Ekonomi Yönetiminin 100. Günü: İstikrar Programı Halen Açıklanmadı

Mehmet Şimşek’in tam yetkili Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanmasının üzerinden 100 gün geçti, ama istikrar programı halen açıklanmadı. Yapısal bir dönüşüm sağlamak ve yüksek katma değerli üretimi desteklemek amacı ile maliye politikasının somut adımlar atması gerekiyor.

Eğitim sisteminde ezberci sınav sisteminden çıkıp eğitimde fırsat eşitliğine imkan tanıyacak politikalar, üretkenliği ve katma değeri yüksek sektörlerin doğru teşviklerle desteklenmesi ve bu vesile ile üretim kapasitesinin artıp maliyetlerin düşmesi lazım.

Gelir vergisinde yaşanan erozyonun sona ermesi ve dolaylı vergilerin payının azalması gerekiyor. Kredi kompozisyonunda tüketim kredilerini azaltıp, üretim odaklı ticari kredilerin artırılmasına yönelik teşvikleri bu yolda atılmış bir adım olarak değerlendirebiliriz.

Ancak bunun ötesinde kapsamlı bir kalkınma modeli henüz açıklanmadı ve eylem planı için Ekim’e işaret edildi. Bu gecikme endişe verici.

En son yaşadığımız büyük kriz olan 2001 dönemini hatırlayacak olursak, 1 Mart 2001 tarihinde ABD’den apar topar Türkiye’ye getirilen ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atanan Kemal Derviş, ayağının tozuyla 13 Mart tarihinde Meclis’te yemin etmiş, 14 Nisan’da ise “Güçlü Ekonomiye Geçiş” Programı’nı açıklamıştı.

Yeni ekonomi yönetimi görevde ilk 100 günü doldurdu. Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, bu süreci BBC Türkçe‘ye değerlendirdi.

100 gün, seçim vaatlerinin uygulamaya sokulabileceği kadar uzun ancak uzun soluklu sonuç alınamayacak kadar kısa bir süre. Bununla birlikte, ilk 100 günde atılan tohumlar, hasat zamanı ne toplayacağımızın da bir göstergesi olabilir.

Seçimler öncesi, Cumhur İttifakı’nın kazanması halinde 100 gün sonrasında beklediğim senaryodan çok daha iyi bir yerde olduğumuzu düşünüyorum. Zira seçim kampanyası boyunca bana büyük endişe veren ekonomi politikalarından duyulan memnuniyet dile getirilmiş ve herhangi bir değişim sinyali verilmemişti.

Oysa seçim sonrasında adeta bir muhalefet partisi kazanmışcasına eski kadrolar ve izlenen politikalar büyük ölçüde terk ediliyor.

Mehmet Şimşek görevi teslim alırken, “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönmekten başka çaresi kalmamıştır” demişti. Eski politikaların tasfiyesi amacı ile ortodoks politika ile uyumlu adımlar atılıyor. Bu adımlar uzun soluklu olur mu? Bilmiyorum. Daha iyisi yapılabilir miydi? Evet.

AKP’nin 2023 seçim kampanyasında yer alan ekonomik hedefler 2018 seçimlerindeki hedeflere benzerdi: Cari açıkta daralma, enflasyon tek hane, yüksek büyüme, kişi başına düşen milli gelirde artış sözü verildi.

Bu genel hedefler muhalefet partilerinin hedefleri ile de örtüşüyordu. Her iki ittifak da bu hedeflere ilave olarak katma değerli üretime, inovasyona, kalkınmaya vurgu yaptı. Aradaki fark neydi?

Bence seçim vaatlerindeki en önemli farklardan birisi muhalefetin bu hedeflere ulaşabilmek için ortodoks politikalara dönüşü önceden öngörmesi ve bunun sonucu oluşacak acı reçetenin dağılımında kafa yorması, sabit gelirlilere bu yükün ödetilmeyeceği sözü verilmesi idi.

İktidarın 2018’de bahsettiğim hedefleri, büyüme hariç tutmadı. Büyüme verisi ise kur krizinin yaşandığı 2018 yılı dışında, pandemiye rağmen yüksek geldi.

Öte yandan enflasyonist ortamda, üretkenlik artışı ile desteklenmeyip, düşük faizle desteklenen büyüme toplum genelinde hissedilemedi. 2023’de 25 bin dolara yükseltilmek istenen kişi başı milli gelir 9 bin dolara geriledi. % 15’ten tek haneye indirilmesi umulan enflasyon % 50’li seviyeleri aştı.

Bu sefer farklı olabilir mi?

Yeni ekonomi ekibinin 2018 sonrası uygulanan politikalardan hoşnut olmadığı net. Peki değişiklik yapacak kurumsal kapasite ve yetkisi var mı? Ne kadar süreyle var? Kritik sorular bunlar.

4 Haziran 2023’de görevi devralan yeni ekibin ilk işi bu dengesizliklerin altında yatan düşük faiz politikalarından çıkış amacı ile sıkı para politikasına geçmek oldu. Gelgelelim, rota doğru yöne çevrilmiş olsa da ilk 100 günde kaydedilen ilerleme yavaştı.

Seçim öncesi dönemde ertelenen akaryakıt zamları, deprem ve seçim harcamaları ile artan bütçe açığını kontrol amacı ile artan dolaylı vergiler, kurda izin verilen gevşeme ile birleşince, yıl sonu enflasyon tahminleri % 70’leri zorlar hale geldi. Ancak enflasyon beklentisi bu kadar yüksekken merkez bankası üç ayda politika faizini sadece % 25’e çıkarılabildi.

Bir an için Merkez Bankası’nın kurumsal bağımsızlığının tekrar tesis edildiğini ve niyetinin de kendi özgür iradesi dahilinde ilk 100 günde politik faizini toplam 16,5 puan artırmak olduğunu varsayalım.

Bu durumda merkez bankası bu faiz artışlarının sıralamasını 650, 250 ve 750 baz puan yerine 750, 650 ve 250 baz puan şeklinde büyükten küçüğe yapabilirdi.

İki senaryoda da toplam faiz artışı aynı olur dolayısı ile şirketler ve bankacılık sistemi üzerindeki görece yük değişmezdi. Ancak ikinci senaryo birinciye göre daha önden yüklemeli bir anlayışı temsil edip, enflasyon beklentilerini daha çabuk kontrol altına alabilirdi.

Oysa V-benzeri, yani önce daha yüksek, sonra daha az, sonra en yüksek faiz artışına giden bir Merkez Bankası bir plan dahilinde hareket eder izlenimi vermiyor. Son toplantıda gelen “jumbo” faiz artırımı enflasyon raporunda bahsedilen “kademeli” artış sinyali ile de çelişiyor.

Daha ziyade Para Politikası Kurulu’na (PPK) eklenen yeni üyelerle ikna gücü artmış, ancak kurumsal bağımsızlığı tam oturmadığı için bir sonraki adımı da net olmayan bir Merkez Bankası izlenimi ediniyorum.

Enflasyon sadece enflasyonu göstermiyor

Bu noktada enflasyon probleminin sadece hatalı kurgulanmış para politikasının sonucu olmadığını, erozyona uğramış kurumsallık, yapısal reformlarda ihmal, yatırım iştahında düşüş, vergi sisteminde çarpıklıklar ve potansiyel üretim kapasitesinde yaşanan gerileme gibi çok daha derin sorunların yüzeye çıkması ile alakalı olduğunu hatırlatmak lazım.

Bu sebeple, sadece para politikasını (yavaş da olsa) düzeltmek enflasyonu ve ekonomik problemleri çözmeye yetmeyecektir.

Henüz enflasyonla mücadelenin kalıcı olup olmayacağını bilmediğimiz gibi acı reçeteden oluşacak maliyetin düşük gelir kesimlerinden alınıp, daha yukarıya dağıtılıp dağıtılmayacağını bilmiyoruz. Geçtiğimiz hafta açıklanan Orta Vadeli Program (OVP) söz konusu bedelin oldukça küçük olacağını varsaymış görünüyor. Zira önümüzdeki 4 yılda ciddi bir dezenflasyon hedefi olsa da bunun büyüme ve işsizliğe yansımasının çok düşük tutulduğunu gözlemliyoruz. Acı reçetenin bedeli resmi rakamlara yansımayınca nasıl paylaştırılacağına dair bir tartışma için de uygun zemin oluşmuyor maalesef.

Yapısal bir dönüşüm sağlamak ve yüksek katma değerli üretimi desteklemek amacı ile maliye politikasının somut adımlar atması gerekiyor. Eğitim sisteminde ezberci sınav sisteminden çıkıp eğitimde fırsat eşitliğine imkan tanıyacak politikalar, üretkenliği ve katma değeri yüksek sektörlerin doğru teşviklerle desteklenmesi ve bu vesile ile üretim kapasitesinin artıp maliyetlerin düşmesi lazım.

Gelir vergisinde yaşanan erozyonun sona ermesi ve dolaylı vergilerin payının azalması gerekiyor. Kredi kompozisyonunda tüketim kredilerini azaltıp, üretim odaklı ticari kredilerin artırılmasına yönelik teşvikleri bu yolda atılmış bir adım olarak değerlendirebiliriz.

Ancak bunun ötesinde kapsamlı bir kalkınma modeli henüz açıklanmadı ve eylem planı için Ekim’e işaret edildi. Bu gecikme endişe verici.

En son yaşadığımız büyük kriz olan 2001 dönemini hatırlayacak olursak, 1 Mart 2001 tarihinde ABD’den apar topar Türkiye’ye getirilen ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atanan Kemal Derviş, ayağının tozuyla 13 Mart tarihinde Meclis’te yemin etmiş, 14 Nisan’da ise “Güçlü Ekonomiye Geçiş” Programı’nı açıklamıştı.

Paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir