Bilim İnsanları ‘Düşünebilen’ Malzeme İcat Etti

Bilim insanları “düşünme” yeteneğine sahip bir malzeme tasarladıklarını açıkladılar. Bilim insanları, bunun “bu tür sinyalleri işlemek için ek devreler gerektirmeden aynı anda mekanik stresi algılayabilen, düşünebilen ve harekete geçebilen bir mühendislik malzemesinin ilk örneği” olduğunu söylüyor.

Penn State Üniversitesi ve ABD Hava Kuvvetleri’nden araştırmacılar, mekanik bilgilerin işlenmesinden yararlanmak ve bunu gelişmiş bir malzeme formuna entegre etmek üzerine 1938’e kadar uzanan araştırmalar üzerine kendi buluşlarını inşa etti.

Teknoloji, bilgiyi insan vücudunda beynin oynadığı role benzer şekilde işlemek için tipik olarak silikon yarı iletkenlere bel bağlayan entegre devrelere dayanıyor.

Araştırma ekibi, hesaplama görevlerini yerine getirebilen bu entegre devrelerin çevremizdeki “hemen hemen her malzemenin” kullanılmasıyla elde edilebileceğini keşfetti.

Penn State’te makine mühendisliği doçenti Ryan Harne, “Bu tür sinyalleri işlemek için ek devrelere ihtiyaç duymadan, aynı anda mekanik stresi algılayabilen, düşünebilen ve harekete geçebilen bir mühendislik malzemesinin ilk örneğini yarattık” dedi.

Yumuşak polimer malzeme, daha sonra işlenen dijital bilgi dizilerini alabilen bir beyin gibi davranarak, tepkileri kontrol edebilen yeni dijital bilgi dizileri yaratıyor.

Malzeme, harici uyaranları alabilen ve bunları daha sonra çıkış sinyalleri oluşturmak için işlenebilecek elektriksel bilgilere çevirebilen, yeniden yapılandırılabilir devreler kullanarak çalışıyor.

Ekip, malzemenin kabiliyetlerini karmaşık aritmetik hesaplamaları yapmasını sağlayarak gösterdi ama bu malzeme, otonom arama – kurtarma sistemleri gibi uygulamalarda ışık sinyallerini iletmek üzere radyo frekanslarını tespit etmede de kullanılabilir.

Hatta havadaki patojenleri tanımlayabilen, izole edebilen ve nötralize edebilen biyo – hibrit malzemelerde bile kullanılabilme potansiyeline sahip.

Bilim insanları artık bu malzemeyi, görsel bilgileri de fiziksel sinyalleri “hissettiği” şekilde işleyebileceği şekilde geliştirmeyi umuyor.

Profesör Harne, “Şu anda yarattığımız ‘dokunma’ duygusunu güçlendirmek için bunu bir ‘görme’ aracına çeviriyoruz” dedi.

Amacımız, bir çevrede işaretleri görerek, onları takip ederek ve üzerine bir şeyin basması gibi olumsuz mekanik güçlerin yolundan çekilerek otonom navigasyon yeteneği sergileyecek bir malzeme geliştirmek. Araştırmanın detaylarını sunan çalışma Nature Electronics adlı bilimsel dergide yayımlandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

İnsanoğlunun İlk Akrabası İki Ayak Üzerinde Yürüyordu

Yeni bir araştırmada, ‘insanoğlunun bilinen en yakın akrabasının’ yaklaşık yedi milyon yıl önce hem iki ayak üzerinde durduğu hem de ağaçlara tırmandığı ileri sürüldü. Araştırma, Nature dergisinde dün yayımlandı.

Afrika ülkesi Çad’da 2001 yılında bulunan ve insanoğlunun bilinen en eski türlerinden birine (Sahelanthropus tchadensis) ait kafatası üzerinde yapılan çalışmalar bilinen insanoğlunun ilk temsilcilerinin yaşını bir milyon geriye attı.

“Toumai” adı verilen ve neredeyse eksiksiz olan kafatasının ait olduğu sanılan türün omurganın konumundan dolayı iki ayak üzerinde durduğuna işaret ettiği düşünülmüştü. Fakat bu sav, kemiklerin sayı ve nitelik olarak yetersizliğinden ötürü bilim insanları arasında şiddetli tartışmaları beraberinde getirdi. Bazı bilim insanları ise Toumai’nin yalnızca eski bir maymun türü olduğunu ve insanoğlunun akrabası olmadığını savundu.

Çalışmada bir grup araştırmacı Toumai kafatasının çıkarıldığı yerde bulunan oyluk kemiği ile iki kol kemiği ayrıntılı biçimde inceledi.

Fransız paleontoloji evrim laboratuvarı PALEVOPRI, CNRS araştırma enstitüsü, Poitiers Üniversitesi ve Çad’dan bilim insanlarının katıldığı çalışmanın yazarlarından paleontoloji uzmanı Franck Guy bulguları bir basın toplantısı ile kamuoyuyla paylaştı.

Guy “Kafatası bize Sahelanthropus’un insan soyunun bir parçası olduğunu söylüyor” dedi ve kemikler üzerine yapılan bu yeni araştırmanın onun “hareket ederken, iki ayak üzerinde durmayı tercih ettiğini gösterdiğini” belirtti. Guy Sahelanthropus’un duruma göre davrandığını ve ağaçlarda gezindiğini de sözlerine ekledi.

Kemiklerin Toumai’ye ait olduğu doğrulanamadı

Ancak 2001 yılında binlerce başka fosil ile birlikte bulunan bulunan kol ve bacak kemiklerinin Toumai kafatasına ait olduğu doğrulanamadı.

Yıllarca kemikler üzerinde yapılan test ve ölçümlerin ardından büyük maymun türleri ve diğer insanlara maymunlardan daha yakın olan insansı primatların fosilleriyle yapılan karşılaştırmalarda 23 özellik belirlendi.

Araştırmanın yazarlarından Guillaume Daver bu özelliklerin diğer primatlardan ziyade insansı türlere daha yakın olduğu sonucuna vardıklarını açıkladı. Örneğin, ön kol kemiğinde goril ya da şempanzelerdeki gibi elin arkasına yüklendiğine dair bir kanıta rastlanmadı.

Ormanlık, palmiyelik alan ve tropik savanlardan oluşan alanlarda yaşayan Sahelanthropus için hem yürüyebilmek hem de ağaçlara tırmanabilmek avantaj yaratıyor.

İnsanların şempanzelerden ayrı evrimleşerek ve bugünkü hale dönüşmesinde yürüme kabiliyetinin etkili olduğu iddiası sıklıkla dile getiriliyor. Ancak araştırmacılar Sahelanthropus’u insan yapan özelliğin çevreye adapte olma kabiliyeti olduğunu vurguluyor.

“İki ayak üzerinde yürümenin günümüzde bütün insanoğlu temsilcilerinde görüldüğünü belirten paleontoloji uzmanı Jean-Renaud Boisserie yine de bunun “kesin olarak insanoğlunu tanımlayan sihirli bir özellik olmadığı”  görüşünü ifade ediyor.

İnsanoğlunun soyağacı “çalı gibi”

Fransa Doğa Tarihi Ulusal Müzesi’nde paleontoloji uzmanı olarak çalışan Antoine Balzeau “bu çok önemli çalışmanın Toumai ve bu nedenle ilk insanlar hakkında daha bütüncül bir resim çizdiğine dikkat çekti.

Balzeau çalışmanın insanoğlunun soyağacının insanların kabiliyetlerinin birbiri ardına iyileştiği basit bir resim şeklinde değil, bir “çalı” gibi olduğuna dair teorileri güçlendirdiğinin de altını çizdi.

Ancak başka bilimsel çalışmalar araştırmanın olağanüstü iddialarının olağanüstü kanıtlar gerektirdiğini belirterek eleştiri getirdi. Araştırmacılar Çad’daki güvenlik koşullarının elvermesi halinde önümüzdeki yıl çalışmalarına devam etmek istiyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

24 Tavşan, Tarihin En Büyük Biyolojik İstilasını Gerçekleştirdi

Avustralya’da yapılan bir araştırma, İngiliz sömürgeciliğinin ve insanların doğa üzerindeki etkisinin yeni bir boyutu ortaya koydu. Araştırmaya göre, kıtaya 1859 yılında İngiliz bir yerleşimci tarafından getirilen sadece 24 adet yaban tavşanı, “ülkenin en yıkıcı biyolojik istilalarından birine” yol açtı.

Tarihi kayıtların incelendiği araştırmada, 1859 yılında İngiliz yerleşimci Thomas Austin tarafından kır-taya getirilen 24 yaban tavşanının, bugün Avustralya’da bulunan yaklaşık 200 milyon tavşanın ataları olduğu saptandı. Austin’in, Avustralya’da normalde görülmeyen bu tavşanları Melbourne’da yetiştirdiği, hayvanların sayısının sadece üç yıl içinde binlerle ölçüldüğü belirtildi.

Avustralya’ya özgü olmayan bu tavşanlar ‘istilacı’ bir tür olarak görülürken, çiftçiler de çok hızlı çoğalan bu tavşanların ekinlerine ve topraklarına zarar verdiğini, bu durumun ciddi erozyona ve başka çevre sorunlarına yol açtığını söylüyor.

‘Tarihte bilinen en ikonik ve yıkıcı biyolojik istilalardan biri’

Araştırmada da, “Biyolojik istilalar çevresel ve ekonomik bozulmaların önemli bir sebebi. Avustralya’nın Avrupa tavşanı tarafından sömürgeleştirilmesi de, tarihte bilinen en ikonik ve yıkıcı biyolojik istilalardan biri” denildi.

Oxford Üniversitesi’nde araştırmacı ve söz konusu çalışmanın başyazarlarından biri olan Joel Alves, “Bulgularımıza göre, Avustralya’nın başka yerlerine de çeşitli tavşanlar getirilmiş olsa da, etkileri bugün hâlâ hissedilen bu yıkıcı biyolojik istilayı tetikleyen şey, tek bir grup İngiliz tavşanıydı. Bu olay tek başına Avustralya’da devasa bir felaketi tetikledi; tarihte, dışarıdan getirilen bir memelinin daha hızlı kolonileştiği bir vaka yok” dedi.

200 milyon tavşanın atası

Araştırmaya göre, Avustralya’ya 1788’de giden ilk İngiliz koloni gemilerinde de beş tavşan bulunuyordu. Sonraki 70 yıl boyunca da en az 90 kez kıtaya tavşan götürüldü. Ancak Avustralya’da hakim tür olan tavşanların izi, 1859’da İngiliz yerleşimci Thomas Austin tarafından götürülenlerde bulundu.

Ülkedeki 200 milyon yaban tavşanı ile bu hayvanlar arasında ilişki kurulurken, araştırmacılar, “Tüm zamanların en ikonik biyolojik istilalarından birini ateşleyen şey, küçük bir grup yaban tavşanının genetik kodlarıydı” dedi.

Söz konusu tavşanların yabani olmaları sayesinde Avustralya’nın zorlu koşullarında hayatta kalabildiği belirtilirken, araştırmada “Bu bulgular önemli çünkü biyolojik istilalar küresel biyoçeşitliliğe karşı önemli bir tehdit ve eğer bunları önlemek istiyorsanız, başarılı olmalarını sağlayan şeyi anlamanız gerekir” denildi. “Bu olay, tek bir kişinin veya az sayıda kişinin eylemlerinin, çevre üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açabildiğinin bir hatırlatması” ifadeleri kullanıldı.

(Kaynak: Kısa Dalga)

Paylaşın

Araştırma: Fazla Haber Okumak Hasta Ediyor

Yeni bir araştırmaya göre haber okumaya fazla kaptırmak, hem fiziksel hem de zihinsel açıdan hasta edebilir: Haber bağımlılarının yüzde 61’i fiziksel rahatsızlıklardan mustarip.

ABD’deki Teksas Teknoloji Üniversitesi’nden araştırmacılar, haberleri takıntılı şekilde takip eden yurttaşların sağlık durumunu inceledi.

Hakemli bilimsel dergi Health Communication’da yayımlanan bulgular, bu kişilerin kaygı ve stres de dahil olmak üzere, hem zihinsel hem de fiziksel sağlık sorunlarından mustarip olma riskinin daha yüksek olduğunu gösterdi.
Bulgulara göre, son gelişmeleri sürekli kontrol edenler, “önemli ölçüde daha fazla fiziksel rahatsızlıktan” şikayetçi oldu.

Araştırma ekibi, son gelişmelerden sürekli haberdar olma isteğinin, insanları kısır döngüye sokabileceğini ifade etti.

Ekibe göre bu kişiler pandemi, Rusya-Ukrayna savaşı ve iklim krizi gibi küresel olaylara dair haberler karşısında güçsüz ve sıkıntılı hissedebiliyor.

Araştırmada 1100 ABD’li yetişkinle çeşitli anketler yapıldı. Anket soruları arasında “Haberlere o kadar kaptırıyorum ki dünyayı unutuyorum”, “aklım sık sık haberlerle ilgili düşüncelerle meşgul” gibi ifadeler yer alıyordu. Katılımcılardan bu ifadelerin kendileri için ne kadar doğru olduğunu belirtmeleri istendi.

Daha sonra katılımcılara yorgunluk, ağrı, dikkat eksikliği ve mide-barsak rahatsızlıkları, stres veya kaygı gibi sorunlardan mustarip olup olmadıkları soruldu.

Katılımcıların yaklaşık yüzde 16,5’i (yaklaşık 6 kişiden 1’i) ciddi derecede sorunlu haber tüketimi kategorisine girdi. Bu yetişkinler orta, minimal ve problemsiz haber tüketimi sınıfında yer alanlara kıyasla daha fazla rahatsızlık çekiyordu.

Orta derecede sorunlu kategorisine girenlerse toplam sayının yüzde 27,3’ünü oluşturdu. Bu kişiler de alt kategorilerdekilere göre kıyasla önemli ölçüde daha fazla rahatsızlıktan mustaripti.

Araştırmada ayrıca, haber bağımlılarının yüzde 61’inin fiziksel rahatsızlık deneyimlediği tespit edildi.

Makalenin ortak yazarı Bryan McLaughlin, “Haberlerde görülen bu olaylara tanık olmak, bazı insanların sürekli alarm durumunda kalmasına sebebiyet verebilir” diye konuştu: Gelişmeleri izleme motivasyonunu aşırı hale getirebilir ve dünyayı karanlık ve tehlikeli bir yer gibi gösterebilir.

Araştırma ekibi, “sorunlu haber tüketimi” diye niteledikleri bu davranışı bir tür bağımlılık diye tanımladı.

Bu bağımlılığın belirtileri arasında kişinin haberlerle aşırı meşgul olması, aynı zamanda haberleri okumanın ve izlemenin kaygıyı azalttığını düşünmesi yer alıyor.

McLaughlin’, “bu bireylerin, duygusal sıkıntılarını hafifletmek için günün her saatinde haberlere bakmayı saplantı haline getirdiğini” belirtiyor: Ancak bunun bir faydası olmuyor ve haberleri ne kadar çok kontrol ederlerse, yaşamlarının diğer yönleri de bundan etkilenmeye başlıyor.

Ekip, haber tüketimi ve rahatsızlıklar arasındaki ilişkiyi daha net biçimde belirleyebilmek için ileri araştırmalara ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Uzaydaki Kayıp Gizemli Maddenin Sırrın Çözüldü

Bilim insanları uzayda yok olmuş gibi görünen gizemli ve kayıp maddeyi sonunda tespit etti: Bulgunun gezegenler hakkında bildiklerimizin çoğunda muazzam etkileri olabilir.

Yıldızlar büyürken, etraflarında bol miktarda karbonmonoksit bulunur. Karbonmonoksit, yeni gezegenlerin hayata başladığı ön gezegen disklerinde parlar ve bilim insanlarınca kolayca tespit edilebilir.

Fakat bilim insanları son yıllarda bu karbonmonoksit kütlelerinin büyük bir kısmının eksik olduğunu buldu.

Araştırmacılar bu disklerde ne kadar karbonmonoksit olması gerektiğini hesaplayıp bunu gözlemleriyle karşılaştırdıklarında, hesaplar tutmuyor gibi görünüyordu.

Ama anlaşılan o ki bilim insanları bu gizemi çözdü. Araştırmacılar, kayıp maddenin disklerin içindeki buz oluşumlarında saklandığını söylüyor.

Araştırmayı yöneten NASA Hubble bursiyeri Diana Powell, “Bu, gezegenleri oluşturan disklerdeki çözülmemiş en büyük gizemlerden biri olabilir” dedi.

Gözlemlenen sisteme bağlı olarak, karbonmonoksit seviyeleri olması gerekenden üç ila 100 kat daha az görünüyor; hesaplar muazzam oranda tutmuyor.

Kayıp maddenin gizemi sadece kendi özelinde önemli bir inceleme alanı değil. Karbonmonoksit aynı zamanda bize evrenin diğer kısımları hakkında da bilgi verir. Bu nedenle ölçümünde yaşadığımız herhangi bir sorun, diskleri ve oluşturdukları gezegenlere dair anlayışımızı etkileyebilir.

Dr. Powell, “Karbonmonoksit esasen diskler hakkında bildiğimiz her şeyi (kütle, bileşim ve sıcaklık gibi) tanımlayıp takip etmek için kullanılıyor” dedi.

Bu, disklerden yaptığımız çıkarımların çoğunun hatalı ve belirsiz olduğu anlamına gelebilir çünkü bileşiği yeterince iyi anlamıyoruz.

Dr. Powell kayıp karbonmonoksiti bulma çabasında maddenin bir halden diğerine geçme modellerini kullandı, örneğin katının sıvıya dönüşürken erimesi gibi. Bu tür modeller uzak gezegenleri incelemek için kullanılır fakat buzun parçacıklar üzerinde nasıl oluştuğunu anlamamıza da sağlar.

Bu modeli uyarlayan Dr. Powell, karbonmonoksitin zamanla nasıl değiştiğini anlamaya çalıştı. Daha sonra modeli, üzerinde ayrıntılı olarak çalışılan bazı disklerdeki gerçek karbonmonoksit gözlemleriyle karşılaştırdı ve birbirleriyle uyumlu çıktılar.

İleri araştırmalarda modeli daha fazla denemek için NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu kullanılabilir. Ayrıca model nihayetinde disklerdeki buzu da tespit edebiliyor.

Bulgular, Nature Astronomy akademik dergisinde yayımlanan “Yüzey enerjisinin etkilediği buz oluşumuyla ön gezegen disklerindeki gaz halindeki CO’nun tükenmesi” (Depletion of gaseous CO in protoplanetary disks by surface-energy-regulated ice formation) başlıklı yeni bir makalede açıklandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

NASA Paylaştı: İşte Kara Deliğin Sesi

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), ‘uzayda ses olmadığını zannedenler için’ mayıs ayında kaydettiği ve insan kulağıyla duyulabilecek hale getirdiği kara delik sesini sosyal medya hesabından yeniden paylaştı.

Pazar günü yaptığı paylaşımda NASA mayıs ayında kaydedilen bir kara delik sesini yeniden yayınlayarak şu ifadelere yer verdi:

“Uzayda ses olmadığını zannetmemizin nedeni, çoğu uzayın bir boşluk olması ve ses dalgalarının yayılmasına imkan tanımamasıdır. Bir galaksi kümesinde o kadar çok gaz vardı ki, biz gerçek bir sesi yakalayabildik. Bu kayıtta ses, bir kara deliği duyabilmemiz için amplifiye edilip başka seslerle birlikte yeniden düzenlendi.”

Ses kaydında çıkardığı titreşimlere yer verilen gökada kümesi, Dünya’dan 200 milyon ışıkyılı uzaklıkta yer alan, sıcak gazla dolu ve 11 milyon ışık yılı genişliğindeki Perseus gökada kümesi. Veriler ise NASA’nın Chandra X-ray Gözlemevi’nden mayıs ayındaki Kara Delik Haftası’nda elde edildi.

NASA, ses kaydının yakalandığına dair yaptığı ilk açıklamada, “Gökbilimciler, kara deliğin yaydığı basınç dalgalarının, kümenin sıcak gazında bir notaya çevrilebilecek dalgalanmalara neden olduğunu keşfettiler. Bu aslında insanların orta C’nin 57 oktav altında duyamayacağı bir nota” demişti.

Kara Delik nedir?

Kara delik; astrofizikte, çekim alanı her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, büyük kütleli bir gök cismidir. Kara delik, uzayda belirli nicelikteki maddenin bir noktaya toplanması ile meydana gelen bir nesnedir de denilebilir. Bu tür nesneler ışık yaymadıklarından kara olarak nitelenirler.

Kara deliklerin “tekillik”leri nedeniyle, üç boyutlu olmadıkları, sıfır hacimli oldukları kabul edilir. Kara deliklerin içinde ise zamanın yavaş aktığı veya akmadığı tahmin edilmektedir. Kara delikler Einstein’ın genel görelilik kuramıyla tanımlanmışlardır. Doğrudan gözlemlenememekle birlikte, çeşitli dalga boylarını kullanan dolaylı gözlem teknikleri sayesinde keşfedilmişlerdir. Bu teknikler aynı zamanda çevrelerinde sürüklenen oluşumların da incelenme olanağını sağlamıştır.

Örneğin, bir kara deliğin potansiyel kuyusunun (uzay-zaman kavisi) çok derin olması nedeniyle yakın çevresinde oluşacak yığılma diskinin üzerine düşen maddeler diskin çok yüksek sıcaklıklara erişmesine neden olacak, bu da diskin (ve dolaylı olarak kara deliğin) yayılan x-ışınları sayesinde saptanmasını sağlayacaktır. Günümüzde, kara deliklerin varlığı, ilgili bilimsel topluluğun (astrofizikçiler ve kuramsal fizikçilerden oluşan) hemen hemen tüm bireyleri tarafından onaylanarak kesinlik kazanmış durumdadır.

Paylaşın

Sahipleri Eve Gelen Köpeklerin ‘Mutluluktan Ağladığı’ Keşfedildi

Yeni bir araştırma, sahipleri eve döndüğünde köpeklerin “mutluluk gözyaşları döktüğünü” ortaya koydu. Araştırma ekibi şimdi de köpekler diğer köpek dostlarıyla yeniden bir araya geldiğinde “ağlayıp ağlamadıklarını” araştırıyor.

Independent Türkçe’nin Current Biology bilimsel dergisinden aktardığına göre, çalışma, köpeklerin mutlu oldukları durumlarda gözyaşı döktüğünü ortaya koydu ancak araştırmacılar köpekler olumsuz duygularla karşılaştığında ne olduğunu test etmedi.

Araştırmanın baş yazarı Profesör Takefumi Kikusui’nin aklına bu çalışmayı yürütmek, 6 yıl önce doğuran kanişinin doğumdan hemen sonra gözlerinde yaşlar olduğunu fark edince gelmiş.

“Bu bana oksitosinin gözyaşlarını artırabileceği fikrini verdi” açıklamasını yapan Kikusui, köpeklerin gözlerinin gözyaşı ürettiğini ancak gözyaşlarının insanlarınkiyle aynı şekilde akmadığını da ekledi.

Japonya’daki Azabu Üniversitesi’ndeki araştırmacı, aynı zamanda köpeklerin sahiplerine kavuştuklarında gözlerinde daha fazla yaş olduğunu keşfetti.

Kikusui, bir köpeğin gözündeki gözyaşlarının taban seviyesinin, köpek yeni biriyle tanıştığında değişmediğini, bu nedenle köpeğin tanıdığı birini görmeye tepki olarak “gözyaşlarının” arttığını buldu.

Çalışma sırasında araştırmacılar, köpeklerin gözlerine oksitosin koydu ve bu gözyaşlarında artışa neden oldu. Bu durum, genellikle “aşk hormonu” olarak bilinen oksitosinin, köpek sahibini gördüğünde daha yüksek seviyelerde seyrettiği teorisini destekledi.

Önceki çalışmalar köpekler ve sahipleri oynadığında oksitosin salgılandığını bulmuştu fakat bu, köpeklerde oksitosin ve gözyaşı seviyelerini ilişkilendiren ilk çalışma.

Kikusui, “Hayvanların, sahiplerine kavuşmak gibi sevinç dolu durumlarda gözyaşı döktükleri keşfini hiç duymamıştık ve hepimiz bunun dünyada bir ilk olacağı için heyecanlıydık” dedi.

Köpekler insanların dostu haline geldi ve yakın bağlar kurabiliyoruz. Bu süreçte sahiple etkileşim sırasında gözleri dolan köpeklerin, sahipleri tarafından daha fazla ilgi görmesi de mümkün.

Araştırma ekibi şimdi de köpekler diğer köpek dostlarıyla yeniden bir araya geldiğinde “ağlayıp ağlamadıklarını” araştırıyor.

Paylaşın

NASA, Jüpiter’in Büyüleyici Görüntüsünü Paylaştı

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter’in daha önce görülmemiş detaylarını içeren yeni bir görüntüsünü yayınladı. NASA, James Webb Uzay Teleskobu’nun Jüpiter’in daha önce hiç olmadığı şekilde auroralarını gösteren görüntüler çektiğini aktardı. 

İnsanlığın şu ana kadar geliştirdiği en büyük ve güçlü uzay teleskobu olan James Webb Uzay Teleskobu, uzayın derinliklerinden çektiği fotoğraflarla Dünya’ya benzersiz görüntüler sunmaya ve evrenin yapısına ilişkin bilgiler aktarmaya devam ediyor.

NASA’dan yapılan açıklamada, James Webb Uzay Teleskobu’nun Jüpiter’in daha önce hiç olmadığı şekilde auroralarını gösteren görüntülerini çektiği aktarıldı. 27 Temmuz 2022’de kaydedilen görüntüde, gaz devinin Dünya gezegenini yutacak büyüklükte olan büyük kırmızı lekesi ve gezegenin auroları görülüyor.

Büyük bir gaz devi olan Jüpiter’in auroraları, gezegenin kuzey ve güney kutuplarının ötesine uzanıyor. Gökyüzünde dönen ışık desenleri olan auroralar güneşten gelen yüklü parçacıkların bir gezegenin atmosferi ile manyetik alanının etkileşime girdiğinde oluşuyor.

Jüpiter’in görüntülerini değerlendiren California Üniversitesi’nden astronom Imke de Pater, “Dürüst olmak gerekirse, gerçekten bu kadar iyi olmasını beklemiyorduk” dedi.

James Webb Uzay Teleskobu

Kızılötesi astronomiye yönelik bir uzay teleskobu olan James Webb, şu ana kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskoptur. Hubble Uzay Teleskobu’nun kısmen ardılı olacak şekilde planlanan James Webb, NASA öncülüğünde ve ESA ile CSA’nın desteğiyle geliştirilmiştir. Aralık 2021’de fırlatılmış ve Ocak 2022’de yörüngesine girmiştir.

Adını 2002’de NASA’nın Apollo programından sorumlu müdürü olan James E. Webb’ten alan JWST, 6,5 metre genişliğinde altın kaplama bir aynayla donatılan kızılaltı bir teleskoptur. Bu ayna, 13.5 milyar ışık yılı uzağı, yani evrenin ilk yıldızlarının oluştuğu zamanı görmesini olanaklı kılmaktadır.

JWST, NASA’nın başkanlığında 15 farklı devletin, Avrupa Uzay Ajansı ve Kanada Uzay Ajansı’nın ortak yürüttüğü bir projedir. Kızılötesi ışığı gözlemlemek için ayarlanmış olan 6,5 metrelik bu teleskop, Dünya’dan neredeyse 1,5 milyon kilometre uzaklıkta yörüngeye yerleştirilmiştir. Bu uzaklık, Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın dört katı kadardır.

Paylaşın

Beynin Elektrikle Uyarılması Hafızayı Güçlendiriyor

Yeni bir araştırmaya göre, beynin dört gün boyunca günde 20 dakika süreyle zayıf elektrik akımı ile uyarılması, yaşlanmayla birlikte gelen hafızadaki çalışma ve uzun süreli düşüşü tersine çeviriyor.

Diğer bir elektrikli beyin stimülasyonu, hafızayı geliştiriyor.

Nature Neuroscience dergisinde yayınlanan araştırma, beyne normal sinirsel aktiviteyi taklit eden zayıf elektrik akımı verilmesinin ileri yaşlı, sağlıklı yetişkinlerde kısa vadede hafızayı güçlendirebileceğini ortaya koyuyor.

Araştırma kapsamında ileri yaşlı 150 kişiye, dört gün boyunca peş peşe boneye benzer şapka bir giydirildi ve beyinlerinin bazı bölümlerinin düşük dozda elektrik darbeleriyle uyarılması sağlandı.

Deneklere, yapılan 20 dakikalık seanslar (nöromodülasyon) sırasında, her biri 20 kelimeden oluşan beşer liste verildi ve bunları hatırlamaları istendi.

Bazılarında titreşimler, beynin kısa süreli hafızayla ilgili olduğu bilinen ve yeni öğrenilen bir telefon numarasının depolandığı bir bölgeye yönlendirildi.

Bu kişiler, yakın zamanda kendilerine söylenen kelimelerden kaç tanesini hatırladıklarını görmek için test edildi.

Diğerlerinde ise titreşim daha ileriye, anıların daha uzun süreli depolandığı bilinen bölgeye yönlendirildi.

Onlar açısından da test, bilmeseler de, eski kelimelerden kaçını hatırladıklarını görmekti.

Tedaviden sonra, katılımcıların neredeyse tamamı hafıza testlerinden ve daha önce yapılan kontrollerden daha iyi performans sergiledi.

Başlangıçta daha kötü puan alan denekler ise seansların sonunda en fazla iyileşmeyi gösteren kişiler oldu.

Etki bir ay sonra da görüldü

Boston Üniversitesi öncülüğünde yürütülen araştırmaya göre, beyni zayıf akımlı elektrik darbeleriyle uyarmanın hafızaya faydaları, testlerin bitmesinden bir ay sonra da devam etti.

Bulgular ve araştırma sonuçları her ne kadar henüz başlangıç aşamada olsa da, söz konusu teknolojinin uzun vadeli etkilerinin oldukça büyük olduğu belirtiliyor.

Araştırmacı psikolog Robert Reinhart, “Beynin hassas bölgelerine birbirinden farklı frekanslarda alternatif akım uygulayarak hafızayı kısa ya da uzun süreli olarak ayrı ayrı geliştirebildik.” ifadesini kullandı.

Bilim çevrelerine göre bulgular, transkraniyal alternatif akım stimülasyonu ya da tACS olarak adlandırılan ve yaşlandıkça bozulma eğilimi gösteren zihinsel işlevlerin artırılması için potansiyel bir araç olarak en güçlü destek yöntemlerinden bazılarını sağlıyor.

Ancak tACS’nin potansiyel bir terapi haline gelebilmesi için hala birçok engelin bulunduğu belirtiliyor.

Analistlere göre güvenli olduğunu kanıtlamak, etkilerin ne kadar kalıcı olduğunu anlamak ve deneyde kullanılan yapay kelime hatırlama görevinin gerçek dünyada faydaya dönüşüp dönüşmediğini görmek için uzun süreli çalışmalar gerekecek.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Mars’ta Yetiştirilmesi Gereken İlk Bitki Belirlendi

Bilim insanları, uzun zamandır Mars’ta mahsul yetiştirmenin uygun yollarını arıyor. ABD’deki Iowa State Üniversitesi’nden araştırmacılar, Mars’ta yetiştirilmesi gereken ilk bitkinin yonca olduğunu belirledi. 

Hakemli bilimsel dergi PLOS One’da 17 Ağustos’ta yayımlanan bulgulara göre yonca, Kızıl Gezegen’de yetiştirilecek diğer bitkiler için gübre görevi görebilir.

Çok uzak olduğu için Mars’ta insanları beslemek çok büyük bir zorluk teşkil ediyor. Gezegenin toprağı da ve suyu da ekinler için uygun değil. Bilim insanları bu yüzden uzun zamandır Mars’ta mahsul yetiştirmenin uygun yollarını arıyor.

Iowa State Üniverwsiesi’nde mikrobiyoloji okuyan Pooja Kasiviswanathan’ın yönettiği bir araştırma ekibiyse yoncanın Mars koşullarına uygun olduğunu belirledi.

Mars toprağına mümkün olan en benzer örneği hazırlayan ekip, yoncanın bu besin açısından fakir gezegende iyi yetişeceğini belirledi.

Ayrıca yoncadan gübre olarak yararlanılınca az bakım gerektiren, hızlı büyüyen ve fazla suya ihtiyaç duymayan şalgam, turp ve marul hazırlanan Mars toprağında başarılı bir şekilde yetiştirildi.

Araştırma ekibi, tatlı su ihtiyacının Mars’taki tuzlu suyun Synechococcus sp. PCC 7002 adlı deniz bakterisiyle arıtılarak karşılanabileceğini düşünüyor.

Öte yandan Kızıl Gezegen’deki toprak, araştırmacıların hazırladığı örnekten farklı olabilir. Yine uzmanlar, çalışmanın bilim insanlarına ve astronotlara umut verici seçenekler sunduğunu belirtti.

Araştırma ekibinde yer alan biyojeokimyager Elizabeth Swanner, “Hazırladığımız Mars toprağında hiçbir besin maddesi değişikliği yapmadan yonca yetiştirebilmemize çok şaşırdım” dedi.

Mikrobiyoloji öğrencisi Kasiviswanathan ise “Bulgularımızın, ileride NASA’nın Mars misyonuna yönelik araştırmalarını desteklemesini umuyorum” diye konuştu.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın