip kılma gerekse yurt dışından portföy girişini desteleme adına çok önemli bir karar oldu.

Ancak 22 Mart haftası itibarıyla $284 milyar seviyesinde olan toplam yabancı para ve KKM mevduatların TL varlıklara dönmesi zaman alacaktır. Benzer şekilde yabancıların portföy akımlarının da zaman içinde artan düzeylere ulaşmasını beklemeliyiz.

Turizm kaynaklı döviz girişinin düşük, yabancı para ödeme ihtiyacının yüksek olduğu bir dönemde kur ve rezerv üzerinde hızlı bir iyileşme beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ayrıca TL varlıklara olan ilgi döviz kurunu rahatlatacak olacaksa da tarihi dip düzeylere düşen rezervleri (swap ve kamu mevduatları hariç) iyileştirme ihtiyacı, nominal döviz kurundaki değer kaybının izleyen aylarda da devam edeceğini bize söylüyor.

Peki, tek başına Merkez Bankası faiz artışı, yukarıda bahsettiğim zaman içinde liralaşma senaryosu için yeterli mi? Hayır.

Bu senaryonun gerçekleşmesi için ekonomik aktörlerin güveninin tesis edilmesi; dolayısıyla ekonomik ve yapısal politikaların bu süreci desteklemesi gerekiyor.

Bugünlerde IMF Başkanı Georgieva’nın da gündeminde olduğu üzere; kurumsal bağımsızlık, enflasyon ve uzun vadeli sürdürebilir ekonomik büyüme için kritik öneme sahip. IMF ekonomistlerinden L. I. Jacome ve S. Pienknagura (2022) tarafından yapılan çalışmaya göre, bağımsızlık değerlerinin yüksek olduğu ülkelerde hane halklarının enflasyon beklentileri düşük enflasyonu destekliyor.

Dolayısıyla ekonomi politikası konusunda kamuoyu güvenini sağlamak adına ilk önce kurumsal bağımsızlığı ve hesap verebilirliği tesis edecek düzenleme ve uygulamaları hızlı bir şekilde hayata geçirmemiz gerekiyor.

Eş zamanlı olarak, kamu maliyesinin de genişleyici bir çerçeveden çıkarak Merkez Bankasının yürüttüğü para politikasıyla uyumlu bir yapıda yeniden şekillenmesi gerekiyor. Ancak bu hiç de kolay bir süreç değil. Kamu maliyesinin sırtında Kahramanmaraş Merkezli deprem bölgesinin yeniden inşa edilmesi, kamu personeli, sosyal güvenlik sistemi, faiz, başta İstanbul olmak üzere binaların afetlere karşı güçlendirilmesi gibi birçok harcama yükü var.

Maliye politikalarının yanı sıra yapısal politikaların da fiyat istikrarı için önemli olan gıda, tarım, işgücü ve eğitim gibi alanlardaki katılıkları çözmesi gerekiyor. Özetle; belirtiğim tüm bu alanlarda koordineli ve etkin politikaların uygulanması halinde enflasyonun hedefe, rezervlerin de uluslararası kabul gören yeterlilik seviyelerine ulaştığını görebiliriz.”

Yazının tamamı için TIKLAYIN

Paylaşın

“Türkiye, Yerel Seçimlerden Sonra ‘Acı İlacı’ İçecek”

Yerel seçimler sonrası Türkiye’yi ekonomide çok zor bir dönemin beklediğini ifade eden ekonomist Güldem Atabay, “Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye’nin o acı reçete karşısına konacak, Türkiye o acı ilacı içecek” dedi.

“Politik olarak ilk üç ayda bu adımlarda geri duruldu ama yerel seçimlerden sonra hem bütçe açığının kapatılması ya da daraltılması hem de enflasyonla mücadelede vergi artışları olduğunu göreceğiz” diyen Atabay’a göre KDV (katma değer vergisi) artışları Bakan Şimşek’in ifade ettiği düşük KDV’li ürünlerin yüzde 18-20 bandına çekilmesi şeklinde gerçekleşecek.

Ekonomistler, seçim sonrası para ve özellikle de maliye politikasında sıkı duruşla beraber kemerlerin sıkılacağını düşünüyor. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimsek bir süredir enflasyonu düşürmek için iç talebin kuvvetli seyrinin yavaşlatılması gerektiğini söylüyor.

Ekonomist Güldem Atabay, DW Türkçe’den Seda Sezer Bilen‘e yaptığı değerlendirmede yerel seçimler sonrası Türkiye’yi ekonomide “çok zor” bir dönemin beklediğini ifade etti: “Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye’nin o acı reçete karşısına konacak, Türkiye o acı ilacı içecek.”

“Politik olarak ilk üç ayda bu adımlarda geri duruldu ama yerel seçimlerden sonra hem bütçe açığının kapatılması ya da daraltılması hem de enflasyonla mücadelede vergi artışları olduğunu göreceğiz” diyen Atabay’a göre KDV (katma değer vergisi) artışları Bakan Şimşek’in ifade ettiği düşük KDV’li ürünlerin yüzde 18-20 bandına çekilmesi şeklinde gerçekleşecek.

Bakan Şimşek, katıldığı bir programda enflasyonist yeni vergi getirilmeyeceğini, KDV genel oranını, Kurumlar Vergisi’ni ve Gelir Vergisi’ni artırmayacaklarını vurgulayarak “Bu konuda çok netiz. Ama istisnaları, muafiyetleri, indirim oranlarını gözden geçireceğiz” demişti.

Atabay, Şimşek’in bu açıklamasını şöyle yorumladı: “Bunlar nedir, aslında temel tüketim malzemeleri ve temel gıda maddeleri. Biz bunun zaten manşet enflasyonun çok üzerinde seyreden gıda fiyatları enflasyonunu hareketlendirdiğini göreceğiz.”

Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) ekonomistler tarafından “manşet enflasyon” olarak adlandırılıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre tüketici enflasyonu Şubat ayında yıllık yüzde 67,07’ye yükseldi. Artışın en yüksek olduğu ana harcama gruplarından biri olan gıda ve alkolsüz içeceklerdeki yıllık artış oranı yüzde 71,12 oldu. Enflasyonun Mayıs ayında yüzde 70 seviyesini aşarak zirve yapması bekleniyor.

“Merkez Bankası’nın faiz artışı etkili”

Londra merkezli Capital Economics’te gelişmekte olan piyasalar kıdemli ekonomisti olan Liam Peach de DW Türkçe’ye seçim sonrasına ilişkin yaptığı değerlendirmede, Merkez Bankası’nın faiz artışının etkili olduğunu ve bankanın seçimden sonra en az bir faiz artırımı daha yapmasını muhtemel gördüğünü, maliye politikasında ise daha fazla önlem alınmasını beklediğini belirtti:

“Mali sıkılaştırma şu ana kadar sınırlı kaldı ve seçimden sonra daha fazlasının yapılması gerekecek. Maliye Bakanı Şimşek büyük vergi artışlarını reddetmiş olsa da KDV oranlarında bazı artışlar yapılması muhtemel. En büyük mali değişiklikler muhtemelen hükümet harcamalarının ve altyapı projelerine yönelik sermaye harcamalarının kısıtlanması yoluyla gelecek.”

Türkiye ekonomisinin geçtiğimiz yıl boyunca aşırı ısınmaya devam ettiğini belirten Peach, “Hükümetin bütçe açığını dizginlemesi ve Merkez Bankası’nın reel faiz oranlarını uzun süre yüksek tutmasıyla bu durumun bu yıl değişeceğini düşünüyoruz” ifadelerini kullandı.

Enflasyonla mücadelede “sıkı para politikası duruşu sürdürülecek” mesajı veren Merkez Bankası yerel seçimlere 10 gün kala 500 baz puanlık faiz artışı yapmıştı. Londra merkezli Bluebay Asset Management kıdemli analisti Timothy Ash de faiz artışına dair değerlendirmesinde bu adımı olumlu bulduğunu belirterek dezenflasyon eğilimine yardımcı olmak için politikanın seçim sonrasında da sıkı kalması gerektiğini kaydetti.

Ash, “Umarım siyasi döngü buna yardımcı olur. Bence Şimşek ve ekibi enflasyon cinini öldüreceklerse zamanın çok önemli olduğunu ve maliye ve para politikasının 2024’te sıkı kalması gerektiğini kabul ediyorlar. Bu da faizlerde daha uzun süre daha yüksek seyir ve maliye politikası açısından daha uzun süre daha derin bütçe kemer sıkma politikaları anlamına geliyor. Eğer bunu yaparlarsa, umut var demektir” dedi.

“Daha orta gelirli, maaşı ile yaşayan ve daha düşük gelir grupları bunu çok ağır hissedecek” diyen Atabay, önlemlerin vatandaşa yansımalarının nasıl olacağını şöyle anlattı: “Bir taraftan kredi kartlarının sınırlandırılmasının kullanımı artırılacak. Maaş artışlarının ayarlamalarının da enflasyona göre yılın ortasında yapılmayacağını düşünürsek bayağı bir nefes alamaz hale geleceğiz, özellikle yaz aylarından sonra. Yılın son çeyreğinde büyük bir ihtimalle bizim stagflasyon dediğimiz yüksek seyreden enflasyon ve durgunlaşmış bir ekonomi ile karşı karşıya geleceğiz ve hayatımız çok zor olacak.”

Geçen Temmuz ayında Resmi Gazete’de yayımlanan kararla genel KDV oranı yüzde 18’den yüzde 20’ye, yüzde 8 indirimli KDV oranı ise yüzde 10’a yükseltilmişti. Ancak 2022 yılında KDV oranı yüzde 8’den yüzde 1’e indirilen et, balık, çay, kahve, peynir, şeker, süt, su, meyve, kuruyemiş gibi temel gıda ürünlerinin KDV oranında değişiklik yapılmamıştı.

TL’de değer kaybı beklentisi hakim

Ekonomistler, Türk Lirasında (TL) değer kaybının da sürebileceği görüşünde birleşiyor. Peach, faiz artışı geçici bir destek sağlasa da TL’de daha fazla değer kaybı beklediğini belirterek “Seçim sonrasında Merkez Bankası’nın rezervlerini yeniden inşa etmesiyle TL’nin değer kaybı biraz daha hızlanabilir. Liranın önümüzdeki yıl içinde dolara karşı 40 seviyesine doğru değer kaybetmesini bekliyoruz, bu da dış rekabet gücünün korunmasına ve yatırımcıların politik iyimserliğinin sürdürülmesine yardımcı olacak” dedi.

Güldem Atabay sene sonu kurda 38 seviyesindeki beklentisini değiştirmediğini söylerken TL’nin seyrinden ve döviz rezerv kaybından endişe duyduğunu belirten Timothy Ash de Türklerin yerel seçimlerin ardından büyük bir devalüasyonun daha yaşanacağı söylemine inanıyor gibi göründüğünü söyledi.

Paylaşın

Yerel Seçimler: Türkiye İçin Dönüm Noktası Olabilir

31 Mart’ta yapılacak seçimlere sayılı günler kalırken, seçimlere ilişkin değerlendirmelerde gelmeye devam ediyor. Berlin merkezli Uygulamalı Türkiye Araştırmaları Merkezi (CATS) uzmanlarından Dr. Sinem Adar’a göre seçim sonuçları Türkiye’nin siyasi geleceği bakımından belirleyici olacak.

“Yerel seçimlerden fazlası” görüşünü içeren bir analiz kaleme alan Sinem Adar’a göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan özellikle tek başına Türkiye ekonomisinin üçte birini oluşturan İstanbul’da belediye seçimlerini kazanarak AKP’nin mali kaynaklara erişimini güçlendirmek istiyor.

Ekonomi politikaları çıkmaza giren, seçmeni nezdindeki popülaritesi gerileyen Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı ve CHP’nin İstanbul adayı Ekrem İmamoğlu’nu sandıkta yenilgiye uğratmak için elinde bulundurduğu devlet imkanlarını, kontrolü altındaki basını, tüm gücünü, seferber etmiş durumda. İçişleri, savunma ve dışışleri bakanları da dahil olmak üzere kabine üyeleri, Erdoğan’ın talimatı üzerine sahada. Bakanlar, İBB adayı Murat Kurum başta olmak üzere AKP’nin yerel seçimlerdeki adaylarına destek toplamaya çalışıyor.

Hatta Erdoğan’ın Pazartesi günü Tokat’ta düzenlediği mitingde “İstanbul’daki hemşehrilerinizi sizden aramanızı rica ediyorum” diye seslenmesi, Tokatlılardan AKP’nin İstanbul adayı Murat Kurum’un seçilmesi için yardım isteyecek noktaya gelmesi de dikkatlerden kaçmadı.

Yerel seçimler neden önemli?

Sinem Adar, Erdoğan’ın 31 Mart seçimlerini “2019 yerel seçimlerinin rövanşını alma fırsatı olarak gördüğüne”, CHP’ye kaptırdığı İstanbul ve Ankara gibi büyük kentleri geri alarak AKP’nin “siyasi meşruiyetini” güçlendirmek istediğine işaret ediyor.

Büyük kentlerde seçimleri kazanması durumunda AKP’nin muhalefet karşısındaki psikolojik üstünlüğünü daha da artıcağına işaret eden CATS uzmanı, Erdoğan için bunun milliyetçi ve İslamcı akımlar tarafından desteklenen başkanlık sistemini konsolide etmesi ve otoriter yönetimini sağlamlaştırması anlamına geleceğini vurguluyor.

Ayrıca Adar’a göre seçimler muhalefet partileri için de 20 yılı aşkın bir süredir devam eden AKP iktidarına alternatif olma iddiası bakımından da önemli bir sınav olacak.

Washington Enstitüsü’nün Kıdemli Araştırmacısı Soner Çağaptay da yayımladığı analizinde benzer bir noktaya dikkat çekiyor. İmamoğlu’nun İstanbul seçimlerini yeniden kazanması halinde bu galibiyetin onu “Erdoğan’ı yenebilecek yıldız siyasetçi” olarak ön plana çıkartacağını belirten Çağaptay, “Böyle bir gelişme aynı zamanda İmamoğlu’nu Erdoğan’a karşı güvenilir bir rakip olarak gösterecek ve Erdoğan karşıtı bloğa ivme kazandıracaktır” görüşünü kaydetti.

Seçimlerin Türkiye’nin siyasi geleceği açısından bu kadar ciddi önem taşımasına rağmen, toplumda heyecan yaratmaması, sadece iktidarın değil, muhalefet mitinglerinin de sönük geçmesi, beraberinde soru işaretlerini getiriyor.

DW Türkçe’den Değer Akal‘a konuşan Alman Marshall Fonu Türkiye Direktörü Özgür Ünlühisarcıklı “Türkiye’de siyasi gerilimden, kutuplaşmadan ve seçimlerden yoruldu” gözlemini aktardı.

İktidar seçmeni ile muhalif seçmenin farklı nedenlerden de olsa hayal kırıklığı yaşadığına işaret eden Ünlühisarcıklı, “İktidar seçmenleri ‘Bu sefer de oyunuzu verin, bakın göreceksiniz çok iyi olacak’ denip hiçbir şeyin değişmemesinden, muhalif seçmen ise ‘göreceksiniz bu sefer kazanacağız’ denip yine seçimlerin kaybedilmesinden dolayı hayal kırıklığı yaşıyor” diye konuştu.

Türkiye’de son dönemde ayrıca siyasal duygusal kutuplaşmanın da görünürlüğünün artığını vurgulayan Özgür Ünlühisarcıkla, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bunun temel fay hattının modernleşmeyle muhafazakarlaşma arasındaki fay hattı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yarattığı gerilim var. Bunun yanı sıra gittikçe artan bir oranda dünya ile entegre olan bir kesim ile daha yerli kalan, yerli ve milli söylemi benimseyen bir kesim var bu da aynı modernleşme- muhafazakarlaşma şablonuna oturuyor.

Bu kutuplaşma, seçmen davranışını büyük ölçüde belirliyor. Bunun yanı sıra cumhurbaşkanının kendisi bir kutuplaşma konusu. Sevenleri çok seviyor, sevmeyenleri hiç sevmiyor. Dolaysıyla seçimlerde aslında taraflardan biri ne AKP ne Murat Kurum Erdoğan gibi görünüyor. AKP adaylarına oy verenler Erdoğan’a oy vermiş vermeyenlerde vermemiş sayılacak. 31 Mart her ne kadar bir yerel seçim gibi görünse de, Erdoğan aslında bunu kendisi için bir seçim olarak lanse ediyor.”

Aslında Türkiye’de seçmenin sandığa gitme oranı pek çok ülkeye kıyasla hep daha yüksek oranda gerçekleşiyor. Son olarak Mayıs 2023’te gerçekleşen cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda katılım oranı yüzde 87,04, 28 Mayıs’taki ikinci turda ise yüzde 85,71 olarak gerçekleşmişti. 31 Mart yerel seçimlerine seçmenin katılım oranın ne düzeyde olacağı, seçmendeki hayal kırıklığının sandığa yansıyıp yansımayacağı büyük merak uyandırıyor.

Küresel risk uzmanı Dr. Wolf Piccoli de Türkiye’ye yaptığı araştırma gezisi esnasındaki izlenimlerini DW Türkçe ile paylaşırken seçmende umutsuzluğun göze çarptığına dikkat çekti. Politik risk danışmanlığı hizmeti veren Teneo’nun Eş Başkanı ve Araştırma Direktörü Piccoli, Türkiye’de seçmenler ile seçmenleri temsil etme iddiasındaki siyasi aktörler arasındaki uçurumun derinleştiğini söyledi:

Piccoli, “Halkta seçim heyecanı yok. İnsanlar ay sonunu getirme mücadelesine odaklanmış durumda. Hem iktidar hem muhalefet partileri halkın gerçek sorunlarına çözüm üretmiyor, üretme iddiasına bile sahip değiller. Siyaset dünyasında olanlarla, halkın günlük yaşantısında olup bitenler arasında uçurum derinleşiyor” izlenimini aktardı.

Ipsos Türkiye’nin açıkladığı son araştırma sonuçlarına göre Türk halkının yüzde 85’i ülkedeki en büyük sorunun ekonomi olduğunu söylüyor, yüzde 74’ü enflasyonun daha da artacağını, yüzde 71’i de döviz kurunun yükseleceğini düşünüyor. Yüzde 75’i de Türkiye’deki genel durumdan memnun değil.

“Seçmenin asıl derdi ekonomi”

“Yerel seçimlere, halkın ağır geçim sıkıntısı yaşadığı koşullarda gidiliyor. Aslında seçmenin asıl derdi ekonomi” diyen Piccoli, yaşanan iktisadi gerilemenin sadece AKP’nin izlediği ekonomi politikaları ile ilintili olmadığını vurguladı.

Wolf Piccoli, “Mesele son 8-10 yılda izlenen politikaların ekonomiyi etkiliyor olması. Nedir bunlar? Kötüleşen eğitim sistemi, kamu hizmetlerinin kalitesinin gerilemesi, kurumsal erozyon, yolsuzluk, hesap verilebilirliğin olmaması, cezasızlık, hukukun üstünlüğünde, demokrasi ve basın özgürlüğündeki gerileme. Kamu kaynakları, daha ayrıcalıklı küçük bir gruba aktarılıyor, diğerleri bunun dışında kalıyor, ayın sonunu getirme mücadelesi vermek zorunda kalıyorlar. Hatta AKP’nin çok övdüğü sağlık hizmetlerinde de son dönemde çok ciddi gerileme olduğu kaydediliyor. Ama ne iktidarda ne de muhalefette kimse, halkın asıl sorunlarını çözüme kavuşturma konusunda ciddiyet sergilemiyor” dedi.

“Erdoğan’ın siyasi öncelikleri, halkın önceliklerinin önüne geçiyor”

Erdoğan’ın siyasi öncelikleri nedeniyle son dokuz ayda ekonomiyi düzeltmek adına gerekli adımların atılmadığına, hem zamanın hem kaynakların boşa harcandığına, dizginlenmeyen enflasyon ve hayat pahalılığı krizinin insanların günlük yaşamını giderek çok zor hale getirdiğine dikkat çeken Wolf Piccoli, yerel seçimlerden sonra da Erdoğan’ın ekonomi politikalarında büyük bir değişiklik beklemediğini kaydetti.

31 Mart seçimlerinin sonucu ne olursa olsun Erdoğan için önceliğin Anayasa değişikliği olacağını söyleyen Piccoli, büyük ihtimalle bir ya da bir buçuk yıl içinde referandum ve erken seçim moduna girileceği öngörüsünü paylaştı, “Dolaysıyla 31 Mart seçimlerinden sonra da popülaritesini sürdürmek Erdoğan’ın önceliği olacak” dedi.

Erdoğan’ın siyasi önceliklerinin Türk halkının ve gelecek nesillerin önceliklerinin önüne geçtiğini aktaran Piccoli, “AKP iktidara geldiğinde asgari ücretlilerin oranı yaklaşık yüzde 30’du, şimdi yaklaşık yüzde 70’e ulaştı. Bu aslında Erdoğan’ın Türkiye’yi nasıl bir ülkeye dönüştürdüğünü anlatıyor. Küçük bir gruba hizmet eden bir ekonomi yarattı yani kamu çalışanlarının bir bölümü, inşaat sektörü ve vasıfsız işçilere dayanan tekstil gibi sanayi kolları. Kitlesel bir vasıfsız, az eğitimli, kesim yaratılıyor. Farklı bir hayat isteyenler ise Türkiye’nin bunun için doğru bir yer olmadığı gerçekliği ile yüzleşiyor. Eğitim istatistikleri Türkiye’deki gerilemeyi gözler önüne seriyor. Yani Türkiye gelecek vaat etmeyen bir ülkeye dönüştürülüyor” gözlemini kaydetti.

Halkın Türkiye’deki gidişattan ötürü büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olduğunu, “pes etmiş göründüğünü” söyleyen risk analisti, AKP’nin yıllarca övündüğü yüksek sayıdaki genç nüfusunun da artık çareyi ülkeyi terk etmekte aradığını, bunun kimsenin konuşmak istemediği büyük bir drama dönüşmekte olduğunu aktardı.

Wolf Piccoli, “Kimse gerçekleri ve asıl tehlikeyi konuşmuyor. Geçen yıl Türkiye’den Avrupa’ya en yüksek iltica oranı kaydedildi. Kimse neden her yıl 100 bin kişinin Türkiye’den kaçmaya çalıştığını konuşmuyor. Geleceklerini artık Türkiye’de görmeyen eğitimli insanlar yurtdışına gidiyor. Türkiye’den çok ciddi beyin göçü yaşanıyor. Bu gerçek bir dram” dedi.

“Türkiye için önemli bir kavşak”

Siyasi gözlemciler, dünyanın bugün geldiği noktada jeostratejik açıdan önemi artan, ekonomik olarak da önünde büyük fırsatlar bulunan Türkiye’nin önemli bir kavşakta bulunduğuna işaret ediyorlar. Türkiye’nin bu fırsatları ve geleceği ıskalamaması için yönetim anlayışını değiştirmesi, demokrasi ve hukuk devletini güçlendirmesi, yolsuzlukların üzerine gitmesi gerektiği konusunda hemen hemen tüm uzmanlar hem fikir.

Gözlemciler, 31 Mart seçimlerinden çıkacak mesajın, Türkiye’yi yeniden doğru istikamete yönlendirecek bir değişim getirebileceğini, bunun da ancak seçmenin sandığa giderek tercihini kullanmasıyla sağlanabileceğini dile getiriyorlar.

Paylaşın

Merkez Bankası’nın Faiz Kararı: Amaç Enflasyon Mu, Döviz Mi?

Fatih Karahan başkanlığında toplanan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu (PPK), politika faizini yüzde 50 düzeyinde yükseltme kararı aldı.

Peki faiz artırım kararının amacı enflasyonu düşürmek mi, dövize olan yönelişi engellemek mi?

Ekonomim yazarı Alaattin Aktaş, Merkez Bankası’nın bu artışın gerekçesini enflasyonla mücadele olarak açıklamasının gerçeği yansıtmadığını, dövize yönelişi engellemek için böyle bir yol seçildiğini belirtti. Aktaş’ın “Olurdu olmazdı derken oldu, faiz 5 puan artırıldı” başlıklı yazısının ilgili bölümü şöyle:

“Fitili yabancı bankalar ateşledi; faizin artırılması gerektiği yönünde raporlar peş peşe gelmeye başladı. Faiz artışı için önce nisana işaret edildi, sonra mart ayına…

Yurt içinden de bu raporları destekleyen yönde açıklamalar gelince dövize yoğun bir yönelme yaşandı. Döviz talebi adeta çığa dönüşmüştü ve önünde durmanın yolu faizi artırmaktan geçiyordu. Yapılan da zaten bu.

Ama şunu görmüş olduk; ocak ayındaki açıklamasıyla bir anlamda kendini bağlayan ve aradan bir ay geçtikten sonra bu kez kendini yalanlarcasına yeni bir faiz artışına gidemeyen Merkez Bankası, bir aylık aranın maliyetini milyarlarca dolar döviz satarak ödemek durumunda kaldı.

Döviz mi, enflasyon mu?

Merkez Bankası faiz artışına ilişkin gerekçeyi tabii ki enflasyonla mücadele olarak açıklamak durumunda. Ama ilk etapta amacın dövize olan yönelişi önlemek olduğu açık. Gerçi dövizdeki artış da artık sanılanın çok ötesinde bir hızla ve oranla enflasyona yol açıyor. Dolayısıyla dövizi tutmak, sonuçta enflasyonu tutmak demek.

Eğer dövize böylesine bir yönelme olmasaydı Merkez Bankası ne ocak ayındaki yüzde 6.70’ten, ne şubattaki yüzde 4.53’ten rahatsızlık duyup faiz artırımına gitmeyi düşünürdü. Zaten mayısta yıllık oranın yüzde 74-75’e ulaşacağı kabul edilmişti. Yıllık enflasyonda da özellikle temmuz ve ağustosta baz etkisiyle çok hızlı bir düşüş olacaktı.

Dolayısıyla Merkez Bankası’nı harekete geçiren ilk iki ay görece yüksek gelen, belki martta da gelecek olan enflasyon değildi. Amaç, artık karşılanamaz hale gelen döviz talebini frenlemekti ve dünkü 5 puanlık faiz artışının en temel nedeni buydu.

Merkez Bankası’nın sayfasına girip geçmişteki faizlere bir bakalım dedik; nostalji oldu doğrusu… Hani Naci Ağbal’ın görevden alındığı dönemdeki faiz kararı vardı ya, hatırlıyorsunuz değil mi, Ağbal faizi Mart 2021’de yüzde 19’a çıkarmıştı. Ağbal herhalde faizi çok yükseltti diye görevden alındı!

Biraz daha önceye gidelim; Murat Çetinkaya ‘Laf dinlemiyordu’, biliyoruz ki o yüzden görevden alındı. Çetinkaya rahip krizi sırasında faizi yüzde 24’e çıkarmış ve uzun süre o düzeyde tutmuştu. Oysa Erdoğan faizin inmesini istiyordu ve ‘Laf dinlemeyen’ Çetinkaya da bu yüzden Başkanlıktan oldu.

Haftalık repo faizinde ilk oran 2010 yılındaki yüzde 7. Evet yalnızca yüzde 7. Üstelik 2013’te yüzde 4.5’e kadar da inilmiş. Gerçi çok geriye gitmeye de gerek yok, daha bir yıl önce bugünlerde politika faizi yüzde 8.5 düzeyindeydi. 8.5’ten 50’ye ve daha da yolumuz var. 0’dan 100’e gibi! Hani tam ‘Nereden nereye’ denir ya, işte o durum…”

Paylaşın