Türkiye, ‘Shrinkflasyon Ve Skimpflasyon’ Sürecine Girdi

Türkiye’nin bir süredir “skimpflasyon” ve “shrinkflasyon” sürecine girdiğini ifade eden ekonomist Mahfi Eğilmez, bunun yüksek enflasyonun bir sonucu olduğuna işaret etti.

Mahfi Eğilmez, ürünler üzerindeki enflasyon etkisinin azaltılması amacıyla yapılan bu tür işlemlerin iktidara katkısı olduğunu ancak büyük zarar verdiğini söyledi.

Ünlü ekonomist Mahfi Eğilmez, “Enflasyonla ilgili tartışmalar” başlıklı yazısında şunları kaleme aldı: Enflasyon, günümüzde bütün dünyada tehdit oluşturuyor. Gelişmiş ülkelerde enflasyon daha düşük olsa da (ortalama yüzde 4 dolayında) onların alıştığı yüzde 2 dolayındaki enflasyona göre yüksek olarak kabul ediliyor. Enflasyon; genel fiyat düzeyinin sürekli olarak yükselmesi olarak tanımlanıyor. Genel fiyat düzeyi mümkün olabilecek kadar çok sayıda mal ve hizmeti kapsayan bir ürün sepetiyle temsil ediliyor.

Bu sepete giren her mal ve hizmetin aile bütçelerinde tuttuğu ağırlık bu sepet oluşturulurken dikkate alınıyor ve böylece bir endeks oluşturuluyor. Bu endekse bir başlangıç yılı belirleniyor ve o yıl 100 olarak tanımlanıyor. Sonra gelen her ayda endekste oluşan değişime göre fiyatlar gelen düzeyinin ne kadar yükseldiği ortaya konuyor. Örneğin t yılının son ayı 100 kabul edilmiş ve t+1 yılının ilk ayında endeks 101 çıkmışsa t+1 yılı Ocak ayında enflasyon yüzde 2 olmuş demektir.

Skimpflasyon nedir?

Mahfi Eğilmez, fiyat değiştirmemek için başvurulan skimpflasyon yönteminin malın kalitesinde büyük ölçüde düşüklüğe sebep olduğunu açıkladı: Bu farklı görünümlerden birisi skimpflasyon denilen ve ürünün içeriğinin değiştirilmesi, kalitesinin düşürülmesi sonucu ortaya çıkan daha düşük değerdeki bir malın aynı fiyatla satılması olgusudur. Bu yolla fiyat değişmemiş ve enflasyona etki etmemiş gibi görünür oysa gerçek böyle değildir. Tereyağının kilosu 600 TL iken satışlarının düşmesinden endişe ederek yüksek enflasyonun etkisini tüketiciye yansıtamayan üretici 900 gram tereyağına kilosu 100 TL olan margarinden 100 gram katarak bu karışımı kilosu 600 TL’ye ve tereyağı başlığı altında satıyor olsun.

Bu durumda bu yeni ürünün gerçek fiyatı 550 TL/Kilo olması gerekirken 600 TL/Kilodan satıldığında üretici buradan 50 TL fazla kazanç sağlamış olur. Tüketici ise tereyağı aldığını düşünerek aslında margarin katılmış bir tereyağına eski tereyağı fiyatını ödemiş olur. Bu örnek, skimpflasyonun tipik örneğidir. Burada enflasyon hesabı yapılan sepete bu mal ister paket olarak isterse gram olarak alınsın içeriği kontrol edilip ayrıştırılmadığı sürece enflasyona olumsuz etki yapmaz. Fiyat hiç değişmemiş gibi görünür oysa mal değişmiştir.

Shrinkflasyon nedir?

Eğilmez, enflasyona etki etmiyor gibi görünen shrinkflasyonu ise şu sözlerle açıklıyor: Bir başkası shrinkflasyon denilen ve ürünün fiyatı aynı kaldığı halde boyut, ağırlık ya da hacminde ortaya çıkan düşüşü ifade eden değişikliktir. Bu şekilde fiyat değişmez ve enflasyona etki etmez göründüğü halde gerçekte ortada bir enflasyonist değişim söz konusudur. Ekmeğin belediyece belirlenmiş 250 gram / 10 TL’lik standart bir fiyatı olduğunu düşünelim. Bir fırın bu fiyatın, maliyetini tam olarak karşılamadığını düşünerek ürettiği ekmeğin gramajını 225 grama düşürerek satmaya başlarsa burada aslında 9 TL’lik bir ekmeği 10 TL’ye satarak 1 TL haksız kazanç elde etmiş olur.

Bu da shrinkflasyonun tipik örneğidir. Bu durumda ekmek fiyatı artmamış ve enflasyona etki etmemiş görünse de gerçekte ekmek fiyatı artmıştır. Buna karşılık bu artış fiyat değişmediği için enflasyona yansımaz. Skimpflasyon da shrinkflasyon da hem malı üreten üreticinin hem de fiyatları derleyip enflasyon oranlarını yayınlayan devletin işine gelir. Üreticiler, ortaya çıkan maliyet artışını tüketiciye belli etmeden fiyata yansıtmış olurken devlet te enflasyonda ortaya çıkacak artışı bu yolla gizlemiş oluyor. Hiç kuşkusuz her iki durumda da zarar gören daha düşük miktar ya da daha kötü kalitedeki ürünü aynı fiyata alacak olan tüketicilerdir.

Paylaşın

İYİ Parti, “Kaybet – Kaybettir” Stratejisi İzliyor

Siyasal İletişim Uzmanı Dr. İbrahim Uslu, “Şu anki haliyle İyi Parti bir ‘kaybet-kaybettir’ stratejisi takip ediyor gibi görünüyor… Kamuoyu araştırmalarında İyi Partinin genel seçimler için oy oranı yüzde 7-8 aralığındayken, yerel seçimlerde bu destek yüzde 5 civarına iniyor. Yani şimdiki tutumunu değiştirmezse İyi Parti genel seçimdeki oy oranının çok altına düşebilir. Bu durumda Büyükşehir, il ve büyükşehir ilçe belediyesi kazanma olasılığı oldukça düşük” değerlendirmesinde bulundu.

İbrahim Uslu, seçimlerde alınan sonuçlara işaret ederek, “Malumunuz, belediye başkanlığı seçimi en çok oy alanın kazandığı bir yarış ve geçen yıl yapılan genel seçimlerde İyi Parti hiçbir büyükşehirde ve il belediyesi sınırları içinde en yüksek oyu alan ilk iki partiden biri olamadı. Genellikle üçüncü veya dördüncü parti olabildi. Bir yıl önce üçüncü veya dördüncü parti olduğunuz yerlerde bu kadar iç çalkantı da yaşadıktan sonra belediye seçimi falan kazanamazsınız” ifadesini kullandı.

İyi Partinin şu an izlediği politikayı hatırlan Uslu, “Bu yüzden kendisi kaybedecek ama aynı zamanda muhalefete de kaybettirecek. Doğal olarak iktidar partilerinin kazanacağı bir yarışa katkı vermiş olacak. İşte bu yüzden insanlar İyi Partinin iktidarla uzlaştığını düşünmeye başladılar” değerlendirmesinde bulundu.

Siyasal İletişim Uzmanı Dr. İbrahim Uslu, İyi Partideki gelişmeleri Evrensel’den Şerif Karataş’a değerlendirdi.

Yaşanan istifalar “Neyi gösteriyor” sorumuza Uslu, seçimden sonra yaşanan istifaların İyi Partide ilk kez karşılaşılan bir durum olmadığını hatırlatarak şu değerlendirmede bulundu: “Daha önce gerçekleştirdiği kongre sürecinde de başta Ümit Özdağ olmak üzere önemli isimlerin istifası ile karşılaşmıştık. İyi Partinin temel sorunu kurumsallaşmasını tamamlamakta zorlanması. Yıllardır siyasi yelpazenin neresinde duracağını dahi kararlaştıramamış bir partiden söz ediyoruz. Şu ana kadarki karakterine baktığımızda

İyi Parti; kariyer yapmanın diğer kurumsal partilere kıyasla görece daha kolay, parti mensuplarının birlikteliğini pekiştirecek müşterekleri pek fazla olmayan, dolayısıyla fikir ayrılıklarına düşmenin sürekli yaşandığı, temel politika alanlarında henüz uzlaşı sağlayamamış bir siyasi yapı görünümünde. Üstüne üstlük parti içerisindeki şiddetli tartışmalar parti politikalarının ne olması gerektiğinden maada kurum içi rekabet nedeniyle ortaya çıkıyor. Hatta en son yaşanan krizlerin bir suistimal sebebiyle ortaya çıktığına dair de ciddi bilgiler var.”

Devamında Uslu, biraz iddialı bir değerlendirme bulunarak, “İyi Parti şu ana kadarki performansı ile henüz partileşme sürecini tamamlayamadan büyük politik sorumluluklar ve iddialar taşımaya çalışan bir siyasi mekanizma görünümünde…” dedi.

İstifalarla birlikte gündeme gelen “İktidarla pazarlık için kapıyı açık bıraktığı” ve “belediyelerle ticari ilişkilere” iddialara ilişkin sorumuza Uslu, “Şu an Türkiye’deki hem siyasal koşullar hem de yasal düzenlemeler partilerin “yalnız kurt” olmasına imkan tanımıyor. Bu nedenle bir parti çıkıp da “Ben yoluma tek başıma devam edeceğim” dediğinde inandırıcı olamıyor ve insanlar bu sözün arkasında başka gizli niyetler arıyorlar. İyi Partinin niyetini okumamıza imkan yok tabii ki, ama ben bunun da ötesinde üzerinde uzlaştıkları bir planlarının olduğunu da çok fazla düşünmüyorum. İçerideki tartışmalar büyük ölçüde zaten önemli konularda müşterek hedefler koyamamalarından kaynaklanıyor” ifadeleriyle yanıtladı.

“Kaybet – kaybettir” stratejisi

İyi Partideki gelişmelerin yerel seçimlere etkisi de konuşuluyor. “Şu anki haliyle İyi Parti bir “kaybet-kaybettir” stratejisi takip ediyor gibi görünüyor” diyen Uslu, “Kamuoyu araştırmalarında İyi Partinin genel seçimler için oy oranı yüzde 7-8 aralığındayken, yerel seçimlerde bu destek yüzde 5 civarına iniyor. Yani şimdiki tutumunu değiştirmezse İyi Parti genel seçimdeki oy oranının çok altına düşebilir. Bu durumda Büyükşehir, il ve büyükşehir ilçe belediyesi kazanma olasılığı oldukça düşük” değerlendirmesinde bulundu.

Uslu, seçimlerde alınan sonuçlara işaret ederek, “Malumunuz, belediye başkanlığı seçimi en çok oy alanın kazandığı bir yarış ve geçen yıl yapılan genel seçimlerde İyi Parti hiçbir büyükşehirde ve il belediyesi sınırları içinde en yüksek oyu alan ilk iki partiden biri olamadı. Genellikle üçüncü veya dördüncü parti olabildi. Bir yıl önce üçüncü veya dördüncü parti olduğunuz yerlerde bu kadar iç çalkantı da yaşadıktan sonra belediye seçimi falan kazanamazsınız” ifadesini kullandı.

İyi Partinin şu an izlediği politikayı hatırlan Uslu, “Bu yüzden kendisi kaybedecek ama aynı zamanda muhalefete de kaybettirecek. Doğal olarak iktidar partilerinin kazanacağı bir yarışa katkı vermiş olacak. İşte bu yüzden insanlar İyi Partinin iktidarla uzlaştığını düşünmeye başladılar” değerlendirmesinde bulundu.

Paylaşın

AK Parti, Anayasa Mahkemesi’nin Yetkilerini Daraltmayı Planlıyor

Yargıdaki krize ilişkin bir yazı kaleme alan Gazeteci Nuray Babacan, AK Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bireysel başvuruya ilişkin hükümleri içeren yasa maddelerine sınırlama getirmeyi planladığını yazdı.

Nuray Babacan yazısında, bireysel başvuru kararlarında, AYM’nin temyiz mahkemesi olamayacağına ilişkin yeni hükümler hazırlanması, çerçevenin daraltılmasının tartışıldığını belirtti.

Gazete Pencere yazarlarından Nuray Babacan, “AKP, AYM’nin yetkilerini yasa yoluyla daraltmayı planlıyor” başlıklı yazısıyla yargıda yaşanan krize ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Babacan’ın yazısı şöyle:

“AKP iktidarının, önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin işaret fişeği ile başlayan Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini sınırlandırma girişimi, hızlandı. Daha Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yüksek yargının başkanlarıyla toplantı yapılmadan AKP’de taslak metin konuşuluyor. AYM’nin yetkilerini sınırlandırma, yerinde denetimlik yapmasını önleme ve bireysel başvuruları daraltma amacı taşıyan taslak hazırlanıyor.

Edinilen bilgiye göre, Bahçeli’nin başlattığı, Cumhurbaşkanlığı sarayındaki danışmanların destek verdiği AYM’nin yetki tartışması, partinin hukukçu milletvekillerinin büyük bölümünün desteğini almasa da devam edecek. Yargıtay’ın çıkışı ile siyasilerin yaptığı açıklamaların, değişiklikleri gündeme getirmek için bir manevra olduğunu öne sürenler de var.

AKP’de konunun, yasa ve Anayasa’da yapılacak değişiklikleri içeren iki boyutu olduğu değerlendiriliyor. Anayasa değişikliğine muhalefetin destek vermeyeceği, uzlaşmanın mümkün olmayacağı kabul ediliyor. İktidar Partisi, AYM’nin Anayasa’dan aldığı yetkileri, yasa yoluyla daraltmayı planlıyor. Tartışılan düzenlemelerin ana başlıkları şöyle:

AKP, AYM’nin bireysel başvuruya ilişkin hükümleri içeren yasa maddelerine sınırlama getirmeyi planlanıyor. Bireysel başvuru kararlarında AYM’nin temyiz mahkemesi olamayacağına ilişkin yeni hükümler hazırlanması, çerçevenin daraltılması tartışılıyor.

AYM’nin yerindelik denetimi yapmasının önüne geçilmesi planlanıyor. AYM’nin sadece hak ihlali kararı verileceği ve buna bağlı olarak sonucun AİHM olduğu gibi tazminat sınırlı kalması gerektiği üzerinde duruluyor. AYM’nin Yargıtay kararlarını ortadan kaldıran, mahkemelere talimat veren bir karar çıkartamayacağına ilişkin düzenlemeler yapılması planlanıyor.

Ayrıca, AYM’nin kendi çalışma usullerini kendi çıkardığı bir yönetmelikle belirlediği belirtilerek, değiştirmesi gerektiği iddia ediliyor. AYM’nin çalışma usullerinin yönetmelik değil kanun ile belirlenmesi düşünülüyor.

Gerekçe oluşturuyorlar

Parti kurmayları, 2012 yılından itibaren getirilen bireysel başvuru hakkının, 6216 sayılı Anayasaya Mahkemesi Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 50’nci maddesinin bazı hükümleri yürürlükte olduğu müddetçe benzer sorunlar yaratmaya devam edeceğini öne sürüyorlar.

Değişikliği destek veren AKP’liler, “‘Hak ihlali mahkeme kararından kaynaklanmışsa dosya yeniden yargılama yapılmak üzere mahkeme gönderilir’ hükmü olduğu müddetçe, Yargıtay ve Danıştay’ın temyiz incelemesi üzerine verdiği kesin kararları, AYM’nin adeta bir süper temyiz mahkemesi gibi incelemesi sonucunu doğuruyor. Bir düzenleme yapılmazsa tartışma ve huzursuzluk devam edecek. Dolayısıyla bu maddenin yeniden düzenlenmesi gerekir.

Ayrıca, yasama organı, kendisinin ve diğer organların da sınırlarını çizen erkler ayrılığında en üst organdır. Yasamanın verdiği bir kararın AYM’nin müzakereye katılan üyelerinin eşitliği halinde başkanın oyu ile iptali gibi demokratik temsili ipotek altına alan bir karar alma usulü kabul edilemez” iddiasını savunuyor.”

Paylaşın

Gazze’nin Kaderi Ne Olacak? Olası Beş Senaryo

Hamas’ın askeri kanadı Kassam Tugaylarının Aksa Tufanı operasyonu ile başlayan Filistin – İsrail savaşı 25. gününde de devam ederken, İsrail saldırıları altındaki Gazze’de yaşamını yitirenlerin sayısının  8 bin 525’e yükseldiği açıklandı. 

Gazze’deki Filistin Sağlık Bakanlığı, 7 Ekim’de başlayan savaşta 3 bin 542’si çocuk olmak üzere toplam 8 bin 525 kişinin öldürüldüğünü duyurdu. İsrail saldırılarında can verenlerin 2 bin 187’sinin de kadın olduğu açıklandı. Pazartesi günü yapılan son duyuruda toplam can kaybı 8 bin 306 olarak açıklanmıştı.

Kara harekâtına hazırlanan İsrail ordusunun hedefi ise, Gazze Şeridi’ni kontrol eden Hamas’ı devirmek. Peki İsrail amacına ulaşırsa Gazze Şeridi’nin kaderi ne olacak?

İsrail hâlihazırda yaklaşık 350 bin yedek askerini seferber etmiş durumda. Kara kuvvetlerinin bir kısmı Lübnan sınırında, diğer bir kısmı da Gazze Şeridi sınırında konuşlandırıldı. İsrail uzun zamandır beklenen kara harekâtının amacının militan İslamcı örgüt Hamas’ın yok edilmesi olduğunu söylüyor. Hamas, Avrupa Birliği (AB), ABD ve Almanya da dahil olmak üzere birçok ülke tarafından terör örgütü olarak sınıflandırılan bir örgüt.

Peki İsrail, Hamas’ı yenme hedefinde başarılı olursa Gazze Şeridi’ni nasıl bir gelecek bekliyor? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. Ayrıca İsrail’in Hamas’ı tamamen yok etmeyi başarıp başaramayacağı belirsiz.

Uzmanlar, Gazze’de oluşacak siyasi bir iktidar boşluğunu, Taliban’ın Afganistan’da ve IŞİD’in Sahel bölgesinde yaptığı gibi, terör örgütlerinin istismar etmesi tehlikesi bulunduğunu söylüyor. İsrail karşıtı İran rejiminin de bu boşluktan fayda sağlamak suretiyle Gazze’de Hamas ve İslami Cihad gibi örgütleri yeni yöntemlerle desteklemesi tehlikesi de mevcut.

Peki bu şartlar altında Gazze Şeridi’nde nasıl bir yeni düzen oluşur?

1. Senaryo: Gazze Şeridi’ni yeniden İsrail kontrol eder

Bu senaryolardan biri, İsrail’in aynen 2005 yılına kadar olduğu gibi, Gazze Şeridi’ni bizzat askeri olarak kontrol etmesi. Başka bir deyişle, İsrail’in Gazze’ye işgalci güç olarak geri dönmesi. Bu yönde bir adım, yeni bir militan direnişi tetikleme tehlikesi yaratıyor. Buna ek olarak Alman uzman Stephan Stetter, böylesine bir gelişmenin bölgesel dengeler üzerinde de çok ciddi etkileri olabileceği uyarısında bulunuyor.

Olası senaryoları değerlendiren Alman Silahlı Kuvvetleri Üniversitesi’nden Stephan Stetter, “Bu gerçekleşirse, İsrail’de, Gazze Şeridi’nin yeniden iskan edilmesi yönünde talepler ortaya çıkacaktır. Bu da İsrail-Filistin çatışmasını alevlendirmek ve daim kılmak isteyenlerin değirmenine su taşıyacaktır” diye konuştu.

Öte yandan olası bir işgalci güç olarak İsrail, uluslararası hukuk çerçevesinde işgal altındaki halka karşı belirli yükümlülükleri üstlenmek zorunda kalacak. Stetter, “İsrail’in bu görevi kendisi üstlenmesi gerekecek. Bu, mâli olarak İsrail’in imkanlarını aşacaktır” dedi. Stetter, İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim tarihli saldırısından ekonomik olarak ciddi derecede etkilendiğini de hatırlattı.

Ayrıca, İsrail’in bölgede bir işgalci güç olarak kalmasına, ABD’nin başını çektiği Batılı müttefiklerinin siyaseten karşı çıkması da olasılıklar dahilinde. Diğer yandan olası bir işgalin İsrail’in, hâlihazırda barış anlaşması imzaladığı veya imzalamayı planladığı Arap ülkeleriyle ilişkilerini iyice zora sokma ihtimali de yüksek.

Stetter, “Tüm bu şartlar altında, işgal senaryosunu olası görmüyorum” diyor. Bu senaryonun İsrail açısından teşkil ettiği bir diğer sorun da kendisine düşman olan Gazze Şeridi’ne karşı kendisini izole etmeye devam etme zorunluluğu olacak. Kısa süre önce ABD merkezli dış politika dergisi Foreign Affairs’de yer alan bir makalede, “İsrail daima devasa bir hapishaneye hükmetmek zorunda kalacaktır” değerlendirmesi yapılmıştı.

2. Senaryo: İktidarı Filistin Özerk Yönetimi üstlenir

İhtimaller dahilinde olan bir diğer senaryo da Filistin Özerk Yönetimi’nin Gazze Şeridi’ne geri dönmesi ve buranın yönetimini yeniden devralması.

Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Merkezi’nde araştırmacı ve İsrail askeri istihbarat servisinin eski bir çalışanı olan İsrailli uzman Michael Milshtein’a göre bu planın en zayıf noktası; Mahmud Abbas liderliğindeki yönetimin, Batı Şeria’nın yalnızca bir kısmını kontrolü altında bulunduruyor olması. Bölgenin büyük kısmının yönetimi, İsrail’in kontrolü altında. Milshstein, bu senaryo değerlendirilirken Abbas’ın siyasi açıdan zayıf olduğunun unutulmaması gerektiğini dile getiriyor.

Filistin Özerk Yönetimi ve Abbas’ın lideri olduğu El Fetih partisine Batı Şeria’daki desteğin düşük olduğu belirtiliyor. Yolsuzluk ve yönetimin başarısızlığı nedeniyle Filistinliler sık sık protesto eylemleri düzenliyor.

Demokratik meşruiyet eksikliği de özerk yönetime yöneltilen bir diğer eleştiri. En son başkanlık seçimlerinin 2005 yılında düzenlendiği bölgede, Abbas herhangi bir seçim olmaksızın başkanlık koltuğunda oturmayı sürdürüyor. Son dönemde Hamas’a karşı yeterince mesafe almaması nedeniyle Batı’da da eleştirilerin odağına yerleşen Abbas’a Batı Şeria’da yöneltilen bir diğer eleştiri ise işgalci güç İsrail’e karşı yeterince sert ve kararlı bir şekilde karşı çıkamıyor oluşu.

Tüm bunlara ek olarak Stephan Stetter, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Filistin Özerk Yönetimi İsrail’in Hamas’a karşı zafer elde etmesi durumunda Gazze Şeridi’ne geldiği takdirde, savaşın mağlubunun sırtından iktidarı eline alan, savaşın kazananı olarak görülecektir.” Özerk Yönetim’in bu tür bir izlenim uyandırmama konusunda dikkatli olması gerektiğini kaydeden Stetter, “Bunun dışında tüm diğer senaryolarda, Filistin Özerk Yönetimi, Gazze için önemli bir rol oynayacaktır” diyor.

3. Senaryo: Karışık Filistin sivil yönetimi kurulur

Milshtein’a göre, ilk iki senaryodan daha iyi ancak hayata geçirilmesi zor olan bir diğer senaryo ise bölgede karışık bir Filistin sivil yönetiminin kurulması olur. Filistin halkına mensup olan, Filistin Özerk Yönetimi’yle de yakın ilişkileri bulunan çeşitli temsilcilerden oluşacak böylesine bir yönetim Mısır, ABD, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından da desteklenebilir.

Ancak Milshtein’a göre, bu tür bir yönetim istikrarlı ve uzun ömürlü olamaz: “Ancak yine de diğer alternatiflere göre daha iyi bir seçenek.”

4. Senaryo: Yönetimi BM devralır

Stetter, bu tür bir durumda teorik olarak Birleşmiş Milletler’in (BM) de yönetim görevini devralabileceğinin altını çizdi.

Kosova ve Doğu Timor örneklerini veren Stetter, “Ancak bu Gazze Şeridi’nde pek gerçekçi değil. Bunun bu tür bir durumda hayata geçirilmesi, imkansız olmasa da çok zor. Bunun nedeni, dünya kamuoyunun dikkatlerinin bu çatışmada olması. Aynı zamanda Batılı devletlerin bölgede daha güçlü bir rol üstlenmesi eleştiri oklarını üzerine çekebilir” görüşünü aktardı. Öte yandan bu senaryonun gerçekleşmesi için, BM’nin üye devletler tarafından yetkilendirilmesi de zorunluluklar arasında.

5. Senaryo: Yönetimi Arap devletleri devralır

Stetter’e göre Gazze için bir diğer senaryo da bölgenin yönetimini Filistin Özerk Yönetimi ile işbirliği sürdürecek biçimde Arap devletlerinin devralması. Stetter, “Bu senaryo, Filistin’deki temsilcisi Hamas olan Müslüman Kardeşler hareketine şüpheyle yaklaşan Arap devletlerinin de çıkarına olur. Geçmişte Mısır’da Müslüman Kardeşler’e karşı çıkıldı, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde de bu grupla mücadele ediliyor” dedi.

Söz konusu devletlerin hâlihazırda Filistin halkıyla dayanışma göstermek amacıyla İsrail karşıtı bir söylem benimsediğini hatırlatan Stetter, “Buna rağmen Hamas’ın savaşı kaybetmesi, Riyad ve Kahire’de pek olumsuz görülmeyecektir” dedi.

Hamas kaybettiği takdirde milli egemenlik ve iki devletli çözüm taleplerine sahip Filistin halkının ikna edilmesi gerektiğini kaydeden Stetter, “Bunu hayata geçirmek için, BM ve Batı ile işbirliği yapan, birlik içerisinde hareket eden kuvvetlere ihtiyaç olacak” diye konuştu. Stetter, bu tür bir modelin sürdürülebilmesi için siyasi desteğin yanı sıra mâli desteğin de büyük önem taşıyacağını kaydetti. Stetter, böylesine bir çözümün yalnızca Filistinlilere değil, İsrail’e de daha fazla güvenlik sağlayacağını savundu.

Ancak bugün binlerce kişinin yaşamını yitirdiği ortamda, Arap devletlerinin İsrail ile resmi ilişkilere başlamaya ne zaman ve hangi bedel karşılığında hazır olacağı belirsizliğini koruyor. Dolayısıyla bu tür bir modelin hayata geçmesi, kısa değil, ancak orta vadede mümkün olabilir.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın

Görünmez Adam: Bireysel Ve Kolektif Kimlik Arasındaki Gerilim

Ralph Ellison’ın “Görünmez Adam”ı varoluşsal temaları, toplumun beklentilerini ve bireysel ile kolektif kimlik arasındaki gerilimleri irdeler. Romanın baş karakteri olan “Görünmez Adam”ın ırksal olarak bölünmüş bir toplumda kimlik ve özgürlük arayışını yansıtır.

Haber Merkezi / Romanda geçen, “Kim olduğumu keşfettiğimde özgür olacağım.” cümlesi kahramanın (Görünmez Adam) gerçek kimliğini bulma yolculuğunu yansıtıyor. Romanın baş karakteri, roman boyunca, ırksal olarak bölünmüş bir toplumda Afrikalı Amerikalı bir adam olmanın zorluklarıyla boğuşuyor.

“Görünmez Adam” varlığını kabul etmeyi reddeden başkaları tarafından sıklıkla “görünmez” hale getiriliyor, bu durum da onu kendini anlama arayışına yol açıyor.

Üstte yer verilen cümle, varoluşçu temalarla rezonansa giriyor ve gerçek özgürlüğün kişisel farkındalık ve kendini kabul etme ile karmaşık bir şekilde bağlantılı olduğunu öne sürüyor. Bu, kişinin kendisini net bir şekilde anlamadan, gerçekten özgür olamayacağını ima ediyor.

Romanın ırkçılık ve toplumsal beklentileri incelemesi bağlamında bu cümle, baş karakterin kimliğini keşfederek önyargılı bir toplumun kendisine dayattığı sınırlamalardan ve beklentilerden kurtulabileceğine nasıl inandığını vurgular.

Cümle, aynı zamanda bireysel ve kolektif kimlik arasındaki gerilime de değiniyor. “Görünmez Adam”, kişisel kimliğini, ırksal olarak dışlanan veya suçlanan Amerika’da bir Afrikalı Amerikalı olma kimliğiyle uzlaştırmak zorunda kalıyor.

Cümle ayrıca, kendini keşfetmenin kişisel gelişim ve güçlenmeye giden bir yol olduğu fikrinin altını çizer ki, “Görünmez Adam” da kendisi ve yaşadığı ortamdaki yer hakkında daha fazla şey öğrendikçe, onu görünmez tutmaya çalışan güçlere meydan okuyacak gücü buluyor.

Görünmez Adam (Kahraman): Romanın baş kahramanı fiziksel olarak görünmezdir, şeffaf olma anlamında değil, daha ziyade insanlar onu gerçekte olduğu gibi görmeyi reddettikleri için. O, ırksal olarak ayrılmış ve baskıcı bir toplumda yaşayan genç bir Afrikalı Amerikalıdır.

Anlatıcı: Görünmez Adam, romanın birinci şahıs anlatıcısı olarak hayat hikayesini anlatıyor. Anlatı sesi, deneyimlerinin ve duygularının nüanslarını aktarmada güçlü bir araçtır.

Dr. Bledsoe: Görünmez Adam’ın gittiği kolejin başkanıdır. Başlangıçta Afro-Amerikan toplumunda saygın ve güçlü bir figür olarak tasvir edilir.

Ras: Ras, ırkçılıkla mücadelede çatışmacı ve militan yöntemlere inanan radikal bir karakterdir. Görünmez Adam’ın başlangıçta sosyal değişime pasif yaklaşımını eleştirir.

Mary: Mary, ihtiyaç duyduğunda Görünmez Adam’ı yanına alan, iyi kalpli, anaç bir figürdür. Hayatında bir sıcaklık, ilgi ve istikrar kaynağını temsil eder.

Jack: Kardeşliğin Beyaz Lideri: Jack Kardeş, Kardeşlik olarak bilinen siyasi bir örgütün beyaz lideridir. Görünmez Adam’ı grubun sözcüsü olarak işe alır.

Clifton: Clifton, örgütün yöntemleri ve hedefleri konusunda hayal kırıklığına uğrayan Kardeşler’in bir üyesidir. Sonunda trajik bir sonla karşılaşır.

Roman, Görünmez Adam’ın New York’ta bir bodrum katındaki gizli bir yeraltı sığınağında yaşamasıyla açılıyor. Kendisini görünmez olarak tanımlıyor; fiziksel bir durumdan dolayı değil, toplum onu ​​kendi kimliğine sahip bir birey olarak görmeyi reddettiği için.

Görünmez Adam’ın yolculuğu, üniversite mütevelli heyetini istemeden kızdıran bir mezuniyet konuşması yapmasıyla başlar. Sonuç olarak okuldan atılır ve üniversite başkanı Dr. Bledsoe’nun tavsiye mektuplarıyla birlikte New York’a gönderilir. Ancak çok geçmeden bu mektupların kendisine kapılar açmadığını, bunun yerine ırkçılık ve sömürüyle ilgili bir dizi hayal kırıklığı yaratan karşılaşmaya yol açtığını fark eder.

Irk eşitliği için mücadele ettiğini iddia eden Kardeşlik olarak bilinen siyasi bir örgüte katılan Görünmez Adam, Kardeşlik’in önde gelen bir sözcüsü haline gelir, ancak sonunda onun da onu kendi amaçları için kullandığını fark eder ve örgüt içinde görünmez kalır.

Roman boyunca Görünmez Adam, kendisine ihanet eden üniversite yöneticisi Dr. Bledsoe; Radikal bir aktivist olan Exhorter Ras; Ona destek sunan nazik bir kadın olan Mary Rambo; Kardeşliğin manipülatif lideri Kardeş Jack; ve hayal kırıklığına uğramış bir Kardeşlik üyesi olan Clifton.

Kimlik, ırk ve gücün karmaşıklığıyla boğuşan Görünmez Adam, sonunda hem fiziksel hem de mecazi olarak yer altına çekilir, burada deneyimleri ve sonraki adımları üzerine düşünür.

Paylaşın

Yüzyıllık Yalnızlık: Yaşam Döngüsü Ve Zaman Yanılsaması

Gabriel García Márquez’in yazdığı “Yüzyıllık Yalnızlık” dayanıklılık, insan ilişkileri, yaşam döngüsü ve zaman yanılsaması temalarını irdeleyen bir roman. Roman, Buendía ailesini nesiller boyunca takip ediyor ve onların kurgusal Macondo kasabasındaki karmaşık geçmişini anlatıyor.

Haber Merkezi / Gerçeklikle fanteziyi harmanlayarak Latin Amerika toplumunun bir eleştirisini sunan roman, José Arcadio Buendía, Úrsula Iguarán ve Albay Aureliano Buendía gibi karakterler ile yalnızlığın, hırsın ve siyasi çalkantının çeşitli yönlerini temsil ediyor.

“Her zaman sevilecek bir şey kalır.”

Dayanıklılık ve umut: Üste yer alan cümle, zorluklar karşısında bile dayanıklılık ve umut fikrinin altını çiziyor. Roman boyunca Buendía ailesi, savaş, ölüm ve kişisel çatışmalar da dahil olmak üzere çok sayıda sorunla karşı karşıya kalıyor. Bu cümle, koşullar ne kadar zor olursa olsun, bireyleri ve toplulukları ayakta tutabilecek bir sevgi veya umut kaynağının her zaman bulunduğunu öne sürüyor.

İnsan bağlantısı: “Yüzyıllık Yalnızlık” insanların ve nesillerin birbirine bağlılığını araştırıyor. Romanda geniş bir karakter kadrosu yer alıyor ve bu çizgi, insani bağların kalıcı gücünü ve sevginin boşlukları doldurma, yaraları iyileştirme ve anlamlı ilişkiler yaratma kapasitesini yansıtıyor.

Yaşam döngüsü: Roman, olayların ve temaların nesiller boyunca tekrarlandığı döngüsel anlatımıyla tanınıyor. Bu cümle, aşkın, zamanın geçmesine rağmen varlığını sürdüren sabit ve kalıcı bir güç olduğu yaşamın döngüsel doğasına dair bir yorum olarak yorumlanabilir.

Zaman yanılsaması: García Márquez hikaye anlatımında sıklıkla geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor. Cümle, aşkın zamanın sınırlamalarını aştığını ve doğrusal kronolojinin kısıtlamalarına bağlı olmadığını öne sürüyor. Aşkın zamansal gerçekliğin sınırları dışında var olduğu fikrine işaret ediyor.

Bireysel ve kolektif aşk: Roman hem bireysel hem de kolektif aşkı irdeliyor. Üste yer alan cümle, ister bireysel ister kolektif düzeyde her zaman değer verilmeye değer bir şeyin olduğunu ima ediyor.

José Arcadio Buendia: Buendía ailesinin reisi ve Macondo’nun kurucusu José Arcadio Buendía esrarengiz bir karakter. O, simya ve bilgiye takıntılı ama aynı zamanda yalnızlık ve huzursuzluk duygusundan da rahatsız olan bir hayalperest ve maceracı. Karakteri bilgi arayışını ve takıntılı hırsın sonuçlarını temsil ediyor.

Úrsula Iguarán: Úrsula, José Arcadio Buendía’nın karısı ve birinci derece kuzeni. Bir asırdan fazla süredir yaşayan romanın en kalıcı karakterlerinden biri. Ursula, ensest ilişkilerin damgasını vurduğu bir ailede yaşamanın zorluklarıyla boğuşurken yalnızlık temasını somutlaştırıyor. Karakteri aynı zamanda anne sevgisini ve Buendía mirasının korunmasını da simgeliyor.

Aureliano Buendia: José Arcadio Buendía’nın ikinci oğlu Aureliano, kara kara düşünen ve içine kapanık bir karakter. Latin Amerika’daki siyasi çalkantıların daha geniş temasını yansıtan siyasi ve devrimci faaliyetlere dahil oluyor. Onun karakteri kimlik arayışını, yalnızlığa ve umutsuzluğa karşı mücadeleyi temsil ediyor.

Albay Aureliano Buendía: Albay Aureliano Buendía, romanın ana karakterlerinden biri. O, liberal devrimci güçlerin lideri haline gelen karmaşık bir figür. Tarihin tekrarı ve olayların gidişatını değiştirememe onu rahatsız ettiği için yalnızlığın sembolü. Karakteri tarihin döngüsel doğasını ve siyasi iktidarın yararsızlığını temsil ediyor.

Amaranta: Amaranta romandaki en trajik ve karmaşık kadın karakter. Evlatlık kardeşi Aureliano’ya olan karşılıksız sevgisi, onu acı ve yalnızlıkla dolu bir hayata sürükler. Sevginin yıkıcı gücünü ve Buendía ailesini rahatsız eden ensest ilişkiler temasını temsil ediyor.

Rebecca Buendía: José Arcadio Buendía’nın yeğeni Rebecca, hikayeye mistik ve büyülü bir unsur katıyor. Önseziler, alametler ve doğaüstü olaylarla ilişkilendirilir. Karakteri, Latin Amerika kültürünün yerli ve mistik yönlerini temsil ediyor.

Renata Remedios (Meme): Meme, Fernanda ve Aureliano II’nin kızıdır. Karakteri isyanı ve özgürlük arzusunu bünyesinde barındırır. Mauricio Babilonia ile ilişkisiİlişkisi olduğu bir tamirci olan , gençlik tutkusunu ve sosyal kısıtlamalara karşı isyanı temsil ediyor.

Fernanda del Carpio: Fernanda, Aureliano II ile evlenen muhafazakar del Carpio ailesinin bir üyesi. Toplumsal katılığın ve ahlaki muhafazakarlığın sembolü. Karakteri geleneksel değerler ile değişen dünya arasındaki çatışmayı temsil ediyor.

Gabriel García Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı, 20. yüzyılın en önemli yapıtlarından biri. Kurgusal Macondo kasabasında geçen roman, yüzyılın birkaç neslini kapsamakta.

Roman, Buendía ailesinin, karmaşık ve çalkantılı geçmişlerinin canlı bir tasvirini sunuyor. Hikaye, patrik José Arcadio Buendía ve eşi Úrsula Iguarán’ın Kolombiya’nın ücra ormanlarında Macondo kasabasını kurmasıyla başlıyor.

Buendía ailesi büyüdükçe aralarında yasak aşk ilişkileri, siyasi devrimler ve gizemli olayların da bulunduğu bir dizi olağanüstü ve çoğu zaman gerçeküstü olayla karşılaşıyorlar. Roman, günlük hayata kusursuz bir şekilde entegre edilmiş doğaüstü unsurlarla gerçeklik ve fantezinin bir karışımıyla dikkat çekiyor.

Nesiller boyunca Buendia ailesi, ensest ilişkiler, yalnız varoluş ve kehanet ve önsezilere duyulan hayranlık gibi tekrarlanan kalıplarla işaretleniyor. Her karakterin hayatı, ilerlemeden, izolasyondan ve dış güçlerden etkilenen bir kasaba olan Macondo’nun daha geniş tarihiyle iç içe geçiyor.

Roman, yalnızlık, aşk, güç, hafıza ve tarihin döngüsel doğası temalarını irdeliyor. Latin Amerika’daki siyasi ve sosyal çalkantıları eleştiren roman, bölgenin çalkantılı geçmişine ve kimlik ve ilerleme arayışına dikkat çekiyor.

Paylaşın

ABD İle Çin Arasında Buzlar Eriyor Mu?

ABD ile Çin arasındaki son diplomatik temaslar ve Xi Jinping’in İkinci Dünya Savaşı’nda Çin adına savaşan ‘Uçan Kaplanlar’a yazdığı mektup, iki ülke arasındaki ilişkilerin normalle döneceği yönündeki yorumları artırdı.

Haber Merkezi / Son birkaç aydaki gelişmelere bakacak olursak, ilk olarak Çin’in üst düzey diplomatı Wang Yi, 15 ve 16 Eylül tarihlerinde ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile bir araya geldi. Bunun ardından, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, Çin Başkan Yardımcısı Han Zheng ile görüştü.

Geçtiğimiz aylarda Blinken ve John Kerry, Hazine Bakanı Janet Yellen ve Ticaret Bakanı Gina Raimondo birbiri ardına Çin’i ziyaret ettiler. Bütün bu görüşmeler veya ikili diyaloglar, iki süper güç arasında, telefon çipleri, uyuşturucu ve Tibet’ten Tayvan’a kadar pek çok konuda gerilimlerin olduğu bir dönemde yaşandı.

Bu yılın şubat ayında yaşanan ‘casus balonu’ olayı ve ABD Başkanı Joe Biden’ın Xi’yi ‘diktatöre’ benzetmesi bu görüşmelere engel teşkil etmedi.

Buzları eriyor mu?

Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’dan Duffles Paul, bir yıl öncesine kadar Çin ile diyaloğun ABD’de neredeyse ‘tabu bir kelime’ olduğunu söyledi ve ekledi: Diyalog yollarının açılması iyi yönde bir değişiklik.

Pekin Üniversitesi’nden profesör Jia Chunguo ise, “ABD’nın çabaları esas olarak diyaloğu yeniden başlatmak ve bu da kendi başına iki ülke arasındaki ilişkinin ne kadar güvensizlik ve siyasi engellerle dolu olduğunu gösteriyor” dedi.

Biden ve Xi buluşacak mı?

Beyaz Saray, Wang Yi ile Jake Sullivan arasındaki görüşmenin ardından yaptığı açıklamada, önümüzdeki haftalarda daha üst düzey görüşmelerin gerçekleşebileceğini duyurdu.

Kasım ayında Asya-Pasifik Ekonomik İşler Kurumu (APEC) toplantısı San Francisco’da yapılacak. Bu, Joe Biden ve Xi Jinping’in buluşması için bir fırsat olabileceği belirtiliyor.

Ancak şu ana kadar ABD ve Çin böyle bir görüşmenin sinyalini vermezken, Çin, APEC’e katılıp katılmayacağının sonra açıklayacağını duyurdu.

Bu açıklamaya rağmen, uzmanlar Xi Jinping’in bu toplantıya katılabileceğini söylüyor.

Uçan Kaplanların rolü nedir?

Blinken ve Han arasındaki görüşmenin ardından Çin medyası, Xi Jinping’in Uçan Kaplanlara yazdığı bir mektubu yayınladı.

Mektupta Xi, Çin ile ABD arasındaki ilişkilere vurgu yaparken, ‘her iki ülkenin de karşılıklı saygı, barış içinde bir arada yaşama ve işbirliği sağlaması gerektiğini’ yazdı.

ABD askeri birliği Uçan Kaplanlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Çin adına savaşmıştı.

Tayvan meselesine ne olacak?

Tayvan hala iki ülke arasında hassas bir nokta. Çin’in uluslararası yayıncısı China Global, yakın zamanda yayımladığı bir haberinde, “ABD’nin alması gereken ilk ders, Çin’in Tayvan’a çizdiği kırmızı çizgiyi ihlal etmemesidir” ifadelerine yer verdi.

Çin Komünist Partisi gazetesi Global Times ise, Jake Sullivan’ın Wang Yi ile görüşmesi sırasında, Tayvan konusunda 12 saat süren bir tartışmanın yaşandığını bildirdi.

Çin Renmin Üniversitesi’nden uluslararası ilişkiler uzmanı Xi Yinhong, iki ülke arasındaki ilişkilerde “önemli ve geniş kapsamlı” bir değişiklik olmadığını söyledi. Xi Yinhong, yakın zamanda Tayvan üzerinden geçen 103 Çinli askere dikkat çekerek, “Gerçek bu” dedi.

Paylaşın

Don Kişot: İdealizm Ve Gerçekliğin Zamansız Keşfi

Miguel de Cervantes Saavedra’nın “Don Kişot”u, gerçekliğe karşı delilik ve idealizm temasını irdeleyen klasik bir roman. Normalliği eleştiren ve hayal gücünün gücünü vurgulayan roman, insan doğasının karmaşıklıklarını derinlemesine inceleyen zamansız bir başyapıt.

Haber Merkezi / “Çok fazla akıl sağlığı delilik olabilir ve hepsinden de delicesi: Hayatı olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi görmek!”

Romandan alınmış bu cümle, “Don Kişot”ta deliliğin ana temasını yansıtıyor. Romanın kahramanı Don Kişot, çağının sert gerçeklerini kabul etmek yerine dünyayı şövalye aşklarının merceğinden görmeyi seçtiği için toplum tarafından deli olarak kabul ediliyor. Bu bağlamda bu cümle, dünyadaki akıl sağlığı tanımının aslında bir tür delilik olabileceğini öne sürüyor.

Don Kişot’un idealist bakış açısı, başkaları tarafından çılgınlık olarak görülse de, onun daha yüksek, daha asil bir gerçekliğin peşinde koşma yolu olarak karşımıza çıkıyor.

Cümle, idealizm ile gerçekçilik arasındaki gerilimi vurguluyor. Don Kişot’un deliliği, şövalyeliğin, şerefin ve asil eylemlerin hakim olduğu idealleştirilmiş bir yaşam versiyonunun amansız arayışında yatıyor. Cümle, bazen sert gerçekleri kabul etmek yerine idealist yaşam vizyonlarına bağlı kalmanın “en çılgınca” olabileceğini öne sürüyor.

Cervantes, toplumsal normları ve standartlaştırılmış bir akıl sağlığı görüşüne uyma baskısını eleştiriyor. Don Kişot’un alışılmadık davranışı statükoya meydan okuyor ve okuyucuları “aklı başında” bir dünya görüşüne uymanın her zaman doğru yol olup olmadığını sorgulamaya teşvik ediyor.

Don Kişot’un deliliği, sınırsız hayal gücünden ve şövalyelerin ve şövalyeliğin romantik ideallerine olan sarsılmaz inancından kaynaklanıyor. Yukarıdaki cümle, kabul edilen akıl sağlığı normlarından sapsa bile, hayatı kişinin hayal gücünün merceğinden görmenin bir güzelliği ve derinliği olduğunu öne sürüyor.

Don Kişot (Alonso Quixano): Hikayenin kahramanı Don Kişot, şövalyelik kitaplarına takıntılı hale gelen emekli bir beyefendidir ve Don Kişot adını alarak kendisini gezgin bir şövalye olarak yeniden keşfetmeye karar veriyor. İdealizmi, ihtişam hayalleri ve güçlü bir onur ve görev duygusuyla karakterize ediliyor.

Don Kişot’un kendine özgü bir şövalyeye dönüşmesi, hareket eden bir dünyaya şövalyeliği geri getirmeye çalışırken hem komik hem de dokunaklı anlara yol açıyor.

Don Kişot’un sadık yaveri Sancho Panza: Sancho Panza, efendisinin idealizminin tam tersine, pratik ve ayakları yere basan bir köylü. Sancho karakteri, hayata sağduyulu yaklaşımıyla sürekli Don Kişot’un fantezilerine hükmetmeye çalışırken romanda komik bir rahatlama sağlıyor. Don Kişot’a olan bağlılığı ve gezgin şövalyeyi engelleme rolü onu sevilen bir karakter haline getiriyor.

Dulcinea del Toboso: Dulcinea, Don Kişot’un idealize ettiği ve şövalyelik eylemleri için ilham kaynağı olarak hizmet ettiği hanımefendi. Gerçekte o, Aldonza Lorenzo adında basit bir köylü kadındır. Dulcinea, Don Kişot’un romantik ve gerçekçi olmayan ideallerini temsil ediyor ve onun ona olan sarsılmaz bağlılığı hikayenin ana temasını oluşturuyor.

Dük ve Düşes: Bu iki karakter aristokrasiyi ve onların Don Kişot’un çılgınlığını kendi eğlenceleri için kullanmalarını temsil ediyor. Don Kişot ve Sancho’ya oyunlar oynayarak onları sahte maceralara inandırıyorlar. Dük ve Düşes, Don Kişot’un yaşadığı toplumun absürdlüğünü vurgulayarak romanın hiciv yönünü örneklendiriyor.

Rocinante: Don Kişot’un sadık atı Rocinante, onun azminin ve kararlılığının simgesi. At yaşlı ve yıpranmış olmasına rağmen Don Kişot onu asil ve yiğit bir küheylan olarak görüyor. Rocinante’nin efendisine olan sadakati, Sancho Panza’nın Don Kişot’a olan sadakatinin aynası.

Sancha Panza: Romanın ikinci bölümünde yer alan Sancho Panza’nın karısı. Kocasının fantastik maceralarıyla çelişen, pragmatik ve mantıklı bir kadındır. Onun varlığı Sancho’nun karakterine derinlik katıyor ve yokluğunun ailesi üzerindeki etkisini araştırıyor.

Roman boyunca Don Kişot, gerçek ve hayali şövalyeler, devler ve büyücüler de dahil olmak üzere çeşitli düşmanlarla karşılaşır. Bu düşmanlar, onun kahramanca maceraları için katalizör görevi görüyor ve yazarın gerçeklik ile fantezi arasındaki bulanık çizgiler hakkında yorum yapmasına olanak tanıyor.

“Don Kişot”, 1605 ve 1615’te iki bölüm halinde yayınlanan klasik bir romandır ve genellikle dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Roman, şövalyelik kitaplarına takıntılı hale gelen ve Don Kişot adını alarak kendisini gezgin bir şövalye olarak yeniden keşfetmeye karar veren Alonso Quixano adında yaşlanan bir İspanyol beyefendinin hikayesini anlatıyor.

Don Kişot’un bu şövalyelik kitaplarına olan tutkusu onu büyüklük yanılgılarına sürükler ve yel değirmenlerini dev, hancıları ise lord olarak görmesine neden oluyor. Don Kişot ve sadık yaveri Sancho Panza ile birlikte bir dizi maceraya atılıyorlar. Yol boyunca bazıları gerçek, bazıları hayali olan çok çeşitli karakter ve durumlarla karşılaşıyorlar.

Roman, idealizm ile gerçeklik arasındaki karşıtlığın parlak bir incelemesidir. Don Kişot’un asil niyetleri, içinde yaşadığı sıradan ve pratik dünyayla sık sık çatışır. Etrafındakiler onu deli olarak görse de hayal gücünün gücüne ve yüce ideallerin peşinde koşan bir karakterdir.

Cervantes, mizah, hiciv ve derin içgörü aracılığıyla, Don Kişot’un maceralarını İspanyol toplumunun değişen doğası, şövalyeliğin gerilemesi ve hikaye anlatıcılığının gücü hakkında yorum yapmak için kullanıyor. Roman, yüzyıllar boyunca farklı şekillerde yorumlanmış, karmaşık ve çok katmanlı bir eser olup, bu özellikleriyle edebiyatın ölümsüz bir başyapıtı haline gelmiştir.

Paylaşın

Küçük Prens: Temel Gerçeklerin Öyküsü

Masumiyet, dostluk ve hayatta gerçekten önemli olan şeyin arayışı temalarını irdeleyen Antoine de Saint-Exupéry’nin “Küçük Prens” adlı eseri, fiziksel görmenin ötesinde anlama ve algılamanın önemini vurguluyor.

Haber Merkezi / İnsanların ve nesnelerin temel niteliklerinin çoğu zaman gözle görülmediğini, ancak kalple hissedilip anlaşıldığını öne süren kitap, aynı zamanda insani bağlantının önemini vurguluyor, materyalizme meydan okuyor ve çocuksu bilgeliği yansıtıyor.

Hikayedeki Küçük Prens, Gül, Tilki, Kral, Lamba Yakıcı, İş Adamı ve Yılan gibi karakterler, yetişkin davranışının ve toplumun farklı yönlerini simgelemektedir.

“İnsan ancak kalbiyle doğruyu görebilir; esas olan gözle görülemez.”

Kalple görmek: İfade, gerçek anlayış ve algılamanın yalnızca fiziksel görmenin ötesine geçtiğini öne sürer. Duygularımızın, sezgilerimizin ve empatimizin dünyayı nasıl algıladığımız ve anladığımız konusunda çok önemli bir rol oynadığı fikrini vurgular. Başka bir deyişle, kalple görmek, yüzeyin ötesine bakmak ve insanların ve nesnelerin daha derin, duygusal ve anlamlı yönlerini araştırmak anlamına gelir.

Esas olan gözle görülemez: İfade, insanların ve nesnelerin en önemli niteliklerinin hemen belli olmadığı fikrini aktarmaktadır. Çoğu zaman en önemli olan sevgi, nezaket, şefkat gibi soyut nitelikler ve kişinin karakterinin özüdür, bu nitelikler gözle ölçülemez, görülemez, ancak kalple hissedilir ve anlaşılır.

Üstteki cümle aynı zamanda insani bağlantı ve ilişkilerin öneminin altını çizer. Başkalarını anlamanın ve onlarla derin bir düzeyde bağlantı kurmanın empati, şefkat ve yüzeysel görünümlerin ötesine bakma isteği gerektirdiğini ima eder. Daha derin duygusal bağlara dayalı anlamlı bağlantılar kurmamızı teşvik eder.

Cümle, çoğunlukla somut zenginlik veya mülk arayışının yönlendirdiği bir dünyada, maddi şeylerin en değerli olduğu fikrine meydan okur. Bize hayatın zenginliğinin soyut yönlerde, yani verdiğimiz ve aldığımız sevgide, geliştirdiğimiz ilişkilerde ve bizi şekillendiren deneyimlerde yattığını hatırlatır.

“Küçük Prens” genellikle bir çocuk kitabı olarak kabul edilir, ancak derin felsefi ve varoluşsal temalar içerir. Üsteki cümle, kitapta mevcut olan çocuksu bilgeliği yansıtıyor; çocukların genellikle yetişkinlerin bakış açısını bulanıklaştırabilecek karmaşıklık ve önyargıların yükünden kurtulmuş olarak dünyayı daha net ve daha masum bir şekilde anladıklarını öne sürer.

Baş karakter Küçük Prens, B-612 adlı küçük bir asteroitten gelen genç bir çocuktur. Meraklıdır, hayal gücü kuvvetlidir ve çocuksu bir masumiyete sahiptir. Yolculuğu boyunca çocukluğun saflığını temsil ediyor ve yetişkinlerin yaşlandıkça sıklıkla kaybettiği bilgeliğin ve sadeliğin sembolü olarak hizmet eder. Dünya hakkında bilgi edinme ve yetişkin davranışlarının ve ilişkilerinin doğasını anlama arayışı içindedir.

Küçük Prens’in asteroitinde Gül ile karşılaşması hikayede önemli bir olaydır. Gül, bazı insanların benmerkezci, talepkar, kibirli ve kaprisli doğasını temsil eder. Ancak Küçük Prens, Gül’ü derinden seviyor ve bu da aşkın karmaşıklığını ve ilişkilerin zorluklarını gösterir.

Tilki, deneyimin bilgeliğini ve başkalarıyla anlamlı bağlantılar kurmanın önemini temsil eder. Tilki, Küçük Prens’e ilişkilerin özünü ve başkalarını gerçekten nasıl anlayıp takdir edeceğini öğretir.

Kral, güç ve otoritenin keyfi ve çoğunlukla anlamsız kullanımını sembolize eder. Karakteri, amacı olmadığı veya yönettiği insanlarla bağlantısı olmadığında otoritenin saçmalığını vurgular.

Lamba Yakıcı, küçük asteroitindeki her dakika bir lambayı yakıp söndürmek gibi sürekli ve nafile görevi, birçok yetişkin mesleğinin monotonluğunu ve anlamsızlığını temsil edere. Karakteri, insanların çok az anlam veya tatmin sunmayan rutinler ve sorumluluklar içinde sıkışıp kalabilecekleri fikrini yansıtır.

İşadamı, yıldızları sayma ve onları kendi mülkü olarak ilan etme konusunda takıntılıdır ve bazı bireylerin sahiplenici doğasını vurgulamakta. Yalnızca maddi zenginliğe odaklanmanın sığ ve tatminsiz bir hayata yol açabileceği fikrini temsil eder.

Yılan, tehlikeyi ve ölümü temsil eder. Onun ısırığı, Küçük Prens’in fiziksel bedeninden ayrılmasına yol açar, ancak o metafiziksel anlamda varlığını sürdürür. Yılanın rolü, ölümlülüğün kaçınılmazlığını ve çocukluktan yetişkinliğe geçişi temsil eder.

Hikaye, Sahra Çölü’ne uçağını düşün bir havacının birdenbire ortaya çıkan genç bir prensle tanışmasıyla başlar. Küçük Prens, havacıya B-612 adlı küçük bir asteroitte özel bir gülle ilgilendiğini anlatır. Küçük Prens’in maceraları onu her biri benzersiz bir karakterin yaşadığı başka asteroitlere götürür.

Talepkar ve kibirli Gül, bencil bir Kral, kendini en önemli kişi sanan aldatılmış bir Adam, bir ayyaş ve yetişkin davranışının ve toplumun farklı yönlerini simgeleyen diğer kişilerle tanışır.

Küçük Prens, sohbetleri aracılığıyla hayata, aşka ve insanlığın durumuna dair içgörülerini paylaşır. Çoğu zaman gözle görülmeyen, esas olana kalple bakmanın ve değer vermenin önemini vurgular. Küçük Prens’in son karşılaşması zehirli bir Yılanla olur ve bu onun fiziksel bedeninden ayrılmasına yol açar. Ancak ruhu asteroitine geri döner.

Hikaye okuyuculara çocuksu merakın, insani bağlantıların ve hayatta gerçekten önemli olan şeyin arayışının önemi hakkında dokunaklı bir mesaj bırakır. “Küçük Prens” masumiyet, dostluk, çocukluk harikasının kaybı ve karmaşık bir dünyada büyümenin zorluklarını araştıran felsefi ve alegorik bir hikaye.

“Küçük Prens” zamansız bilgeliği ve çekiciliğiyle her yaştan okuyucuyu büyülemeye devam ediyor…

Paylaşın

Postane: Hayatta Kalma, Dayanıklılık Ve Yaratıcı Dürtü

Charles Bukowski’nin “Postanesi” hayatta kalma, dayanıklılık ve yaratıcı dürtü temalarını irdeleyen bir romandır. Kitabın başlığı, kurumsallaşmış sistemlerin bürokratik ve insanlık dışı doğasını sembolize ederken, aynı zamanda geleneksel başarı arayışını da eleştiriyor.

Haber Merkezi / Romanın saf gerçekçiliği, işçi sınıfının incelenmesi, toplumsal normların eleştirisi ve bağımlılığın araştırılması, romanı mutlaka okunması gereken bir eser haline getiriyor.

“Sabah oldu ve ben hala hayattaydım. Belki bir roman yazarım, diye düşündüm ve sonra yazdım” romanın son satırları…

Direnç ve hayatta kalma: “Sabah oldu ve ben hala hayattaydım” ifadesi, roman boyunca devam eden hayatta kalma ve dayanıklılık temasını vurguluyor. “Sabah” kelimesinin tekrarı, her gün yeni zorluklara rağmen hayatın döngüsel ve rutin doğasının altını çiziyor.

Yaratıcı dürtü: “Belki bir roman yazarım, diye düşündüm.” diye devam ediyor cümle. Bu düşünce, bir öz-düşünüm anını ve yaratıcı bir dürtünün ortaya çıkışını yansıtıyor. İşinin angaryasına ve karşılaştığı zorluklara rağmen romanın baş kahramanı Henry Chinaski bir roman yazma fikrine kapılıyor. Bu, kendini ifade etme özlemini ve sıradanlıktan kaçma arzusunu gösteriyor.

Anında eylem: Bitiş cümlesi şu etkileyici ifadeyle sona eriyor: “Ve sonra yaptım.”. Bu ani ve gerçekçi açıklama Chinaski’nin hayatında bir dönüm noktasına işaret ediyor. Bir eylemlilik ve kararlılık duygusunu gösteriyor. Chinaski sadece bir roman yazmayı düşünmüyor veya hayal etmiyor; harekete geçiyor ve yaratıcı tutkusunun peşinden gidiyor.

Kitabın başlığı aynı zamanda, bürokratik ve kurumsallaşmış sistemlerin sembolü olarak da hizmet vermektedir. Romanda tasvir edildiği şekliyle postane, bireylerin bürokratik bir makinenin dişlilerine indirgendiği, boğucu ve insanlıktan çıkarıcı bir ortamı temsil etmektedir. Bu tür sistemlerde meydana gelebilecek yabancılaşmayı ve insanlıktan çıkmayı vurgular.

Başlık, Bukowski’nin yaşamın sıradan yönlerine ilişkin incelemelerini yansıtıyor. Romanın büyük bir kısmı Chinaski’nin işinin rutin ve tekrarlayan doğasını anlatmaya adanmış, günlük varoluşun monotonluğunu ve sıkıcılığını vurguluyor.

“Postane” Amerikan rüyasının bir eleştirisi ve geleneksel başarı arayışı olarak görülebilir. Chinaski’nin postane sistemindeki deneyimleri, toplumsal beklentilere uymaktan ve istikrarlı bir kariyer peşinde koşmaktan kaynaklanabilecek hayal kırıklığını ve boşluğu vurgular.

“Postane”yi mutlaka okunması gereken bir eser yapan şeyler:

Ham ve filtrelenmemiş gerçekçilik: Bukowski’nin yazım stili, ham ve filtresiz gerçekçiliğiyle bilinir. “Postane”, büyük ölçüde posta hizmetinde çalışırken kendi deneyimlerinden yararlanan yarı otobiyografik bir çalışmadır.

Romanın günlük koşuşturmayı, sıradan bir işin monotonluğunu, işçi sınıfının yaşam mücadelesini cesur ve cilasız bir şekilde tasvir etmesi, edebiyatta gözü kara gerçekçiliği takdir eden okuyucularda yankı uyandırıyor.

İşçi sınıfının incelenmesi: Roman, edebiyatta genellikle gözden kaçan işçi sınıfı bireylerinin hayatlarına nadir ve anlayışlı bir bakış sunuyor. Bukowski’nin postane çalışanlarını, onların mücadelelerini ve başa çıkma mekanizmalarını tasvir etmesi, mavi yakalı işlerin ve o dünyada yaşayan insanların gerçeklerine ışık tutuyor.

Geleneksel başarının eleştirisi: “Postane”, geleneksel Amerikan rüyasının, kişisel tatmin pahasına istikrar ve başarı arayışının bir eleştirisi olarak hizmet ediyor. Henry Chinaski’nin postane sistemindeki deneyimleri, toplumsal normlara uymanın yaratabileceği hayal kırıklığını ve yabancılaşmayı yansıtıyor.

Bağımlılık ve kaçışın araştırılması: Bukowski’nin çalışmaları sıklıkla alkolizm ve kaçış temalarını derinlemesine inceliyor. “Postane”de de okurlar Chinaski’nin alkolle mücadelesine, işinin ve hayatının acısını içkiyle dindirme çabalarına tanık oluyor. Bağımlılığın bu keşfi anlatıya derinlik katıyor.

Yıkıcı ve düzen karşıtı temalar: Romanın yıkıcı ve düzen karşıtı temaları, geleneksel başarı, uyumluluk ve otorite kavramlarına meydan okuyor. Bukowski’nin saygısız tavrı ve toplumsal normlarla yüzleşme isteği “Postane”yi düşündürücü ve isyankar bir okuma haline getiriyor.

Paylaşın