Avrupa Uzay Ajansı: Güneş Fırtınaları Uyduları Batırıyor

Avrupa Uzay Ajansı (ESA) yetkilileri, Dünyanın manyetik alanını inceleyen Swarm uydusunu Güneş fırtınaları nedeniyle atmosfere battığını söyledi. ESA araştırmacıları, aracı bir manevrayla yükseltmek zorunda kaldıklarını ifade etti.

Uzay ajansından gelen açıklamada “Son 5, 6 yılda uydular yılda yaklaşık 2,5 kilometre batıyordu. Ancak geçen yılın aralık ayından bu yana neredeyse dalış yapıyorlar” ifadeleri yer aldı.

Ajansa göre aralık ve nisan arasında ölçülen düşüş hızı yılda 20 kilometreye denk geliyor.

Aslında uydular, yörüngedeyken normalde de belirli hızlarla atmosfere doğru sürükleniyor. Ancak dikkat çekici olan, son dönemde bu sürüklenmenin Güneş’teki aktivite nedeniyle anormal hızlara ulaşması.

Güneş’teki hareketlilik giderek artıyor

Gökbilimciler bu sürüklemenin yoğunluğunun Güneş aktivitesine, yani yıldızın yüzeyinde meydana gelen patlama ve radyoaktif püskürmelere bağlı olduğunu biliyor.

Öte yandan, Güneş’teki patlamaların birkaç yıl içinde daha da atması ve zirve noktasına ulaşması bekleniyor. Çünkü Güneş, şu anda hareketli bir evrede.

Yıldız her 11 yılda bir, sakin veya fırtınalı geçen bir döngüsünü tamamlıyor ve yenisini başlatıyor. Güneş’in 2019’da 25. döngüsüne girdiği biliniyor. Bu döngülerden sakin olanına, yani yıldızdaki patlamaların ve lekelerin minimum seviyeye indiği dönemlere “solar minimum” adı veriliyor.

Güneş lekelerinin arttığı ve patlamaların da sıklaştığı evrelerse “solar maksimum” diye adlandırılıyor.

2025’te şuanki solar maksimum evresi zirve noktasına ulaşacak. Bu nedenle bilim insanları özellikle 2025 civarında şiddetli patlamaların Dünya’yı etkilemesini bekliyor.

Uydular daha fazla sürtünmeyle karşı karşıya kalacak

Güneş’teki patlamaların artması, uzaya radyoaktif parçacıkların ve plazmaların savrulmasıyla sonuçlanıyor. Güneş rüzgarı diye de bilinen bu parçacıklar, Dünya’ya doğru yönelip atmosferle etkileşime girebiliyor.

ESA’nın Swarm misyon yöneticisi Anja Stromme, “Bu etkileşimin atmosferin yükselmesine neden olduğunu biliyoruz” ifadelerini kullanıyor:

Bu da daha yoğun hava katmanının yukarı doğru, daha yüksek irtifalara kayması anlamına geliyor.

Daha yoğun hava, uydular için daha yüksek sürtünme kuvveti demek. Yükselen atmosferin neden olduğu yoğunluk artışı, alçak yörüngedeki uyduların bir kısmının düşmesine neden olabilir.

Stromme, “Rüzgara karşı koşmak gibi” dedi.

Sürüklenme uyduları yavaşlatıyor ve yavaşladıklarında batıyorlar.

Stromme, yaklaşık 400 kilometrelik irtifa içindeki tüm uzay araçlarının sorun yaşayacağını belirtiyor.

Bu irtifa, Uluslararası Uzay İstasyonu’nu ve aynı zamanda son 10 yılda alçak Dünya yörüngesini dolduran yüzlerce uyduyu içeriyor.

Basit ve az maliyetli teknolojilere öncülük eden özel girişimcilerin ürünü olan bu uydular Güneş aktivitesine karşı özellikle savunmasız.

Stromme, “Bu yeni uyduların birçoğunun tahrik sistemleri yok” ifadelerini kullandı: Yörüngede daha kısa ömürleri olacak.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Mars’tan Alınan Örnekler, Ölümcül Organizmaları Beraberinde Getirebilir

NASA’nın uzay aracı Perseverance, Mars’ta olası yaşam belirtilerinin tespit edilmesi için örnek toplamayı sürdürürken, bazı bilim insanları bu çabalara mesafeli yaklaşıyor.

Mars’tan gelecek numuneleri Dünya’ya indirmek için projeler geliştiren uzay ajansı, görevin güvenlik riskini “son derece düşük” diye niteliyor.

Ancak bazı gökbilimciler ve uzay meraklıları, numunelerin Dünya’da ölümcül patojenlerin yayılmasına neden olabileceğini savunuyor.

NASA’nın kısa süre önce internet sitesinde başlattığı ankete katılan bir yorumcu, “Hiçbir ülke tüm gezegeni riske atmamalı” diye yazdı.

Katılımcıların çoğu, Kızıl Gezegen’den toplanacak numunelerin önce Dünya dışında, örneğin yörüngedeki bir laboratuvarda incelenmesini önerdi.

Scientific American dergisine açıklamalarda bulunan, astrobiyolog Barry DiGregorio da Mars numunelerinin Dünya’nın biyosferine zarar verme ihtimalini değerlendirmeye öncelik verilmesi gerektiğini ifade etti.

Uluslararası Mars Numune Teslimine Karşı Komite adında kar amacı gütmeyen bir kurumu yöneten DiGregorio’ya göre bunun en iyi yolu, numunelerin özel bir uzay istasyonunda veya Ay üssüne kurulacak bir araştırma laboratuvarında incelenmesi.

Bilim insanı ayrıca NASA’nın bu araştırmalarda yalnız olmadığına dikkat çekiyor. Örneğin Çin de Mars’tan toplanan malzemeleri doğrudan Dünya’ya getirmek için kendi görevlerini tasarlıyor.

DiGregorio, Çin’in bu araştırmalara dahil olmasından özellikle endişelendiğini aktardı.

“Numunelerin geri getirilmesi ulusal bir hedef olmamalı. Uzay yolculuğu yapan tüm ülkeler küresel bir çaba kapsamında verilerini gerçek zamanlı paylaşmalı” diyen bilim insanı sözlerini şöyle sürdürdü:

Aksi takdirde hiçbir ülke, diğerinin ne bulduğunu veya nasıl sorunlarla karşı karşıya kaldığını bilemez.

“Bunu çoktan bilirdik”

Öte yandan gökbilimcilerin önemli bir kısmı ve NASA’da görevli araştırmacılar, Mars’tan gelecek numunelerin burada herhangi bir sorun yaratmayacağından emin.

Astrobiyolog Steve Benner, “Mars’taki malzemeler Dünya için tehdit oluştursaydı bunu çoktan bilirdik” diye konuştu.

Buna göre Mars’a çarpan asteroitler genellikle gezegen yüzeyinden kaya parçalarını uzaya fırlatıyor. Böylece her yıl yaklaşık 500 kilogramlık Mars kayası Dünya’ya doğru yol alıyor.

Benner kendisinin de Mars’tan gelen bir asteroide sahip olduğunu ifade ediyor:

Dünya’da yaşamın ortaya çıkmasından bu yana 3,5 milyar yıldan fazla süre içinde, trilyonlarca kayaç benzer yolculuklar yaptı. Mars’ta mikrobiyota varsa ve Dünya’nın biyosferinde hasara yol açabiliyorsa bu zaten olmuştur. NASA’nın birkaç kilogram daha eklemesi fark yaratmaz.

Paylaşın

Uzaydan Dünya’ya Güneş Enerjisi Aktarımı: Çin’den Başarılı Test

Çin’de araştırmacılar, iklim ve enerji krizine çözüm olabilecek uzay tabanlı güneş enerjisi sistemine yönelik başarılı bir test yaptı. Çin’in Xidian Üniversitesi’nden bilim insanlarına göre, Çin’de uzay tabanlı güneş enerjisi kullanımının yolunu açabilecek yeni bir kule üzerinde çalışmalar tamamlandı. 

Üniversiteden yapılan açıklamada, 5 Haziran’da “dünyanın ilk tam bağlantılı ve tam sistemli güneş enerjisi santrali” üzerinde başarılı bir test yapıldığı belirtildi.

Uzay tabanlı güneş enerjisinin gelişimini desteklemek için tasarlanmış beş farklı sistemle donatılan ve çelikten üretilen 75 metre yüksekliğindeki yapı, üniversitenin kampüsüne yerleştirildi.

Uzaydan güneş enerjisi elde edilmesine ilişkin çalışmalar yalnızca Çin’in gündeminde değil. Mart ayında İngiltere’nin uzayda güneş enerjisi santrali kurmak için 18,72 milyar euroluk bir teklifi değerlendirdiği bildirilmişti. Amerika Birleşik Devletleri, kendi uzay tabanlı güneş enerjisi sistemine gelişmiş teknoloji sağlamak için 100 milyon dolarlık ortaklık anlaşması yaptı.

Bilim kurgu mu gerçeklik mi?

Uzay tabanlı güneş enerjisi sisteminde, uyduların enerjiyi güneşten sürekli olarak fotonlar toplayarak enerjiyi fotovoltaik hücrelere dönüştürmesi ve bu elektriği kablosuz olarak ışınla ve mikrodalgalar halinde Dünya’daki alıcılara göndermesi hedefleniyor.

Portsmouth Üniversitesi Makine ve Tasarım Mühendislik Okulu Başkanı Jovana Radulovic, bu bilim kurgu romanından çıkma gibi görünen fikrin yeni olmadığını söylüyor.

Raduloviç, mühendislerin ve bilim insanlarının bu teoriyi geçtiğimiz yüzyılda gündeme getirdiğini belirtiyor.

Teori, ilk kez 1960’larda bilim insanı ve uzay mühendisi olan Peter Glaser tarafından önerildi. Ona göre, uzay tabanlı bir güneş enerjisi santrali, 24 saat güneş ışığı görmesi ve sürekli elektrik üretimine izin vermesi nedeniyle Dünya’ya yerleştirilen bir santrale göre daha verimli olabilirdi.

Küresel enerji tüketiminin 2050 yılına kadar yüzde 50 oranında artmasının beklendiği bir dönemde, bu metodun artan enerji ihtiyacını karşılamada ve iklim krizine çözüm üretmede yardımcı olabileceği belirtiliyor.

Uzay tabanlı güneş enerjisinin önündeki engeller neler?

Teknoloji ilk bakışta umut vadeden bir görüntü sergilese de birçok zorluğu da beraberinde getiriyor. Uzay tabanlı güneş enerjisinin uygulanmasını zorlaştıran ana etken yüksek maliyeti.

Sistemin büyük ölçüde modüler olduğu biliniyor. Buna göre, Güneş modülleri yörüngede robotlar tarafından monte edilmeli. Bu montajın yapılabilmesi için tüm unsurların uzaya taşınması gerekir ki bu da zor ve maliyetli bir işlem olduğu anlamına gelir. Üstelik bu tür bir faaliyet çevre için de zararlı olabilir.

Öte yandan üretilen enerji ve elektriğin Dünya’ya mikrodalgalar halinde gönderilmesi öngörülüyor. Radulovic’e göre bu denli uzaktan gelen bu dalgalar için devasa alıcılara ihtiyaç duyulacak.

İletilen mikrodalgaların yoğunluğunu artırarak daha küçük antenler de kullanmak düşünülebilir. Böylelikle maliyet de düşürülebilir. Ne var ki bu senaryoda yoğun sinyallere maruz kalan canlılar için felaket söz konusu olabilir.

Enerjinin dönüştürülme süreçlerinde yüzde 10 oranında kayıp yaşanabileceği dikkate alındığında sistemin verimlilik açısından çok da avantajlı olmayacağı görülebilir.

Diğer bir zorluk da güneş panellerinin uzayda uzun süre ayakta kalabilmesini sağlamak. Uzay şartlarına karşı sürekli bakıma ihtiyaç duyacak olan bu panellerin radyasyona karşı sağlamlaştırılmaları gerekir.

Gelecek için değerli bir yatırım mı?

Tüm bu zorluklar projelerin maliyetini önemli ölçüde artırırken sistemin buna değip değmeyeceği soru işareti olarak kalmaya devam ediyor.

Radulovic, bu nedenle Elon Musk’ın şirketi Space X’in çalışmalarını yakından izlediklerini söylüyor ve “Aynı roketi kullanarak malzemeleri uzaya göndermek ve bunu tekrar tekrar yapmak maliyet açısından avantajlı gözüküyor. Ancak uzaya güneş enerjisi santrali kurmak için bütün unsurların maliyeti düşürülmedikçe bu düşündüğümüz kadar hızlı olamayacak. Üzerine yoğunlaşmamız gereken bir şey bu.” şeklinde konuşuyor.

Yine de bu bilim kurgu romanlarını andıran yöntem gelecekte önemli bir yatırım haline gelebilir. Radulovic, teknolojinin er ya da geç daha uygun maliyetle üretilebileceğini çünkü üzerinde daha fazla araştırma yapılacağını söylüyor.

Enerji ve iklim kriziyle mücadele etmek ve gelecek nesilleri korumak için sert önlemlerin alınması gerektiği aşikar. Uzay tabanlı Güneş enerjisinin kısa vadede önünde engeller olsa da uzun vadede faydaları umut verici.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Dünyanın En Büyük Bakterisi Keşfedildi

Bilim insanları, çıplak gözle de görülebilen dünyanın en büyük bakterisini keşfetti. Keşfedilen bakterinin hücresinin diğer bakterilere oranla alışılmadık bir yapıya sahip olduğu belirtiliyor.

Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı’nda çalışan deniz biyoloğu Jean-Marie Volland, yaklaşık bir insan kirpiği büyüklüğünde olan bakterinin bugüne kadar bilinenlerin en büyüğü olduğunu söyledi. Keşif ile ilgili makale, perşembe günü Science dergisinde yayımlandı.

Thiomargarita magnifica adı verilen bakteri, Fransız Karayipleri’nde su altına gömülü, çürüyen mangrov ağacı yaprakları üzerinde keşfedildi. Tek hücreli bu organizmanın tehlikeli olmadığı ve insanlarda hastalığa yol açmadığı belirtiliyor.

ABD’deki Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı Ortak Genom Enstitüsü’nden Jean-Marie Volland, “Bu bakteriler çoğu bakteriden yaklaşık 5 bin kat daha büyük. Bir perspektife oturtmak gerekirse, biz insanlar için Everest Dağı kadar uzun bir insanla karşılaşmakla eşdeğer” diyor.

Ancak bir santimetre uzunluğundaki T. magnifica, yeryüzündeki en büyük tek hücreli organizma değil. (En büyük tek hücreli organizma, bundan 10 kat daha uzun olan Caulerpa taxifolia adlı bir tür su yosunu)

T. magnifica ilk olarak 2009 yılında Küçük Antiller’deki Guadalup Adası’nda tespit edilmiş, ama bir kenara bırakılmıştı.

Dr. Volland ve meslektaşları yakın zamanda onu ayrıntılı incelediklerinde elde ettikleri önemli bir bulgu, hücrenin içini düzenleme şekliyle ilgiliydi. Bakterilerin DNA’ları normalde hücreyi dolduran sıvı (sitoplazma) içinde serbestçe yüzer.

T. magnifica ise genetik materyali içeren DNA’ları, araştırmacıların Fransızca meyve çekirdeği anlamına gelen pepin adını verdikleri bölmelerde saklıyor.

Bu önemli bir keşif, zira şimdiye kadar DNA’nın zara bağlı bir bölme içinde yer alması, insanlar, diğer hayvanlar ve bitkiler gibi yüksek organizmaların yapı taşları olan ökaryot hücrelerin koruması olarak kabul ediliyordu.

Ayrıca T. magnifica fazla miktarda DNA’ya sahip. Genomundaki tüm “harfler” ya da baz çifti sayıldığında 12 milyona yakın. Ancak her hücrede genomun yarım milyon kopyası olabilir.

Berkeley Enstitüsü’nden Dr. Tanja Woyke T. magnifica’nın “bir insan hücresine kıyasla kendi içinde birkaç kat daha fazla DNA depoladığı anlamına geldiğini” belirtiyor.

Woyke, tüm bu DNA’da, organizmanın büyük boyutunun nedenlerine dair ipuçları olduğunu da söylüyor. Uzama ile ilişkili bazı genlerin kopyalandığı ve normalde bölünmeye dahil olan bazı genlerin eksik olduğu görülüyor.

T. magnifica kemosentetik bir bakteri. Kendisine yakıt sağlamak için ihtiyaç duyduğu şekerleri, mangrov bataklığının tortularındaki çürüyen organik maddelerin ürettiği sülfür bileşiklerini oksitleyerek elde ediyor. Sadece tutunacak sağlam bir şeye ihtiyaç duyuyor.

Antiller Üniversitesi’nden mikrobiyolog Prof. Olivier Gros, “Onları istiridye kabuklarına, yapraklara ve dallara, aynı zamanda cam şişelere, plastik şişelere veya iplere tutunmuş halde buldum” dedi.

Araştırma ekibi bakteriye ilişkin açıklamalarını Science Magazine’in bu haftaki sayısında yayımladı. Araştırmacılar, organizmanın işleyişine dair öğrenecekleri çok şey olduğunu belirtiyor.

ABD Menlo Park’taki Karmaşık Sistemler Araştırma Laboratuvarı’ndan Dr. Shailesh Date, “Bu proje, var olan keşfedilmemiş mikrobiyal çeşitlilik konusunda gerçekten gözlerimizi açtı. Henüz sadece yüzeydeyiz ve kim bilir daha ne ilginç şeyler keşfedeceğiz” diyor.

Paylaşın

Samanyolu’nun Merkezinde Dönen Tuhaf Bir Nesne Bulundu

Gökbilimciler, Samanyolu’nun merkezini izlediler ve tek bir devasa yıldızın çevresinde zarif bir şekilde dönen, minyatür bir sarmal galaksiyi andıran bir şey keşfettiler. Yoğun ve tozla dolu galaktik merkezin yakınlarında, Dünya’dan yaklaşık 26 bin ışık yılı mesafede keşfedilen yıldız, Güneş’ten yaklaşık 32 kat büyük ve “gezegen oluşum diski” diye bilinen devasa bir dönen gaz diski içinde yer alıyor. (Diskin kendisi yaklaşık 4 bin astronomik birim genişliğinde; yani, Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 4 bin katı genişliğe sahip).

Genç yıldızların milyonlarca yıl boyunca büyük ve parlak yıldızlara dönüşmesine yardım eden yıldız yakıtı işlevi gören bu tür diskler, evrende yaygın biçimde bulunurlar. Ne var ki, gökbilimciler şimdiye kadar hiç böyle bir şey görmemişlerdi: o, içinde bulunduğumuz galaksinin merkezine tehlikeli şekilde yakın bir yörüngede dönen minyatür bir galaksi. Peki bu küçük spiral nasıl meydana geldi ve orada bunun gibi daha fazlası mevcut mu? Nature Astronomy dergisinde 30 Mayıs günü yayınlanan yeni bir araştırmanın aktardığı kadarıyla, bu soruların yanıtları, Güneşimizden yaklaşık üç kat daha büyük olan ve spiral diskin yörüngesinin hemen dışında saklanan esrarengiz bir gök cisminde yatıyor olabilir.

İkinci bir yıldız diskin şeklini bozuyor

Araştırmacılar, Şili’de bulunan Atacama Büyük Milimetre/milimetre altı Dizisi (ALMA) teleskopu ile gerçekleştirilen yüksek çözünürlüklü gözlemleri kullanarak, diskin, kendisine doğal bir spiral şekil verecek biçimde hareket etmediğini keşfettiler. Bilim insanları, bundan ziyade, diskin tam olarak başka bir cisimle -büyük ihtimalle yakınında bulunan ve hâlâ görülebilen, esrarengiz ve Güneş’in üç katı büyüklüğündeki bir nesneyle- yaşadığı yakın bir çarpışma sebebiyle böyle karmaşık bir hale geldiğini belirtiyorlar.

Ekip, bu hipotezi kontrol etmek için, esrarengiz nesneyi içine alan bir düzine muhtemel yörünge hesapladı; sonrasında bu yörüngelerden herhangi birinin nesneyi gezegen oluşum diskine yeterince yaklaştırarak bir spiral haline getirip getiremeyeceğini görmek amacıyla bir simülasyon yarattı. Gök cisminin belirli bir yolu izlemesi durumunda, yaklaşık 12 bin yıl önce diskin içinden geçip, şu anda tanık olduğumuz canlı spiral şekle neden olacak kadar tozu dağıtabileceğini gördüler.

Merkezde bunun gibi binlercesi olabilir

Çin Bilimler Akademisi’ne bağlı Şangay Astronomi Gözlemevi’nde yardımcı araştırmacı ve araştırmanın yazarı olan Lu Xing verdiği demeçte, “Analitik hesaplamalar, sayısal simülasyon ve ALMA gözlemleri arasındaki kusursuz eşleşme, diskteki spiral kolların, istilacı nesnenin geçişinin kalıntıları olduğuna ilişkin sağlam kanıtlar sunuyor” diyor. Bu araştırma, galaktik merkezdeki bir gezegen oluşum diskinin ilk doğrudan görüntülerini sunmasının yanı sıra, dış gök cisimlerinin yıldız disklerini tipik biçimde yalnızca galaktik ölçekte görülen spiral şekillere dönüştürebileceğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, Samanyolu’nun merkezinin, galaksinin bizim bulunduğumuz yakasından milyonlarca kat daha yoğun biçimde yıldızlarla dolu olması nedeniyle, galaktik merkezde buna benzer olayların fazlasıyla düzenli biçimde yaşanmasının muhtemel olduğunu ifade ediyorlar. Bu durum, galaksimizin merkezinin sadece keşfedilmeyi bekleyen minyatür spirallerle aşırı dolu olabileceği anlamına geliyor. Bilim insanları bu kozmik matruşkanın merkezine çok uzun bir süre ulaşamayabilirler.

(Kaynak: Gazete Duvar)

Paylaşın

En Eski Orman Yangını 430 Milyon Yıl Önce Yaşandı

Araştırmacılar 430 milyon yıl öncesine dayanan bir orman yangını tespit etti. Çalışmada Silüriyen döneme denk gelen bu yıllarda ormanların bugünkünden farklı olduğunu vurguladı. Bir önceki orman yangını rekoru 420 milyon yaşındaydı.

Bilim insanları tarihin en eski orman yangınını ortaya çıkarmayı başardı. Galler ve Polonya’da bulunan 430 milyon yaşındaki kömür yatakları bu keşifte önemli bir rol oynadı.

Silüriyen döneme denk gelen bu yıllarda Dünya’daki yaşama dair önemli ipuçları bulunuyor.

NTV’nin aktardığına göre Silüriyen dönemde bitkilerin yaşamı sulak alanlarla sınırlıydı. Çoğunlukla kuraklığın olduğu alanlarda bitkilerin hiçbir zaman yeşermediği tahmin ediliyor. Bu nedenle 430 milyon yıl önce kabul edilebilir orman tanımlaması şu anki ormanlardan daha farklı.

Çalışmaya konu olan orman yangınlarının en fazla bel seviyesine gelen bitkilerden oluşuyor. Araştırmacılara göre o dönemde yeryüzünde yaygın olan şey ağaçlar değil Prototaxites adındaki bir antik mantar türüydü. Boyu dokuz metreye kadar çıktığı tahmin edilen bu mantar türü hakkında fazla bilgi bulunmuyor.

Maine’deki Colby College’dan paleobotanikçi Ian Glasspool , “Ateşe dair kanıtımız, en eski kara bitkisi makrofosillerine ilişkin kanıtlarımızla yakından örtüşüyor gibi görünüyor” ifadelerini kullandı.

Paylaşın

‘Çevre Dostu’ Güneş Kremleri Yeterli Koruma Sağlıyor Mu?

İngiltere’de tüketici haklarını takip eden bağımsız kuruluş ‘Which?’ tarafından yapılan araştırmada İngiltere’de satışta olan çevre dostu olarak bilinen mineral güneş kremlerinin zararlı morötesi (UV) ışınları önlemede yetersiz kaldığı anlaşıldı.

Araştırmada kimyasal ve mineral bazlı farklı markadan birçok güneş kremleri incelendi. İncelenen mineral güneş kremlerinin hiçbirinin paketlerinde belirttiği korumayı sağlamadığı görüldü.

Kimyasal bazlı kremler bu konuda daha iyi sonuç verse de bazı markalar koruma sağlamada yetersiz kaldı.

Mineral ve kimyasal güneş kremleri arasındaki fark nedir?

Kimyasal güneş kremleri oktosrilen gibi organik bileşenleri kullanarak morötesi (UV) ışınlarını filtreliyor.

Deri tarafınden emilen kremler güneş ışınlarını ya ışıktan aldığı enerjiyi ısıya dönüştürerek, ya da kimyasalın 3 boyutlu şeklini değiştirip kırmak suretiyle absorbe ederek koruma sağlıyor.

Ancak kimyasal morötesi (UV) ışın filtrelerinin çevreye olumsuz etkide bulunduğu biliniyor.

Mineral güneş kremleri bu nedenle çevreye duyarlı tüketiciler için son dönemde popüler hale geldi. Mineral kremlerin bazıları biyolojik olarak parçalanamayan ya da çevreye zararlı maddeler içerse de genel olarak çevre için güvenli olarak kabul ediliyor.

Bazı kimyasal güneş kremlerinin özellikle mercan kayakıları üzerinde zararlı etki yaptığı biliniyor. Önceki çalışmalarda kimyasal güneş ışını filtreleyicisi oxibenzona maruz kalan genç mercanları kendi iskeletine hapsederek büyümesini engellediği anlaşılmıştı.

Mineral güneş kremleri titanyum oksit ya da çinko oksit gibi inorganik mineraller kullanarak güneş ışınları bloke ediyor.

Deri tarafından emilmeyen ve deri yüzeyinde bir çeşit örtüleme yapan bu kremler bu sebeple hassas ciltler için de daha uygun bir seçenek olarak ortaya çıkıyor.

Güneş ışınlarnın birçok farklı türü bulunuyor. UVA ve UVB’ye fazla miktarda maruz kalındığında zararlı etkiileri ortaya çıkıyor. UVB güneç yanığına yol açarken, UVA cilt kanserinin sorumlusu olarak görülüyor.

Hangi güneş kremi markaları sınıfta kaldı?

Which?’in araştırmasına göre 30 koruma faktöre sahip beş mineral güneş kremi geçersiz not aldı. Bu markalar Alba Botanica, Clinique, Green People, Hawaiian Tropic ve Tropic oldu.

Öte yandan araştırmada süpermarketlerde satılan bazı ucuz güneş kremlerinin UVA koruması açısından iyi sonuç verdiği ortaya çıktı.

Bu ürünler arasında Asda, Avon, Lloyds Pharmacy Solero, Morrissons, Piz Buin AllergySuperdrug ve Ultrasun Family yer aldı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Tarantula Bulutsusu’nun Nefes Kesici Görüntüsü Paylaşıldı

Avrupa Uzay Ajansı’ndan (European Space Agency-ESA) gökbilimciler, Samanyolu Galaksisi’nin bitişiğindeki Tarantula Bulutsusu’nun nefes kesici bir görüntüsünü paylaştı.

Dün yayımlanan fotoğrafta, dev gaz ve toz bulutunun en parlak ve aktif yıldız oluşum bölgelerinden biri görülüyor.

30 Doradus adıyla da bilinen bulutsu, Dünya’dan yaklaşık 160 bin ışık yılı uzaklıkta yer alıyor. Bulutsunun merkezinde bilinen en büyük kütleli yıldızlardan bazılarına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan bazıları, Güneş’in kütlesinin 150 katı. Bu durum, gaz bulutlarının kütleçekim yüzünden nasıl çöküp yeni yıldızlar oluşturduğunun detaylıca incelenmesini sağlıyor.

Gaz, toz ve yıldızlardan oluşan filamentleri örümceklere benzemesinden geliyor.

ESA’in paylaştığı fotoğraf, uzmanlara yıldız oluşumunun dinamikleri hakkında yeni bilgiler sundu. Yıldız oluşumunu yönlendiren kütleçekim kuvvetiyle, büyük kütleli genç yıldızların, yeni yıldız doğuşunu engelleyebilecek kadar büyük miktarda saldığı enerji arasındaki etkileşime dair fikir elde edildi.

Fotoğraftaki gaz bulutlarının, devasa genç yıldızlardan gelen enerjiyle parçalanmış büyük gaz bulutlarının kalıntıları olabileceği düşünülüyor.

Araştırma ekibinden Guido De Marchi, “Çok fazla gaz ve tozun bulunduğu yerde yıldızların oluştuğunu görüyoruz. Tarantula Bulutsusu’nda bundan kesinlikle çok fazla var” dedi.

Astrofizikçi De Marchi, Tarantula Bulutsusu’nun yıldızların nasıl oluştuğunu ayrıntılı olarak incelenmesine imkan sağlayacak kadar yakın olduğunu belirtti:

30 Doradus sayesinde yıldızları çoğunun doğduğu 10 milyar yıl önce yıldızların nasıl oluştuğunu inceleyebiliriz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Mars’ta Çöp Bulundu

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından Mars’a gönderilen uzay aracı Perseverance, Kızıl Gezegen’in yüzeyinde insan çöpleri tespit etti. Mars’ın yüzeyinde insan çöpüne ilk kez rastlanmıyor.

Perseverance ekibi, Salı günü Twitter’da paylaştıkları mesajda aracın Mars yüzeyine inişinde aşırı hava değişimlerinden korunması için üzerine sarılan termal battaniyenin parçalarına rastladıklarını açıkladı.

Robotun geçen yıl iniş yaptığı noktanın 2 kilometre uzaklığında bu manzarayla karşılaştıklarını belirten ekip “Bunu burada bulmuş olmak çok şaşırtıcı. Bu parça iniş sırasında mı buraya geldi yoksa rüzgâr mı buraya taşıdı?” ifadelerini kullandı.

Nisan ayında Ingenuity isimli helikopter, hem kendisinin hem de Perseverance’ın inişi için kullanılan teknik malzemeden geride kalan çöpleri görüntülemişti. Uzayda çöp izlerine rastlanması uzay kurumları açısından giderek daha büyük endişe yaratıyor.

Uzay misyonlarından geride kalan bot, kürek, Apollo uzay aracının Ay yüzeyinde bıraktığı araçlar gibi parçalar bakir olan gezegen yapılarının kirlenmesine yol açabiliyor.

Dünya’nın yörüngesi de uydular ve uzay çöpü nedeniyle kalabalıklaşırken Dünya’dan uzaya yapılacak yolculuklar da daha tehlikeli bir hal alıyor.

Ayrıca Dünya’yı çevreleyen bozulmuş uydular, tornavidalar, paraşütler ya da geride kalan diğer artıklar Uluslararası Uzay İstasyonu için de büyük risk yaratıyor.

Buna karşın uzayı kirlilikten korumak için alınan tedbirler çok sınırlı.

Uzayla ilgili mevcut yasalar 1967’de imzalanan Dış Uzay Anlaşması’nın çok ötesine geçebilmiş durumda değil.

San Francisco Üniversitesi’nden astronomi profesörü Aparna Venkatesan, uzayda çevre kirliliğinin önlenmesi için alınacak tedbirlerin uzayı insanlığın ortak mirası olarak tanımlamaktan geçtiğini söylüyor.

Perseverance uzay aracı, Şubat 2021’de yedi aylık yolculuğunu tamamlayıp Mars’a başarılı iniş yapmıştı.

Bir ton ağırlığındaki araç, milyarlarca yıl önce dev bir göl olduğu düşünülen Jezero adlı kratere inmişti.

Araç, Kızıl Gezegen’de geçmiş yaşam izlerini araştırıyor. Üzerindeki ekipman sayesinde mikroskobik görüntü elde edebilen Perseverance’ın elde ettiği veriler Dünya’ya gönderilerek değerlendiriliyor.

Perseverance’tan önceki Mars görevlerinde daha çok gezegenin yaşanabilirliği üzerine araştırmalar yapılmıştı.

2000’li yıllarda gezegende araştırmalar yapan Spirit ve Opportunity ile yakın zaman önce Curiosity, Mars’ın bir zamanlar daha sıcak ve ıslak bir gezegen olduğunu ortaya koymuştu.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

En Hızlı Büyüyen Kara Delik Bulundu

Avustralyalı astronomların liderliğini yaptığı bilim insanlarından oluşan bir ekip, son dokuz milyar yılın en hızlı büyüyen kara deliğini keşfettiklerini açıkladı. Kara deliğin her saniyede Dünya büyüklüğünde bir alanı yuttuğu belirtildi.

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) kara deliği uzayda belirli nicelikteki maddenin kendi içine doğru çöktüğü bir bölge olarak tanımlıyor. Bu bölgede yerçekimi o kadar güçlü ki ışık da dahil hiçbir şeyin kaçması mümkün değil.

Tespit edilen son kara deliğin etrafındaki ışık halesinin Samanyolu Galaksisi’nin ışığından 7000 kat daha parlak olduğu açıklandı. Bu sayede kaliteli ekipmana sahip amatör astronomlar tarafından da görülmesinin mümkün olduğu ifade edildi.

Avustralya Ulusal Üniversitesi öncülüğünde yapılan çalışmada, New South Wales ve Güney Afrika’nın Cape Town kentindeki teleskopların kullanıldığı açıklandı.

Samanyolu’na çok yakın

Çalışmayı yürüten ekibin başındaki Dr. Christopher Onken, “İnsanlar yaklaşık 60 yıldır bu tür keşifler yapmaya çalışıyor, ama bu kara delik büyük ihtimalle Samanyolu’na çok yakın olduğu için fark edilememiş olabilir. Zira Samanyolu’nda o kadar çok yıldız var ki tespit ettiğiniz tüm maddelerin takibini yapabilmek kolay olmuyor” diye konuştu.

Son keşfedilen kara deliğin, Samanyolu’nun merkezindeki Sagittarius A* adı verilen kara deliğe kıyasla 500 kat daha büyük olduğu belirtildi. Dünyadan 26 bin ışık yılı mesafedeki Sagittarius A* Güneş’in neredeyse 4 milyon katı kütleye sahip.

Kara delikler bazı büyük yıldızların patlaması ve ölmesiyle ortaya çıkabiliyor. Bazı kara delikler ise gerçekten devasa boyutlara, Güneş’in milyarlarca kat ağırlığına ulaşabiliyor.

Galaksilerin merkezinde bulunan bu dev canavarların nasıl oluştuğu bilinmiyor. Ancak galaksilerin geleceği ve dönüşümü üzerinde büyük etkileri olacağı kesin. Astronomlar da bu son kara deliğin keşfi sayesinde galaksilerin nasıl oluştuğu konusunda yeni ipuçlarına ulaşabilmeyi umuyor.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın