Yılmaz Güney Yeniden Yargılansın Talebi Reddedildi

Mahkeme, sanatçı Yılmaz Güney’in Adana Yumurtalık Hakimi Sefa Mutlu’yu öldürmekten yargılanıp 19 yıl mahkumiyet aldığı davanın yeniden görülmesi talebini reddetti.

Avukat Bişar Abdi Alınak, “Yılmaz Güney katil değil ama bizde davayı yeniden görecek cesaret ve vicdan yoktur. Bir metreyi aşkın yükseklikten aşağıdaki birine hedef gözeterek ateş ettiği öne sürülen bir kişinin, o kişiyi aşağıdan yukarıya giden mermiyle vurduğuna kamuoyunu ikna etmenin imkansızlığını mahkemesi üyeleri de kabul ediyor olacak ki, delili incelemeyi reddetme yoluna gitmişlerdir” dedi.

Sanatçı Yılmaz Güney’in Hâkim Sefa Mutlu’yu öldürmekten yargılanıp mahkumiyet aldığı davanın yeniden görülmesi için ailesi tarafından yapılan girişimin sonuç vermedi.

Sözcü yazarı İsmail Saymaz, Yılmaz Güney’in ailesinin yeniden yargılanma talebine Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 29 Ocak’ta red kararı verildiğini yazdı. Kararda, olayın üzerinden 50 yıl geçtiği, tüm yargısal süreçlerin tamamlandığı, mezarın açılmasının dosyaya yenilik katmayacağı ifade edildi. Güney’in silahı bilinçli ateşlediği ve meşru müdafaa şartlarının oluşmadığı kaydedildi.

Yılmaz Güney’in eşi Fatma, kızı Güney ve oğlu Yılmaz Pütün, avukat Bişar Abdi Alınak aracılığıyla mahkemeye başvurmuştu. Dilekçede, Güney’in 18 yıla çarptırıldığı Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davanın yeniden görülmesi, Mutlu’nun mezarının açılarak, otopsi yapılması istenmişti. Cinayete ilişkin bilgilerin bugüne dek gizlendiği, Güney’in bir hakim katili gibi gösterilerek, bir itibar suikastine uğratılmasına gerekçe yapıldığı belirtilmişti.

Avukat Alınak da konuyla ilgili şu açıklamayı yaptı: Yılmaz Güney katil değil ama bizde davayı yeniden görecek cesaret ve vicdan yoktur. Bir metreyi aşkın yükseklikten aşağıdaki birine hedef gözeterek ateş ettiği öne sürülen bir kişinin, o kişiyi aşağıdan yukarıya giden mermiyle vurduğuna kamuoyunu ikna etmenin imkansızlığını mahkemesi üyeleri de kabul ediyor olacak ki, delili incelemeyi reddetme yoluna gitmişlerdir.

“Kamuoyu gerçeğin açığa çıkmasını istiyor”

bianet’ten Evrim Kepenek’e de konuşan Alınak, davanın yeniden görülmesi talebinin reddedilmesi kararına itiraz etti. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvuran Alınak, “Yılmaz Güney’in katil olmadığı bin yıl geçse de anlaşılacak” dedi.

Avukat Alınak’ın değindiği noktalar şöyle: Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi, ortaya koyduğumuz delil ve tespitlere itiraz etmeyerek, söz konusu iddiamızı zımnen kabul etmiştir. Mahkeme, müteveffa Güney’in hem Safa Mutlu hem de yakınları tarafından maruz bırakıldığı saldırıyı reddetmemiş, sürecin başından beri ifade ettiğimiz üzere Güney’in söz konusu olayda saldırgan değil kendini müdafaa eder konumda olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, gerekçelerimizi hiçe sayarak aklımızla alay eden bir mazeretle en ufak itiraz öne sürmeden taleplerimizi reddeden Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi, sürecin başında dile getirdiğimiz endişemizi haklı çıkarmış, teraziden kaçmış, kamuoyunun adalet beklentisini boşa çıkarmıştır:

Mahkeme red gerekçesinde Güney’in silahın namlusuna mermi sürdüğünü, bu sebeple kasten öldürme eyleminin vuku bulduğunu öne sürmüştür. Hukuk tarihine geçecek bu lakayıt gerekçe her yönü ile rezalettir.

Çünkü olaydan hemen önce müteveffa Mutlu’nun yakınları tarafından Yılmaz Güney’e topluca saldırılmış, Güney de bu saldırıyı bertaraf etmek ve olayın büyümesini engellemek için havaya ateş açmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla, silaha zaten olaydan hemen önce, Güney ilk saldırıya uğradığı anda mermi sürülmüştür. Zaten müteveffa Mutlu da Güney’i bu ateşleme olayının üzerine birden fazla kere saldırarak darp etmiştir.

Bir Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin, silahın namlusuna bir kez mermi sürüldükten sonra, şarjörü boşalana kadar durmaksızın ateşlenebileceğini bilmemesi, mümkün değildir. Eğer bu bilinmiyorsa, ismi geçen mahkemenin, ne denli vahim hak ihlallerine yol açmış olabileceği sorusu, tüm korkutuculuğuyla karşımızda durmaktadır.

Şayet bir silaha bir kez mermi sürülünce şarjörü boşalana dek ateşlenebileceği bilinmesine rağmen, mahkemece bilmezden gelindi ise ve sanki Güney müteveffa Mutlu’yu vurmak için silaha mermi sürmüş gibi gösterilmeye çalışılmışsa, ki yapılan tam olarak budur, Yılmaz Güney’e yönelik olarak iddia etmiş olduğumuz art niyetli yargılama pratikleri açıkça tekrar itiraf edilmiştir.

Mahkeme diğer bir gerekçe olarak, “silahların eşitliği ilkesi” gibi, somut olayda ret gerekçesi olarak gösterilmesi mümkün olmayan bir sebebe dayanmıştır. Güney’in silahının, sandalyeyle saldırıya uğradığı esnada patladığı Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından da kabul edilmiş, fakat buna rağmen aynı silahlar kullanılmadığı için meşru müdafaa oluşmadığı öne sürülmüştür.

Mahkemenin bu kabulü sayesinde açıkça, hiçbir halde kasten öldürmenin söz konusu olmayacağı ispat edilmiştir, zira Güney’in sandalyeyle saldırıya uğradığı anda silahın patlamasının, silahların eşit görülmediği olasılıkta, meşru savunmada sınır aşımına sebebiyet vereceği açık ve kesindir.

Cumhuriyet tarihinde, birçok kişi tarafından alenen darp edilirken, silahının patlaması sonucunda kasten öldürmeye hükmedilen tek bir vaka dahi yoktur. Mahkemenin yukarıdaki kabulü, bizzat Yargıtay’ın yerleşik içtihadı doğrultusunda meşru savunmada sınırın aşıldığının kabulü anlamına gelmektedir, fakat Mahkeme, adeta, kendi kabulüyle çelişir biçimde, yargılamanın yenilenmesi talebimizi reddetmiştir.

Son olarak fethi kabir isteminin “yeni delil mahiyetinde olmadığı” iddia edilmiştir. Davanın en önemli noktası zaten silahın hedef gözeterek ateşlenip ateşlenmediğinin tespitidir. Ortada bu konuda raporlar arasında çelişki varken ve önceki mahkeme tarafından dahi mezarın açılmasının gerektiği kabul edilirken, talebimizin reddedilmesi adil yargılanma hakkının 50 yıl önce olduğu gibi bugün de ihlalinin vesikası olmuştur.

Kendisiyle çelişen bu karara karşı gerekli itirazları yapacağız. Son noktaya kadar hukuki mücadeleyi sürdüreceğiz. Ama şunun bilinmesini istiyoruz: Yaptığımız bu başvurular, yalnızca mahkemelerden sonuç alınmasına umut bağlamıyor, Güney’in sevenleri ve kamuoyu nezdinde gerçeğin ortaya çıkarılmasını da amaçlıyor.

Yılmaz Güney’in darp edildiği esnada silahının patladığını, darp edilirken birini hedef gözeterek vurmasının bu olay açısından mümkün olmadığını, zaten bu sebeple kurşunun giriş yönünün iddia edilen atış yönü ile tam ters olduğunu, bu hususu tek bir fethi kabir kararı ortaya çıkarabilecekken bu delilin bilinçli olarak toplanmadığını ispat etmeyi de amaçlıyor.

Tüm kamuoyunun Yumurtalık Davası’nın gerçek yüzünü bilmesini, halkın birçok kesimi için haksızlıklara karşı bir sembol haline gelen Güney’i iç rahatlığıyla savunabilmesini de amaçlıyor. Bugünden sonra da mahkeme kararı ne olursa olsun, bu olayla ilgili gerçekleri yaymaya devam edeceğimizden hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Paylaşın

HEDEP’li Meral Danış Beştaş: Yılmaz Güney Davası Yeniden Görülsün

HEDEP Grup Başkan Vekili Meral Danış Beştaş, “Kriminal rapor ve otopsi raporu Yılmaz Güney’in katil olmadığını ispat eder nitelikte olmasına rağmen olay anında saldırıya uğrayan Güney meşru savunma sınırlarında kalmış olmasına rağmen dönemin yargıçları ve onları atayan Adalet Bakanlığı, Yılmaz Güney’i bugüne kadar maalesef katil ilan etmiş durumdalar” dedi ve ekledi:

“Avukatlarının da yazdığı ve bu davanın terazisi maktulün mezarının açılmasıdır. Teraziden kaçan hırsızdır. Yılmaz Güney gibi büyük bir değeri katil ilan eden bu yargı kararının değiştirilmesi ve düzeltilmesi aynı zamanda milyonların talebidir. Yeniden yargılama talebinin kabul edilmesini umuyoruz.”

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (HEDEP) Grup Başkan Vekili Meral Danış Beştaş, Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Sefa Mutlu’nun ölümüyle sonuçlanan olayla ilgili Güney’in avukatlarının yeniden yargılama taleplerinin kabul edilmesini istedi.

49 yıl sonra gerçeklerin açığa çıkması için o gün Adli Tıp Kurumu’nun istediği gibi Sefa Mutlu’nun mezarının açılması ve kurşun giriş çıkış yönünün tespit edilmesi gerektiğini söyleyen Meral Danış Beştaş, şu ifadeleri kullandı:

“49 yıl önce Yumurtalık’ta meydana gelen ve Sefa Mutlu’nun ölümüyle sonuçlanan olayda Yılmaz Güney’i katil ilan eden yargılamayı avukatları 49 yıl sonra tekrar ele aldılar. Yargılanmanın taraflı yapıldığına ilişkin somut deliller ortaya koyarak yeniden yargılama taleplerini bize de ilettiler.

Kriminal rapor ve otopsi raporu Yılmaz Güney’in katil olmadığını ispat eder nitelikte olmasına rağmen olay anında saldırıya uğrayan Güney meşru savunma sınırlarında kalmış olmasına rağmen dönemin yargıçları ve onları atayan Adalet Bakanlığı, Yılmaz Güney’i bugüne kadar maalesef katil ilan etmiş durumdalar. 49 yıl sonra adaletin tecelli edebilmesi için gerçeklerin açığa çıkması için o gün Adli Tıp Kurumu’nun istediği gibi Sefa Mutlu’nun mezarının açılması ve kurşun giriş çıkış yönünün tespit edilmesi gerekmektedir.

Avukatlarının da yazdığı ve bu davanın terazisi maktulün mezarının açılmasıdır. Teraziden kaçan hırsızdır. Yılmaz Güney gibi büyük bir değeri katil ilan eden bu yargı kararının değiştirilmesi ve düzeltilmesi aynı zamanda milyonların talebidir. Yeniden yargılama talebinin kabul edilmesini umuyoruz.”

Paylaşın

Yılmaz Güney Kimdir? Hayatı, Eserleri

1 Nisan 1937 yılında Adana’nın Karataş ilçesine bağlı Yenice Köyü’nde dünyaya gelen Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984 yılında mide kanserinden dolayı Paris’te hayatını kaybetti. Yılmaz Güney’in naaşı Père Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.

Asıl adı Yılmaz Pütün olan Yılmaz Güney’in babası kan davası yüzünden Adana’ya göçen aslen Urfa Siverekli çiftçi başı Hamit (Hamo) Pütün (Hamit Çavuş), annesi ise Güllü (Gule) (nüfustaki adı Nafiye) Hanım’dır. Yazarın annesinin ilk eşi Koço Bey’den iki kardeşi; babası Hamit Bey’in ikinci eşi Sebiha Hanım’dan dört kardeşi vardır. Öz kardeşi Leyla ise 1938’de doğdu.

İlkokul üçüncü sınıfa kadar Yenice İlkokulunda, sonra sırasıyla Adana İnönü ve Adana İnkılap İlkokullarında okudu. Ortaokulu Adana Ortaokulunda tamamladı. Öykü yazmaya lise yıllarında başladı. “Unutulmuş Adam” (1956), “İçimizden Biri” (1956), “Ölüm Beni Çağıyor” (1956) yazarın ilk öykülerindendir. 1955’te (kimi kaynaklara göre 1956) On Üç, Fikir Sanat Dergisi’nde yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” yazar için hayatının dönüm noktası oldu. 1956’da Adana Erkek Lisesinden mezun oldu.

Çocukluğundan itibaren simitçilik, çobanlık, bekçilik, ırgatlık vb. işlerde çalışan Yılmaz Güney, lise yıllarında ve sonrasında film şirketlerinde pursantaj memuru olarak çalıştı. 1956’da yazar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydını yaptırdı. Derslere devam zorunluluğu yoktu. Bunun üzerine Adana’ya döndü; amacı hem okuyup hem çalışmaktı.

Fakat iki iş bir arada yürümedi ve okulun yarıyıl sonu sınavlarına dahi giremedi. 1957’de İstanbul’a gitti. 1958’te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine kaydını yaptırdı. Yılmaz Güney’in İstanbul’a gelirken en büyük amacı büyük bir yazar olabilmekti. Çeşitli sebeplerle okula devam edemedi. 1958’de yayımlanan “İyi Günler Pazar” öyküsünden itibaren yazılarında da Yılmaz Güney adını kullandı.

Yazar İstanbul’da bir taraftan sinema sektöründe çalışmaya bir taraftan da edebiyatçılarla tanışmaya, gazete/dergilere yazı yazmaya devam etti. 1958’de Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bu Vatanın Çocukları” filminde ilk asistanlık, senaryo yardımcılığı ve başrol oyunculuğu deneyimini yaşadı. “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı hikâyesinde siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle 1956’da başlayan yargılanma süreci 1961’de sona erdi ve yazar bir buçuk yıl ağır hapis, sürgün ve kamu haklarından ömür boyu men cezası aldı.

Hapishanede iken senaryolar yazarak geçimini sağladı. 1962’de Konya’da sürgündeyken içkili eğlence mekânında şarkıcılık yapan Birsen (Can) Ünal’la tanıştı. 1963’te İstanbul’a döndü ve sinema sektöründeki kariyerine devam etti. Can Ünal’la evlilik dışı birlikteliklerinden Elif adında kızları oldu. 1964-65 yıllarında Yılmaz Güney sinema sektöründe rüştünü ispat etti ve çok meşhur bir aktöre dönüştü. 1966’da çekilen “Çirkin Kral” filminden sonra bu takma adıyla anılmaya başlandı. 1966’da ilk romanı Boynu Bükükler yayımlandı.

1967’de Nebahat Çehre (gerçek adı Hilal) ile yaptığı evlilik bir yıl sürdü. 1968-1970 yılları arasında önce Sivas ardından Muş’ta askerlik görevini tamamladı. 1970’de İstanbul’a döndü. Ara vermeden film çekimlerine başladı. Aynı yıl Jale Fatma (Fatoş) Hanım’la evlendi. 1970’de yönetmenliğini yaptığı “Umut” filmi Türk ve Dünya sinemasında oldukça ses getirdi. 1971’de oğlu Yılmaz dünyaya geldi. 1972-74 yılları arasında İstanbul Selimiye askeri cezaevinde tutuklu kaldı.

1974’te af yasasıyla hapishaneden çıktıktan sonra ideolojik görüşünün ağır bastığı filmlere imza attı. Aynı yıl “Endişe” filminin çekimlerinde Adana’da bir gazinoda silahlı tartışmada yargıç Sefa Mutlu’yu öldürmekten tutuklandı. On dokuz yıl ağır ceza hapsi aldı. Cezaevindeyken Nihat Behram’la birlikte Güney isimli dergi çıkardı; senaryoları Zeki Ökten, Şerif Gören gibi yönetmenler tarafından filme çekildi. 1981’de firar ederek Paris’e kaçtı. 1984’te Paris’te mide kanserinden vefat etti. Filmleri dışında ayrıca 1971’de yayımlanan Boynu Bükük Öldüler romanıyla 1972 Orhan Kemal Roman Ödülünü kazandı.

Yüzden fazla filmde oyuncu, yönetmen ve senarist olan Yılmaz Güney pek çok ödül almıştır. Aldığı ödüllerden en önemlileri şöyledir:

Hudutların Kanunu (1966)-4. Antalya Film Festivali (1967), En iyi erkek oyuncu; Seyyit Han (Toprağın Gelini)-1. Adana Film Şenliği (1969) En başaralı üçüncü film/en başarılı erkek oyuncu; Bir Çirkin Adam (1969)-7. Antalya Film Festivali (1970) En başarılı film/en başarılı erkek oyuncu; Umut (1970)-2. Adana Film Şenliği (1970) En iyi film/en iyi senaryo/en iyi erkek oyuncu-25. Uluslararası Cannes Film Festivali (1971) yarışma dışı gösterildi-27. Uluslararası Berlin Film Festivali (1977) Fibresci Ödülü; Acı (1971) Adana Film Festivali (1971)En başarılı ikinci film/en başarılı erkek oyuncu; Ağıt (1971)- Adana Film Festivali (1971)En başarılı film/en başarılı yönetmen/en iyi erkek oyuncu; Umutsuzlar (1971)-3. Adana Film Festivali (1971) En iyi üçüncü film; Arkadaş (1974)-Antalya Film Festivali (1975) En iyi ikinci film; Zavallılar (1974)- 12. Antalya Film Festivali (1975) En iyi üçüncü film;

Endişe (1974)-12. Antalya Film Festivali (1975) En iyi film/en iyi senarist; Sürü (1978)-29. Uluslararası Berlin Film Festivali (1979) Jüri özel ödülü, Sinema Yazarları Derneği (1980) En iyi film/en iyi senarist, 32. Locarno Film Şenliği (1979) En iyi film, özel mansiyon, 10. Antwerp Film Festivali (1979) Belçika Kraliyet film arşivi ödülü/büyük ödül, Londra Film Festivali (1980) En özgün ve yaratıcı film, Valencia Film Festivali (1980) Büyük ödül; Düşman (1979) 30. Uluslararası Berlin Film Festivali (1980) En iyi senaryo jüri özel ödülü/Katolik kilisesi büyük ödülü, Sinema Yazarları Derneği (1981)En iyi üçüncü film/en iyi senaryo; Yol (1981) 35. Uluslararası Cannes Film Festivali (1982) Altın Palmiye ödülü.

İlk hikâyeleri On Üç, Salkım, Nasır, Doruk, Yeni Ufuklar ve Pazar Postası gibi dergilerde yayımlanan Yılmaz Güney hikâye dışında roman, deneme, mektup ve senaryo türlerinde eserler kaleme alır. Çocukluğundan itibaren okumaya ve edebiyata düşkün olan Güney’in gençlik dönemi hikâyeleri alttan alta bir sınıf bilinci taşısa da tam anlamıyla belirli bir dünya görüşüne yaslanmazlar. Yazar bu dönemde aynı zamanda sinema sektöründe oyunculuk ve yönetmenlik yapmaktadır.

Bu nedenle hikâyelerinin kurgusunda sinematografik öğelere rastlanır. Birey-toplum ilişkisi, ezilen insanlar, insanın hiçliği, yalnızlığı öykülerinin tematik evrenini oluşturur. Bu eserlerde yer yer düş ile gerçeğin iç içe geçtiği ve fantastik unsurların kullanıldığı görülür. Yazar, karakterlerin bilinçaltını okuyucuya sunmaya çalışır, psikolojik tahlillere yer verir. Hikâyelerde varoluşçuluk akımının etkileri gözlenir. Bu dönem eserlerinde yer yer şiirsel söylem göze çarpar.

Yılmaz Güney’in öykücülüğünün ilk evresinden sonra araya hapishane yılları girer. Bu dönemden sonra yazarın eserlerinde varoluşçu duyuştan ziyade somut gerçekliklerin ağır bastığı gözlemlenir. Artık dünya görüşünün üstün geldiği yapıtlar kaleme alır. Boynu Bükükler( 1966) / Boynu Bükük Öldüler (1971) romanı bu evreye denk gelir. Feodal üretim biçimi olarak ağalık düzeninin anlatıldığı romanda ahlak, sevgi ve insan ilişkileri gibi kavramlar sorgulanır. Köyü ele alması bağlamında eser Yaşar Kemal’in Çukurova’yı anlattığı hikâye ve romanlarıyla, Orhan Kemal’in eserleriyle benzerlikler taşır. Fakat romanda köyü terk eden kahramanların şehirdeki serüvenine de yer verilir. Eser, toplumsal düzende ataerkil erkek kimliğinin eleştirisini de içerir.

Hücrem-Salpa-Sanık (1975) üçlemesinde yazarın doğrudan mesaj kaygısı taşıdığı gözlemlenir. Çünkü Güney, artık sesinin geniş kitlelere ulaştığının ve bu kitleler üzerindeki etkisinin de farkındadır. Bu eserlerde toplumsal/siyasal olayları yazar. Hücrem’de devrimci düşünce ve sınıf mücadelesi temel izleklerdendir. Salpa’da aydın kesimin egemen ideoloji ile bağını Mehmet Salpa karakteri üzerinden sorgular. Sanık’ta ise Yaşar Yılmaz karakteri üzerinden tezini ortaya koyar. Buna göre kitlelerle organik bağı bulunmayan aydınlar yalnızlığa mahkûmdur. Soba, Pencere Camı, İki Ekmek İstiyoruz (1999), gecekondu çocuklarının suçla olan bağlantısını işler ve eserde çocuk cezaevlerinin durumu anlatılır.

Yazarın senaryolarında gözlem gücünün ağır bastığı görülür. Güney’in yaşadığı ve gördüğü her şey senaryolarının malzemesini oluşturur. Denemeleri toplumsal ve siyasal meseleler üzerinedir. Selimiye Mektupları (1995) ise 1972-74 arasında yazarın Selimiye Cezaevinden eşi Fatoş Güney’e yazdığı mektuplardan oluşur.

Yılmaz Güney’in eserleri: Boynu Bükükler (1966 Roman), Boynu Bükük Öldüler (1971 Roman), Umut (1975 Diğer), Arkadaş (1975 Diğer), Umutsuzlar (1975 Diğer), Hücrem (1975 Roman), Salpa (1975 Roman), Sanık (1975 Roman), Baba (1976 Diğer), Asılacak Adam (1976 Diğer), Seyyit Han (1976 Diğer), Endişe (1976 Diğer), Ağıt (1976 Diğer), Zavallılar (1976 Diğer), Acı (1977 Diğer),

Yumurtalık Olayı ve Yılmaz Güney (1977 Diğer), Hudutların Kanunu (1977 Diğer), Aç Kurtlar (1977 Diğer), Savunma (1977 Diğer), Faşizm Üzerine (1979 Deneme), Paris Komünü Üzerine (1979 Deneme), Siyasal Yazılar (3 Cilt) (1985 Deneme), Ölüm Beni Çağırıyor (1988 Hikâye), Yunan Bıçağı (1990 Hikâye), Yol (1994 Diğer), Sürü (1994 Diğer), Selimiye Mektupları (1995 Mektup), Duvar Yılmaz  (1999 Diğer), Oğluma (1999 Diğer), Soba, Pencere Camı, İki Ekmek İstiyoruz (1999 Roman).

Paylaşın

Zafer Özdağ’ın Yılmaz Güney Hakkındaki Sözleri Mahkemelik Oldu

Zafer Partisi Genel Başkanı Zafer Özdağ’ın usta sinemacı Yılmaz Güney hakkında sarf ettiği sözler mahkemelik oldu. Güney Ailesi’nin avukatı Bişar Abdi Alınak, Şile Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığı suç duyurusunda, Özdağ’ın kullandığı ifadelerin basit bir hakaret suçu olmadığını söyleyerek aşağılama suçu işlediğini belirtti. 

Özdağ, geçtiğimiz hafta katıldığı bir Youtube yayınında Yılmaz Güney hakkında ‘tam bir lümpen serseri’ ifadelerini kullandı. Özdağ’ın bu sözleri tepkilere neden olurken Güney Ailesi’nin avukatı savcılıkta suç duyurusunda bulundu. Alınak, “Toplumun önemli bir kesiminin sevgi ve saygısını kazanmış Yılmaz Güney’i küçük düşürme amacıyla hareket ettiği aşikardır” dedi.

Suç duyurusunda, Güney’in, Türkiye sinema tarihine senarist, oyuncu ve yönetmen olarak damga vuran bir sanatçı olduğu belirtilirken Özdağ için, “Kişinin hatırasına hakaret, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçlarını işlendiği şüpheye yer vermeyecek şekilde açıktır” ifadeleri yer aldı.

Gazete Duvar’dan Hacı Bişkin’in aktardığına göre, suç duyurusunda şu ifadeler yer aldı:

“Yılmaz Güney Umut filmi ile sinema tarihinde gerçekçilik akımını başlatan, 1971 olaylarında mazlum halkların yanında saf tutan mücadele eden, halkların kardeşliği ve eşitlik için kendini ortaya koyan dünya sinemasında da saygınlık yaratan öncü bir kişilikti. Bu sebeple bazı karanlık odaklar  Yılmaz Güney’in saygınlığına gölge düşürmek için beyhude bir çaba içine girmeyi görev addetmişlerdir. Şüphelinin suça konu eylemi de bu yönüyle değerlendirilmeli. Zira suça konu eylemin cezalandırılması ve sonuçları basit bir hakaret suçu olarak değerlendirilmemeli. Burada Türkiye sinema tarihine damga vurmuş dünya markası bir sinema dehasının ve temsil ettiği değerlerin korunması da amaç edinmeli. Bu sebeple savcılık makamı soruşturmayı yaparken toplumsal değerleri ve müteveffanın kişilik haklarını da koruması gerektiği gerçeği ile hareket etmesi fevkalade önem arz etmekte.”

‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu işlemiştir’

Özdağ’ın halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu işlediğini belirten Alınak, suç duyurusunda şöyle devam etti:

“Şüphelinin toplumun önemli bir kesiminin sevgisini kazanan başkaca kişilere yönelik benzer eylemlerde de bulunduğu kamuoyunun malumudur. Suç olduğunu bilmesine rağmen düşüncelerini aktarırken hakaret etmekten geri durmayan yasaları ve kanunları hiçe sayan şüpheli toplumun önemli bir kesimine duyduğu nefreti Müteveffa Yılmaz Güney üzerinden ortaya koyarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu işlemiştir.

Yasa koyucu hakaret suçunun tespitinde toplumda hakim olan telakkileri, örf ve adetleri baz alınması gerektiğini belirtmiştir. Şüphelinin sarf ettiği sözlerin telakkilere, örf ve adetler yönünden de kabul edilemeyeceği açık ve nettir. Müteveffa Yılmaz Güney’i toplum önünde aşağılamayı, küçük düşürmeyi amaç edinen toplumsal duyarlılıkları hiçe sayan şüphelinin cezalandırılması benzer eylemlerin tekrarlanmaması yönünden de büyük önem arz etmekte.

Zira milletvekili sıfatı ile düşüncelerini yayma potansiyeli olan şüphelinin bu eylemi vesilesi ile başkaca kişiler yönünden de benzer suçların işleneceği ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Toplumun belli bir kesimini tahrik eden şüphelinin cezalandırılarak ıslah edilmesi toplumsal anlamda da büyük önem arz etmekte.”

Alınak son olarak, Özdağ hakkında soruşturma başlatılarak fezleke hazırlanmasını, dokunulmazlığı kaldırılması durumunda da dava açılmasını talep etti.

Paylaşın

Yılmaz Güney’in Ölümünden Bir Ay Önce Yaptığı Röportaj Türkçe’ye Çevrildi

Yönetmen ve oyuncu Yılmaz Güney, Avrupa’da sürgünde olduğu yıllarda, Alfreda Benge’nin Türkiye’deki politik duruma, sinemaya ve kariyerine ilişkin sorularını yanıtladı. Sürgünde olduğu Paris’te gizli bir yerde 9 Ağustos 1984’te gerçekleştiği belirtilen röportajdan bir ay sonra Güney aramızdan ayrıldı.

Nurdan Şarman tarafından ilk kez Türkçe’ye çevrilen röportaj Kürt Araştırmaları dergisinin internet sayfasında yayınlandı. Benge, filmlerde de çalışmış bir sanatçı ve serbest gazetecidir. Benge’nin önüne ve sonuna Güney ve Türkiye hakkında görüşlerini ilave ettiği ve ilk olarak 1985’te Race&Class dergisinde “Güney, Türkiye ve Batı: Bir görüşme” başlığıyla yayınlanan metnin röportaj kısmı şöyle:

Alfreda Benge: Ana akım Türk sineması nedir? İdeolojik mesajı nedir?

Yılmaz Güney: Türk sineması doğuşundan itibaren, teknolojisini yurt dışından alıp yabancı filmleri taklit etmiş ve bu yabancı etkiye dayanmıştır. Bu sinema, yerli deneyime dayanan ulusal, geleneksel bir karaktere sahip değildi. Bu tür bir özgünlüğe hiçbir zaman sahip olmadı. Uzun bir süre Amerikan, İtalyan, Arap ve hatta Fransız sinemasının başat etkisi altında olmuş ve bunları taklit ederek ilerlemiştir. Bugün de onun karakterine damgasını vuran şeyin özü bu taklittir.

Bugün Türkiye’de çekilen film türleri arasında kovboy filmleri, westernler, gangster filmleri, ‘Tarzan” filmleri, hatta uzay hikâyeleri ve bunlara paralel olarak “arabesk filmler” yuvarlak pop yıldızları etrafında yapılan müzikaller, karşılıksız aşk ve özlem filmleri vb. var. Türkiye, sinema seyircisinin büyüklüğü açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Ve insanlar az önce bahsettiğim film türlerinden gerçekten etkileniyorlar. Özellikle “arabesk” türün şimdi büyük etkisi var. Bu filmlerin ana ideolojisi “Yarını unut, bugün için yaşa. Gerçeği unut, hayallere bak. Dünyayı unutun” şeklinde. Yani insanları yaşadıkları zorluklardan uzaklaştıran, sorunları çözmeye cesaretlendirmeyen bir tür ideoloji işte. İnsanları kandıran, uyuşturucu etkisine sahip ideolojik saçmalık için bir makine. Bunlar Türkiye’de film endüstrisinin üstlendiği işlevlerdir ve halk üzerinde çok önemli bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir.

Ana akımın dışında, Türkiye’de her zaman ulusal geleneklere ve deneyime dayalı farklı bir sinema yaratmaya çalışan bir avuç insan olmuştur. Bu filmlerden ilki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında müttefik kuvvetlerin işgali sırasında çekilen bir belgeseldi. İngiliz birliklerine karşı bir gösteri hakkındaydı söz konusu film. Yani bu, devam eden, ancak her zaman bir azınlık formu olarak kalan başka bir gelenekti. Bu tür film yapımcıları yabancı biçimlerin taklidine karşıydılar ve filmlerini her zaman ulusal deneyime dayandırmaya çalıştılar. 1950’lerden sonra bu ikinci eğilim daha belirgin ve güçlü hale geldi. Bir anlamda sinemayı ulusal gerçekliğe dayandırmak isteyen bu ikinci geleneğin sürekliliği içinde yer aldığımı söyleyebilirim.

AB: Ünlü biri olarak hangi geleneğe dâhilsiniz?

YG: Benim ‘hayat hikâyemi’ üç aşamada düşünmek gerekir. İlki, sinemaya oyuncu, senarist ve asistan olarak adım attığım 1958 ile 1961 yılları arasındaydı. İthal formları otantik olanlarla karşı karşıya getirmek suretiyle geleneklerimizi ve gerçekliğimizi kullanmaya çalışan küçük akımın bir parçasıydım. Ancak genel izleyici kitlesi üzerinde fazla bir etkimiz olmadı. Yeni bir ana akım yaratmak için çok çalıştık lakin çok etkili olamadık. 1961’den 1963’e kadar hapis yattım ve dışarı çıktığımda iki şeyi birleştirmeye karar verdim. Birincisi, bu direniş geleneği ve ikincisi film yapımına popüler yaklaşım. Bir sentez denedim. Yani bir yandan seyircinin bilincine ve beklentilerine hitap ettim, bir yandan da seyirciye kendi gerçekliklerini aktarmaya çalıştım. Ancak sonuçların bir kısmı o kadar karışıktı ki, çöküş olarak tanımlamak mümkün. Tanınır biri haline geldiğimde  ve izleyicilerimle güçlü bağlar kurduğumda, daha da ileri gittim. Yeniliğe hasret olan yetenekli genç insanlarla ve aynı zamanda “işsiz” kalan yaşlılarla işbirliği yapmaya başladım. Daha önce başa çıkmanın imkânsız olduğu hikâyeleri görünür kıldım. Ancak tüm bunları demokrasinin ve sansürün hâkim koşulları bağlamında ele almanız gerekiyor. Hiçbir zaman, sanatsal üretime olanak sağlayan özgür bir ortamda çalışmadık.

AB: Filmlerinizde yeni olan neydi?

YG: Köylüler, topraksız köylüler ve iş aramak için şehirlere akan göçmenler. Filmlerime özellikle lümpenleşmiş insanlar girdi. Lümpenleşmiş ve çaresiz hale gelen insanlar. Başka bir deyişle, hızla dönüşen toplumumuz tarafından marjinalleştirilen insanlar. Dışlanan insanlar filmlerimde görünür hale geldi. İnsanlar, toplumun ve hukukun sınırlarının dışına itildiler. Sınırlarda kaçakçıya dönüşen köylüler geçimlerini sağlamak için ölümcül tehlikeler altında. Çaresizlikten cinayet işleyen insanlar. Bu insanların gerçekte ne hissettikleri, kişisel olarak nasıl yaşadıkları sinemamızda işlendi.

AB: Kahramanlarınızı işlev açısından farklı kılan neydi?

YG: Klasik kahraman kavramını reddettim ve yeni bir kahraman tipi ortaya çıktı. Bu yeni tip kahraman adaletsizliğe karşı çıkan, zavallıdan ve mazlumdan yana olan, baskılara direnmeye başlayan ve bir sembol haline gelen tiptir. Başlangıç noktası olarak bu tipi seçtim, ancak bu yeni tipler yenildiler. İzole oldukları için mağlup oldular. Filmlerimde tasvir edilen kahraman tipi asla kazanamaz. Bu kişi örgütlü olmadığı için direnişinden dolayı cezalandırılır ve bertaraf edilir. Bu kişi bireysel çözümler bulmaya yönlendirilmiştir ve bu nedenle insanlarla hiçbir bağı yoktur. İşte bu yüzden filmlerimde kınadığım şeylerden biri de bireysel isyan/kurtuluş kavramıdır. Bir slogan şeklinde söyleyecek olursam, “Bireysel kurtuluş yoktur, bireysel kurtuluş yolu çıkmaza sürükler.”

AB: Sansürle nasıl sınırlandırıldınız? Sınırlamaları nasıl aştınız? Kürt deneyimini açıkça anlatabilir misiniz?

YG: Türkiye’de çektiğim tüm filmlerde, tek bir düşüncemi bile istediğim şekilde ifade edemedim. Bırakın Kürt sorunu gibi, işçi sınıfı gibi önemli bir meseleyi, toplumumuzda var olan temel adalet ve adaletsizlik sorunları bile ancak kısmen ve dolaylı olarak ele alınabilirdi.

Film yapımcılığımızın ilk adımından itibaren temel kaygımız yeni ifade biçimleri, yeni bir dil bulmaktı. Bunu seyircimizle bir ilişkimiz olduğu gerçeği üzerine inşa etmemiz gerekiyordu -popüler bir oyuncu olmam bu bağlantıyı yarattı. Yüzümle, gözlerimdeki ifadeyle, hatta diyalogları atlayarak, kelimeleri dışarıda bırakarak kendimi ifade etmenin gizli yollarını bulmalıydım. Kısacası ben ve dinleyicilerim arasında, açıkça bir şey söylemesem bile ne demek istediğimi anlayacakları şekilde ortak bir dil oluştu. Bu, benim kendimi koruma yöntemimdi. Filmlerimde Ezop dilini kullandım. Müsaadenizle bu iletişim tarzıma dair bir örnek vereyim. 1971’de bir önceki faşist askeri yönetimi devralmamızdan sonra yapılan bir filmde, halkımıza yapılan baskılara karşı duygularımı şu şekilde ifade etmeye çalıştım: Kör bir adam silah kullanmayı öğrenir; etrafına bir sürü çan koyarak ateş etmek için kendi kendini eğitir ve bu çanların sesinden hedefini belirleyip ateş etmeyi başarır. Kör bir adam direnmeyi böyle öğrenir. Halkım bu sahneden şunu anladı, “Yılmaz Güney bize bütün imkânlarımızın boşa çıkabileceğini, tüm silahlarımızın elimizden alınabileceğini ama yine de her zaman direnmek için yeni yollar bulmanın mümkün olduğunu söylüyor. Yeni çözümler asla tükenmez, her zaman bir yol olmalı.” Ve mesaj hedefine ulaştı. Dışarıdan bakıldığında ise film, western’i andıran mütevazı bir eser.

AB: Kapitalizm, filmlerinizde küçük sinematik fırça darbeleriyle görülüyor. Feodalizmin olumsuz değerleri ve mirası ise doğrudan ele alınmaktadır. Kapitalizmin olumsuz etkilerini anlatmaktan sizi alıkoyan şey sanatsal özgürlüğün olmaması mıydı, yoksa feodalizmin olumsuz mirasını açığa çıkarmak daha mı acil bir meseleydi?

YG: Özellikle 1950’lerden sonra Türkiye’de feodal yapı çözülmeye başlamıştır. Bu çözülme ile birlikte bu toplumun insanî dramları daha fazla aşikâr oldu. Yeni arayışlar, yönelimler, acılar görünür hale geldi. Bu, bir film yapımcısının yakalaması gereken, görmezden gelemeyeceği bir şeydi. Eski düzen dağılırken ortaya çıkan yeni düzenin bu insanlara yeni çözümler getirmediğini ve eski toplumsal yapının dağılmasının yarattığı sorunları çözmediğini de eklemeliyim. Yeni düzen insanların ilerlemesi için gerekli koşulları yaratmadı. Kapitalizm feodal düzene göre ne kadar gelişmiş olursa olsun mutluluk yaratmadı. İçinde bulunduğumuz çağda, kapitalizmin mutluluk yaratma kapasitesi yok.

Her toplumda, toplumsal karışıklığın sanatsal üretim üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Örneğin Batı’da burjuva demokratik devrim döneminde sanat ve edebiyatta yaşanan gelişmeler… Rus devriminden hemen önce ve sonra Rus edebiyatını veya kriz esnasındaki Amerikan edebiyatını düşünün. Biz de kontrolümüz dışındaki nesnel koşullar nedeniyle böyle bir sürece sürüklendik. Hayatın kendisi bizi buna itti. Ama ciddi bir dezavantajımız vardı, toplumsal çalkantımızın unsurlarını sanatsal özgürlük ortamında birleştiremedik. Bu yüzden ürünümüz her zaman eksikti, bitmemişti. Bu nedenle bazı sorunlara üstünkörü bir şekilde değinilmiştir. İster istemez hep devlet ve sansürle karşı karşıya kaldık. Bugün burada olmamın sebebi mesleğime duyduğum saygı ve bu mesleğe karşı sorumluluğumu yerine getirmek için verdiğim mücadele ve devlet tarafından karşı karşıya bırakıldığım gerçeklerdir.

AB: Kürt olmak sizi nasıl etkiledi?

YG: Kökenlerimi anlatarak başlayayım. Annem de babam da Kürt ve ben doğmadan önce anavatanları Kürdistan’dan Adana civarına taşınmışlar. Daha spesifik olarak, annemin ailesi Birinci Dünya Savaşı sırasında doğu topraklarının Rus işgali nedeniyle Kürdistan’dan Anadolu’nun bu bölgesine taşındı ve babamın ailesi de bir kan davası nedeniyle güneybatıya taşındı. Yani göçmenlerdi, ancak yabancı değillerdi. Bir bölgeden diğerine geçen iç göçmenlerdi. Orada Kürt bir anne babanın çocuğu olarak doğdum ama Kürtçe konuşamadım. Kürtçe bilmiyordum, çünkü onu öğrenmek ya da konuşmak yasaktı. Kendi kültürünüze sahip çıkmak yasaktı. Herhangi bir kimliğe sahip olmak bile yasaktı. Tüm bu engellerin içinde kimliğimi ve kökenlerimi keşfetmem gerekti. Resmi ideoloji bana “Sen Türksün” diyordu ve evde annemle babam Kürtçe konuşsa da “bir Türk” olduğumu öğrenmem gerekiyordu. Bunun farkına vardığımda 15 yaşındaydım henüz. Ama sonra, 15 yaşımda, kökenimin bilincine vardığımda milliyetçi bir tavrım yoktu. Milliyetçi değilim, çünkü sosyalist fikirleri çoktan keşfetmişim. Bu sosyal sınıf temeli anlamında, yani belirli bir ulustan değil, tüm insanların birliğinden yanayım. Öte yandan sorunuza cevaben, Kürt olmanın büyük bir etkisi olduğunu hissediyorum ve bu bendeki birçok karakteristiği ve özelliği açıklıyor.

Kürtler topraksız ve yoksul oldukları için iş bulabilecekleri bölgelere taşınmak zorunda kaldılar. Orada çalışmak zorunda kaldılar. Bu daha çok bir iç göç gibi ve Avrupa’daki göçmen işçiler gibi… En zor ve en kötü işlere sahipler ve toplumun en alt tabakasında oldukları için hiç önemsenmiyorlar. Örneğin İstanbul’da son derece ağır yük taşıyan hamalların, sokak temizlikçilerinin ve umumi tuvaletleri temizleyenlerin yüzde doksanı Kürt’tür. En pis işleri yapanlar Kürtlerdir. En zor işlere, en kötü işlere sahip olup dikkate alınmazlar, küçük düşürülürler. Öyle bir aşağılama ki, “Kürt” kelimesi Türk dilinde hakarettir. Kürtler Türkiye’de çok uzun olan askerlik hizmetine gittiklerinde, orada da yine en kötü işleri yaparlar, kendilerine güvenilmez. Bu yüzden her fırsatta ayaklanacakları bahanesiyle silahları ellerinden alınır ve soğan kesmeye gönderilirler. Dolayısıyla bu, elbette, Kürt kökenli her insanı etkilemektedir. Ama dürüst olmak gerekirse, toplumda son derece yüksek mevkilere sahip, devlet aygıtının en üst kademelerinde yer alan Kürtler de var. Ama bunun nedeni asla “Ben Kürt’üm” dememeleri, Kürtlüklerini saklamaları. Kürt olduğunu kabul etmezsen iyi yerlere gelebilirsin. Bakan, milletvekili, parlamento üyesi olabilirsin. Ama Kürtlüğünü bir kez itiraf ettin mi, bu kadar yüksek bir rütben olsa bile yine de hapse girersin. Sırf “Kürt’üm” dedikleri için şimdi cezaevinde olan milletvekilleri var. Bu yüzden Kürt olarak vekil seçilmedikleri için onlara Kürt vekiller denemez. Kürt olduklarını kimsenin kabul edemediği bir ülkede yaşayan Türkler olarak seçiliyorlar.

Şu anda Türkiye’de on iki milyon Kürt var ve Kürt nüfusu ülkenin dört bir yanına dağılmış durumda. Sadece iş aramak için batıya taşınmak zorunda kalmadılar, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra zorunlu göçler de oldu. Bütün köyleri ve bütün bölgelerden insanları alıp Türkiye’nin başka bir yerine taşıdılar. Türkiye’nin en batı sınırında bile Kürt yerleşimlerine rastlayabilirsiniz. Ülkenin diğer bölgelerine sürgüne gönderildiler. Buna iç sürgün diyebilirsiniz. İş bulmak için mücbir göçe paralel olarak gerçekleşen zorunlu göçler.

AB: Şimdi sürgündesiniz, istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz ama izleyicilerinizden uzak düştünüz. Kitleniz şimdi kimlerden oluşuyor ?

YG: Bu benim trajedim ve benim gibilerin trajedisi. Sanatımın hamuru, halkımın imgelerinden, deneyim ve duygularından, vatanımın ve onun toprağının birikmiş deneyiminden oluşuyordu. Bugün nispeten özgürüm; fakat ilişki kurabileceğim bir halk yok, tarif etmek istediğim karakterler yok. Yani elinizde özgürlük silahı var, ama nakledecek cephaneniz yok. İşte bizim trajedimiz burada başlıyor. Yeni bir yol bulmalıyım, yeni bir izleyici kitlesi yaratmalıyım. Ama bu seyirci, Türkiye’de şekillenmesi yıllarımızı alan seyirci gibi olamaz. İçinde bulunduğumuz durum budur. Bugün Türkiye’yle ilgili film yapmak maddi olarak imkânsız. Türkiye’yi yurt dışında bir araya getiremezsiniz, yurt dışından Türkiye’yi anlatan filmler çekemezsiniz. “Duvar” farklı bir konuydu, o mümkündü. Yurtdışında belki Türk göçmenlerin, yabancı misafir işçilerin hayatını anlatabilirim. Ama Fransız veya İngiliz toplumunu tanımlamayı üzerime alamam, bu çok saçma olur. Yine de bu toplumda bir yabancı olarak karşı çıkılabilecek birkaç gözlemim olduğunu da eklemek isterim.

AB: Türk izleyicilerinizle bir suç ortaklığı ilişkiniz vardı… Batı’da kimleri etkileyebilirsiniz?

YG: Yeni filmim “Duvar” ile hapishane hayatını gerçeklerden daha yumuşak anlatsam da Batılı aydınlar anlatılanla empati kuramadılar. Kendilerini uzak tuttular. Bazı önemli Batılı gazeteler, bunun Türk gerçeğinin önemli bir parçası olmadığına dair aptalca yorumlar yaptı. Kendi gerçekliğimizi bize dışarıdan empoze etmeye çalıştılar. Adaletsizlik kavramı, onu yaşayanlar için daha şeffaftır. Batılı izleyici için anlaşılmazdı… Neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair değer yargıları tamamen farklı olabilir. Burada üretilen filmlerde farklı kriterleri göz önünde bulundurmak zorunda kalabiliriz. Farklı bir yaklaşım. Bence insanlar çağa ve topluma karşı kendisini sorumlu, hatta suçlu hissedebilmelidir. İnsanlarda suçluluk duygusu uyandırmak, kayıtsızlıklarını ve gerçeklikten kaçmayı kırmak için bazı şeyler yapılabilir. Bunlar yüzeye çıkarılabilirse, yeni dinamik ifade biçimlerinin açılabileceğini düşünüyorum.

Faşizmin İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptıklarından dersimizi hâlâ almış değiliz. Bugün faşizm Üçüncü Dünya’nın tepesinde bir balyoz gibi sallanıyor ve insanlar kayıtsız… Şu anda benim asıl endişem bu, çünkü yakın geleceği özellikle demokrasi açısından pek parlak görmüyorum. Gerici güçlerin yoğunlaştığını görüyorum. Savaşın yaklaştığını hissediyorum. Bu yakın tehlikeler karşısında birçok insan aklını başına devşirmelidir. Artık üretilebilecek olanın, davranışları bu yönde değiştiren mesajlar içeren çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Bunlar yapabileceğimi düşündüğüm türden filmler.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan filmlere baktığımda, savaşın sadece Naziler ve Yahudi halkı arasındaki bir mücadele olarak yorumlandığını görüyorum. Ancak faşizm sadece Yahudilere karşı olma sorunu değildir, tüm insanlığa karşı olan bir olgudur -yani, tüm sorun belirli toplama kampları açısından ve bir ırk savaşı olarak görülürse, o zaman fenomenin gerçek anlamı kaybolur. Bugün İsrail Filistinli Araplara karşı aynı şekilde davranıyor, kitlesel imha var. Gelecekte daha kötü şeyler olacak. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da tepkiler Avrupa’yı rahatsız ediyor. Dünyanın her köşesinde faşist diktatörler var. Tüm insanî değerlere ve insanlığa yönelik topyekün bir saldırının olduğu bir durumla karşı karşıyayız.

AB: Türkiye’de neler oluyor?

YG: Neler olduğunu anlamak için önce iki süper güç arasındaki genel çelişkileri ve rekabeti göz önünde bulundurmalısınız. Güncel Türk yönetimi elbette ABD’ye -Amerikan emperyalizmine ve onun yerel işbirlikçilerine, sermayeyle birlikte burjuvaziye bağlıdır. İktidar koalisyonu, ordu ve bürokratlar; asker ve yüksek memurlardan oluşuyor. Cumhurbaşkanı Evren orduyu, Başbakan Özal ise teknokratları temsil ediyor. Amaçları ülkeyi bir yağma cennetine dönüştürmek ve bunu da başardılar. Ayrıca Amerikan emperyalizminin sadece ülke içinde değil, tüm bölge içindeki konumunu pekiştiriyorlar. Her gün bir avuç insan daha da zenginleşirken, diğer herkesin durumu ise her gün daha da kötüleşiyor. Muhalefet -işçiler, köylüler ve aydınlar- susturuldu ve bastırıldı. Tüm bilgiler üzerinde tamamen tek taraflı tam bir tekel söz konusu. Binlerce kişinin siyasi nedenlerle hapse atıldığı Türk cezaevlerinde siyasi durum, ekonomik durum ve olup bitenler hakkında hiçbir bilgiye izin verilmiyor.

Batı kamuoyunda Polonya, Afganistan, Doğu Almanya ve benzerlerinde neler olup bittiği hakkında çok şey duyacaksınız. ABD emperyalizmi belirli alternatifleri engellemek istiyor. ABD, Doğu Bloku’nun başına geçtiğini söylüyor, böylece Türkiye’nin de başında olması “normal.” Doğru demokratik tutum, dünyanın neresinde olursa olsun demokrasiye yönelik her türlü saldırıya karşı çıkmaktır. Batılı aydınların, halkın ve görünüşte demokratik devletlerin ve yöneticilerin demokratik gibi göründüklerini, ancak faşist rejimlere göz yumduklarını ve bu nedenle suç ortağı olduklarını vurgulamak gerekir. Bunu söylemekten korkmuyorum. Örneğin Thatcher hükümeti kendi ülkesinde demokrasiden bahsedip yurtdışında Türkiye’yi destekliyor. Polonya’da ne zaman ‘Solidarity’ (Dayanışma) liderlerine zulmedilse, Batı dünyası durumu takip ediyor ve öfkesini dile getiriyor. Türkiye’de yüzlerce işçi lideri sermaye ücretleri hakkında suçlamalarla yargılanıyor. Türkiye’de yazarlar, sanatçılar, aydınlar, en basit demokratik hakları arayan insanlar hapiste ya da sanık sandalyesinde. Türkiye’de Barış Derneği üyeleri beş yıldan on yıla kadar hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye’de on binlerce Kürt, Kürt halkı için demokratik ve insan hakları talep ettikleri için ya da sadece ‘Kürt’üm’ dediği için hapiste. Türkiye’de binlerce kişi yargılanıyor, idamla tehdit ediliyor. Yarın büyük ihtimalle bu davalar sonucunda bu idamlar nedeniyle toplu infazlar gündeme gelecek. Sesler yükselmiyor, sessizlik var. Bunun demokratik geleneğe uymadığına inanıyoruz. Daha da kötüsü, Türkiye’de parlamento olduğu için demokrasi var diyorlar. Bu çok garip bir parlamento türüdür. Çoğu parti seçimlerden dışlandı. Sadece işçi partileri, sosyalist parti ve komünist parti değil -çünkü hepsi zaten engellendiler- orduyla en ufak bir anlaşmazlığı olan merkez partilerin bile parlamentoya katılması yasaklandı. Demokrasi var diyen yorumcular, bu meclisin temelinin bu olduğunu görmezden geliyorlar. Kimin ayakta kalacağına cunta karar verdi ve ayrıca resmi muhalefeti de o atadı.

AB: Türkiye’de ilerici değişimi kim, nasıl yapacak?

YG: Gelelim asıl istediğimiz şeye. Demokratik bir cumhuriyet talep ediyoruz. Demokratik cumhuriyetten kastımız ABD’den ve Sovyetler Birliği’nden bağımsız bir cumhuriyettir. Hiçbir askeri kampta olmayacak, emperyalist herhangi bir ulustan bağımsız olacak ve ulus içindeki tüm siyasi hareketlere özgürlük tanıyacak ve kendi bünyesindeki tüm uluslara ulusal ve demokratik haklar tanıyacak, gerçek bir demokrasi. Demokratik bir cumhuriyet için, bu talepler için mücadele ediyoruz.

Bugün Türkiye’de sosyalist devrim için gerekli şartlara sahip değiliz. Şimdilik ileriye doğru adım yalnızca demokratik bir cumhuriyet için mücadeledir ve tüm sorunu bu temelde ele almalıyız. Türkiye’de gerçek bir sosyal demokrat parti yok. Parlamentodaki popülist parti faşist anayasa çerçevesinde faaliyet göstermektedir. Şu anda yasal olarak var olan, ancak mecliste olmayan Sosyal Demokrat Parti, SODEP, hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Kürt halkının durumu değişmeyecek, halkın genel durumu değişmeyecek, devlet yapısı değişmeyecek, siyasette ve insan haklarında bir değişiklik olmayacak. Belki bazı küçük oynamalar olacak ama öz aynı kalacak. Gerçek bir demokratik cumhuriyetin yaratılması için, işçi sınıfını bu amaçlar doğrultusunda eğitmek gerekecektir. Bu bir gecede olamaz.

Bugün Türkiye büyük bir hapishanedir ve bu hapishanenin özgürlüğe açılması, bu duvarların yıkılıp gerçek demokrasiye dönebilmesi için sorumluluk, devrimci demokratlara aittir. İnsanlarımızla yakın bağlar kurabilirsek, bu görevde gerçekten başarılı olabiliriz. Aksi takdirde, bitmek tükenmek bilmeyen umut şarkıları söylemekle yetineceğiz. Şu anda yeterince hazır olmadığımızı kabul etmeliyiz. Şimdi Türkiye’de ne oluyor, insanların özlemleri ve beklentileri var ve bazen kavga ediyorlar -ama ne için? Farklı bir hapishane, daha iyi bir hapishane. Doğrudan askeri yönetim olduğunda Evren, halka yeni bir askeri parlamenter rejim sunacağını vadetti . Bu başka bir hapishaneydi. İnsanlar, “Belki daha iyi olabilir” dediler. Bu yüzden ona oy verdiler. “Duvar”ın hikâyesi buydu. Filmdeki çocuklar korkunç bir hapishanedeydi. İsyan ettiklerinde özgürlüğü, kurtuluşu düşünmediler bile, sadece daha iyi bir hapishanenin hayalini kurdular. “Belki”, her zaman “belki”. “Belki bu daha iyi olur” ve sonucu görüyoruz. Bunun üzerine Türk halkı “Belki sivil yönetim daha iyi olur” dedi ve şimdi başka bir “belki” arıyorlar. “Belki SODEP daha iyi olur.” Ama bu “belki” ile hiçbir yere varamayacağız, asla özgürlüğümüze kavuşamayacağız.

Türkiye’de olup bitenlere, cezaevlerindeki işkencelere ve infazlara daha fazla duyarlılık göstermeleri, genel af talebini desteklemeleri, hapishaneye atılmış Türk aydınlarına daha fazla hassasiyet göstermeleri hem ulusal hem de sınıfsal baskı altındaki Kürtlere özel ilgi göstermeleri için Türkiye’deki dostlarım ve demokratlar adına İngiliz kamuoyuna ve aydınlarına sesleniyorum. Türkiye’deki baskı sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Genel olarak demokrasiye karşı bir baskıdır bu. Bu sorumluluğu ortaklaşa üstlenmeliyiz.

Paylaşın