İklim Değişikliği Bulaşıcı Hastalıkları Körüklüyor

Bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkıp yayılmasının en önemli nedenlerinden biri de insan kaynaklı iklim değişikliği. Bu sonuç, “Nature” adlı bilim dergisinde yayınlanan Hawaii Üniversitesi’nin bir çalışmasında tespit edildi.

Hawaii Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Profesörü ve araştırmanın baş yazarı Camillo Mora, araştırmanın sonucunu “Sera gazı emisyonlarının sağlık için bu kadar büyük bir tehdit olduğunu görmek gerçekten ürkütücü” şeklinde özetledi.

Araştırmacılar 800’ün üzerinde bilimsel araştırmayı inceleyerek bulaşıcı hastalıkların yüzde 58’inin iklim değişikliği nedeniyle daha da vahim hale geldiğini tespit etti. Üç binden fazla bireysel vakada bu yönde bir bağlantı kanıtlandı. Araştırmaya göre, incelenen 375 hastalıktan 160’ı sıcaklık, 121’i sel, 71’i fırtına, 81’i kuraklık ve 43’ü de ısınan denizler nedeniyle daha olumsuz bir seyretti.

Kuraklık ve fırtınalar nedeniyle su kirliliği

İklim değişikliği ve hastalıklar arasındaki bağlantılar oldukça farklı etkenler içeriyor. Örneğin kuraklıkların tetiklediği su ve gıda kıtlığı, vahşi hayvanların yerleşim alanlarına yaklaşmasına neden olabiliyor. Bu durum, insanların, hayvanlar veya parazitler tarafından bulaştırılan bir hastalığa yakalanma riskini artırıyor.

Kuraklık aynı zamanda insanların kirli su içmek zorunda kalabileceği anlamına da geliyor. Bu durum ishalli hastalıklara veya koleraya yol açabiliyor.

Fırtınalar, şiddetli yağmurlar ve seller yollara, elektrik hatlarına veya kanalizasyon sistemlerine zarar vermenin yanı sıra temiz içme suyu tedarikini de aksatabiliyor. Bu tür durumların hepatit A ve E, rotavirüs ve tifo salgınlarına neden olduğu biliniyor.

Bir başka nokta da bağışıklık sisteminin, örneğin kuraklık veya sıcak hava dalgalarının yol açtığı yetersiz beslenme nedeniyle zayıflaması ve hastalıklara karşı daha duyarlı hale gelmesi. Aynı şekilde yine aşırı hava koşullarının neden olduğu stres de hayvanların yanı sıra insanların bağışıklık sistemini zayıflatabiliyor.

Bilim insanları, toplamda iklim değişikliğinin hastalıkların ortaya çıkmasını teşvik edebileceği 1000’den fazla farklı yol tespit etti.

Egzotik hastalık taşıyıcıları Avrupa’da

Yüksek sıcaklıklar sadece patojenlerin yayılmasını veya enfeksiyon riskini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda “vektörler” olarak adlandırılan taşıyıcıların yayılmasını da kolaylaştırıyor. Bunlar, örneğin sıcak bölgelerde kolay üreyen sivrisinekler veya keneler olabiliyor. Küresel ısınma nedeniyle artık daha önce görülmedikleri bölgelerde de yaşayabiliyorlar.

Çalışmada, iklim değişikliği nedeniyle artış gösteren 100’den fazla vektör kaynaklı hastalık tespit edildi.

Hamburg’daki Bernhard Nocht Tropikal Tıp Enstitüsü’nden (BNITM) Dr. Renke Lühken DW’ye yaptığı açıklamada, “Almanya’da ve Avrupa’da iklim değişikliğiyle bağlantılı hastalık vakalarının patojenler üzerindeki etkisini daha şimdiden gözlemliyoruz” diyor.

Lühken, uzmanların özellikle Asya kaplan sivrisineğinin yayılmasından endişe duyduklarını söylüyor ve ekliyor: “Bu virüs şu anda Avrupa’nın büyük bir bölümünde görülüyor ve özellikle Akdeniz bölgesindeki chikungunya virüsü ve dang humması salgınlarını tetikliyor.”

Zika virüsü ve dang humması yüksek ateş, deri döküntüsü, şiddetli baş ağrısı, kemik ve uzuv ağrılarına neden oluyor. ABD’deki Georgia Üniversitesi’nden araştırmacılar 2020 yılında yaptıkları bir bilimsel çalışmada, 2050 yılına kadar 1,3 milyardan fazla insanın, zika virüsünün yayılabileceği bölgelerde yaşayacağı uyarısında bulunmuştu. Ayrıca 700 milyondan fazla kişi, çeşitli bulaşıcı hastalıkların daha kolay yayılmasını mümkün kılan aşırı sıcak bölgelerde yaşayacak.

BNITM’den Dr. Lühken, “Bu endişe verici bir durum. Zira söz konusu patojenlerden sadece birkaçı için onaylanmış aşılar mevcut” diyor.

Sera gazı emisyonları azaltılmalı

Tüm bulaşıcı hastalıkların yüzde 17’si vektörler tarafından bulaştırılıyor. Her yıl yaklaşık 700 milyon insan sivrisinek kaynaklı bir hastalığa yakalanıyor ve bir milyondan fazlası hayatını kaybediyor.

Nature dergisinde yayınlanan bilimsel çalışmanın araştırmacılarına göre, iklim değişikliği nedeniyle artan hastalık yayılımını önlemek ya da buna uyum sağlamak zor, hatta neredeyse imkânsız. Zira patojenler ve bulaşma yolları oldukça fazla. Bu nedenle sera gazı emisyonlarını azaltmak için daha “agresif eylemler” gerekiyor.

(Kaynak: Deutsche Welle)

Paylaşın

En Parlak Yıldızların Gezegenleri Parçaladığı Bulundu

Yeni yapılan bir araştırmaya göre gece gökyüzündeki en parlak yıldızlar gezegenleri parçalıyor. Bu, HD 56414 b adlı yeni ve son derece olağandışı bir gezegen keşfeden araştırmacıların iddiası.

Gezegen sıcak ve kısa ömürlü A tipi bir yıldızın etrafında dönüyor. Bilim insanları genellikle bu tür parlak yıldızların etrafında Jüpiter’den daha küçük gaz devleri bulmaz.

Son birkaç on yılda gökbilimciler galaksimizde çeşitli yıldızların etrafında binlerce ötegezegen buldu. Neredeyse hepsi (yüzde 99’dan fazlası), küçük kırmızı cücelerden ortalama büyüklükteki Güneş’imizden biraz daha büyük kütleli olanlara, küçük yıldızların etrafında dönüyor.

Fakat daha büyük kütleli yıldızlar yapayalnız olma eğiliminde. A tipi yıldızlar gibi gece gökyüzümüzdeki en parlak yıldızlardan bazılarını temsil eden nesnelerin etrafında az sayıda ötegezegen bulunur. Bulunan ötegezegenlerin çoğu nispeten kocamandır; Jüpiter büyüklüğünde, hatta daha da büyüktür.

Kısmen bulunması zor olduğundan, yeni gezegen durumun sebebine dair ipucu verebilir. Çoğu ötegezegen, yıldızlarının önünden geçerken meydana gelen ışık düşüşlerini izleyerek keşfedilir. Bu da en yaygın bulunanların kısa ve hızlı yörüngelere sahip olduğu anlamına gelir.

Fakat yeni gezegenin nispeten uzun bir yörünge süresi var. Bunun nedeni, daha kolay bulunanların kendi A tipi yıldızlarına daha yakın olması ve bunu yaparken de gazlarının güneşleri tarafından parçalanarak arkalarında tespit edilmesi imkansız bir çekirdek bırakması olabilir.

Bilim insanları bunu daha önce daha kırmızı yıldızlar için öne sürmüştü. Fakat bunun daha sıcak yıldızlara yayılıp yayılmadığını bilmek zordu çünkü çok azının gezegeni vardı.

UC Berkeley yüksek lisans öğrencisi Steven Giacalone, “Gerçekten devasa yıldızların etrafında bildiğimiz en küçük gezegenlerden biri bu” dedi.

Aslında bu, Jüpiter’den daha küçük bir gezegene sahip olan bildiğimiz en sıcak yıldız. Söz konusu gezegenin başlıca ilginçlik sebebi, bu tür gezegenleri bulmanın gerçekten zor olması ve muhtemelen yakın gelecekte onlar gibi çok fazla gezegen bulamayacağız.

Bulguları açıklayan makale The Astrophysical Journal akademik dergisinde yayımlanmak üzere kabul edildi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Yoğun Zihinsel Faaliyetler Neden Yorgunluğu Tetikliyor?

Yoğun çalışmayla geçen bir haftanın ardından keyifli zaman geçirip, sosyalleşmek için bile haliniz kalmıyorsa,  ne giyeceğinizi, cüzdanınızı nereye koyduğunuzu, anahtarları alıp almadığınızı düşünmekten bitap düşüyosanız ve bütün planlarınızdan vazgeçip sadece koltuğa serilmek size daha cazip geliyorsa, bunun sebebi zihinsel faaliyetlerin yoğunluğuna bağlı olabilir.

Euronews Türkçe’de yer alan habere göre, bilim insanları sürekli yoğun zihinsel faaliyette bulunmanın, tıpkı yoğun fiziksel faaliyet gibi yorabildiğini ve beyinde zehirli sinir taşıyıcıların birikimine neden olabildiğini ortaya koydu.

Paris’teki Beyin ve Omurilik Enstitüsü tarafından yapılan bir çalışmaya göre, sıkı çalışmak ve gün boyunca vazgeçme hissine rağmen çalışmaya devam etmek beyni aşırı yorabiliyor. Tıpkı fiziksel egzersiz sonucu kaslarda laktik asit birikimi ile oluşan ağrı ve yorgunluk hissi gibi, beyin de benzer bir durumla acı çekebiliyor.

Beyin zehirli birikimi önlemek için yavaşlıyor

Current Biology dergisinde yayımlanan çalışmada sürekli zihinsel faaliyetlerin, beynin ön korteksinde potansiyel olarak zehirli sinir taşıyıcıların birikimine neden olabildiği anlaşıldı.

Ön korteks karar verme ve bilişsel (kognitif) kontrolü yöneten bölge olarak görev yapıyor. Bu faaliyetler beynin bir dürtüyü bastırma ya da cazip gelen bir şeye karşı direnme halinde devreye giriyor. Araştırmacılara göre beyin bu birikimi yönetebilmek için yavaşlamaya başlıyor. Bu da kendimizi neden yorgun hissettiğimizi açıklıyor.

“Kaşınmak bile beynin bilişsel (kognitif) kontrolü gayrete geçirmesini gerektiriyor” diyen araştırmacılar bilişsel kontrol işlevi üzerinde tekrar eden taleplerin yorgunluğa sebep olduğunu belirtiyor.

Araştırmada zor görevler daha fazla glutumat birikimine neden oldu

40 katılımcının beyin kimyasının incelendiği araştırmada katılımcılardan bilgisayarda tekrar eden görevleri yerine getirmesi istendi. İki gruba ayrılan katılımcılardan biri zor, diğer daha kolay görevleri altı saat boyunca yapması istendi.

Görevlerde beynin sürekli olarak daha az zahmetli işlere karşı direnmesini gerektiren düşünme faaliyetlerine yer verildi. Bu sırada ön korteksteki sinir taşıyıcı sayısını ölçen bilim insanları, daha zorlu görevler verilen katılımcılarda  daha fazla glutamat birikimi olduğunu tespit etti.

Bilim insanları bilişsel kontrolün daha fazla glutamat birikimine neden olduğu ve sinir hücrelerini fazla heyecanlandırdığı için zararlı düzeye erişebildiği sonucuna ulaştı. Araştırmacılar, beynin buna karşı bir temizleme mekanizması olarak faaliyetlerini yavaşlattığını düşünüyor.

Öte yandan yorgunluk hissinin hem zorlu hem de kolay görev üstlenen gruplarda da aşağı yukarı aynı olduğunu belirten araştırmacılar, bunu yorgunluk ve zorluk hissinin öznel algılanmasına ve diğer kişilere verilen görevlerin daha zor ya da kolay olduğunu bilmemelerine bağlıyor.

Çalışmanın yalnızca bir sinir taşıyıcısı ile sınırlı olduğuna dikkat çeken uzmanlar, bu çalışmanın daha kapsamlı başka çalışmalara öncü olabileceğini dile getiriyor.

Paylaşın

Yüksek Sıcaklıklar Kertenkelelerin ‘Yaşlı’ Doğmasına Yol Açıyor

Yüksek sıcaklıklar bazı hayvan popülasyonlarında kaosa neden oluyor… İklim krizi nedeniyle bazı kertenkelelerin halihazırda yaşlı doğduğu, bir araştırmada ortaya kondu.

Independent Türkçe’de yer alan habere göre, bilim insanları, Fransa’nın hızla ısınan güneyindeki sürüngenlerin halihazırda zarar görmüş ve yaşlanmış DNA’larla doğduklarını, bu durumun hayatta kalma şanslarını etkileyebileceğini söylüyor.

Yüksek sıcaklıklar yangınların ormanlık alanları tahrip etmesine ve kıyı şeritlerinin aşırı ısınmasına neden olarak farklı hayvanlar için yerinden olma ve hatta ölüm gibi tahrip edici zincirleme etkilere yol açıyor.

Fakat doğuran, diğer adıyla bayağı kertenkele, tür sayısını ciddi şekilde azaltabilecek farklı bir sorunla karşı karşıya.

Fransa’daki araştırma enstitüsü Ifremer’den biyolog Andreaz Dupoue, ekibiyle birlikte ülkenin Massif Central dağlarında çalışarak kertenkelelerin genetik materyalini 10 yıl boyunca listeledi.

Kertenkelelerin kromozomlarının uçlarında bulunan ve DNA’nın geri kalanının yıpranmasını önleyen telomer adlı kapakları ölçtüler. Bu kapaklar kertenkele yaşlandıkça bozulmaya başlar ve nihayetinde uygun koruma sağlayamayacak hale gelir.

Artan sıcaklıklar telomerlerin erken zayıflamasına neden olabilir, dolayısıyla artık DNA’yı koruyamazlar.

İncelenen 10 kertenkele popülasyonundan biri, çalışma sürerken yok oldu.

Washington Post’a konuşan Dupoue, “Aslında epey üzücüydü” dedi ve ekledi:

“Bu gerçekten de çok hızlı gelişen bir şey.

Bir kez bu olaylar döngüsüne girdiğinizde, geri dönmek hayli zordur. Bu bir kısır döngü haline gelebilir.”

Fransa yılın üçüncü sıcak hava dalgasıyla boğuşurken ülkede sıcaklıklar 40 santigrat dereceye dayandı.

Çarşamba günü Toulouse kenti yakınlarında termometrelerin 40 santigrat dereceyi göstermesi beklenirken, Fransa’nın orta ve güney kesimlerinde 38 santigrat derecelik yüksek sıcaklıkların görüleceği tahmin ediliyordu. Toplamda yaklaşık 27 bölge için sıcaklar nedeniyle “turuncu” hava durumu uyarısı yapıldı.

Paris’teki yetkililer bölge sakinlerini “son derece dikkatli” olmaları ve mümkün olduğunca güneşte kalmamaları konusunda uyardı.

Paylaşın

Bilim İnsanları, Yıldız Tozunun Kaynağını Bulduklarına İnanıyor

Bilim insanları Güneş Sistemi’mizdeki yıldız tozunun nereden geldiğini bildiklerine inanıyor. Yıldız tozu genellikle yıldızlardan gelen gazların soğumasından kaynaklanan, rüzgar veya şiddetli bir süpernova yoluyla uzaya püskürtülen toz parçacıkları olarak düşünülür.

Bu süreçte, uçucu olmayan elementlerin büyük bir kısmı yoğunlaşarak yıldız tozuna dönüşür fakat birçoğu tekrar yok olacaktır. Hayatta kalan parçacıklar yaklaşık 4.6 milyar yıl önce Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin bünyesine katıldı.

Bilim insanları, yıllarca Güneş Sistemi’mizdeki yıldız tozunun sadece nispeten az bir kısmının süpernovalardan ve onları doğuran süper dev yıldızlardan geldiğini varsaydı. Fakat yeni araştırmalar, Güneş Sistemi’ndeki yıldız tozunun yüzde 25’inden fazlasının süpernovalardan geldiğini gösteriyor.

Araştırmacılar, “güneş öncesi parçacıklara” veya Güneş Sistemi’mizden önce var olan ve halen bulunabilen yıldız tozuna bakarak bunu keşfetti. Günel öncesi parçacıklar göktaşlarında ya da uzaydan Dünya’ya düşen diğer maddelerde bulunabilir ve sıradışı kimyasal yapılarıyla tanınırlar.

Bilim insanları, güneş öncesi parçacıkları inceleyerek Güneş Sistemi’mize tozlarını bırakan yıldız türlerini belirleyebiliyor. Bu da kimyasal elementlerin nereden geldiğini ve gezegenimizin çevresinin sıfırdan nasıl oluştuğunu daha iyi anlamamızı sağlıyor.

MPI Kimya’da Parçacık Kimyası Bölümü’nde grup lideri ve Nature Astronomy’de yayımlanan makalenin baş yazarı Peter Hoppe, “Yıldız tozunun çok daha büyük bir kısmının süpernova patlamalarından geldiğinin bilinmesi, araştırmacılara yıldızlararası ortamda toz evriminin bilgisayar modellerini oluşturmak için önemli yeni parametreler sağlıyor” dedi.

Bu durum, süpernova şok dalgaları içlerinden geçerken, özellikle yeni ortaya çıkan süpernova tozunun ve eski yıldızlararası tozun hayatta kalmasını tanımlarken geçerli.

Toz, yıldızlararası moleküler bulutlardaki kimyasal reaksiyonların katalizörü olabileceğinden ve yeni gezegenlerin yapıtaşları olduğundan, yıldız tozunun zamanla uzaya nasıl karıştığını keşfetmek, güneş sistemlerinin nasıl geliştiğine dair yeni bir bakış açısı sağlayabilir.

Yıldız tozu

Yıldızların yaşam döngüleri vardır. Uzayda toz ve gaz parçaları yoğunlaşıp birbirinin üzerine çöküp ısındığında doğarlar. Oluşan yıldızlar milyonlarca ile milyarlarca yıl boyunca yanarlar ve sonra ölürler.

Öldüklerinde rüzgârlarında oluşan parçacıkları uzaya fırlatırlar ve bu yıldız tozu parçalarından yeni gezegenler ve uyduları, göktaşları ile birlikte yeni yıldızlar oluşur.

Bir yıldızdan kopup uzaya saçılarak soğuyan parçalara yıldız tozu adı verilir. Bu yıldız tozları bir meteor içinde sıkışıp milyarlarca yıl boyunca orada kalabilir. Bunlar Güneş Sisteminden önceki zamanda neler olup bittiği hakkında ipuçları taşırlar.

Ancak bu tür antik tanecikleri bulmak zordur. Oldukça ender bulunurlar. Bu taneciklere Dünya’ya düşen meteorların sadece yüzde beşinde rastlanır.

Paylaşın

Fareden İnsana Geçen Yeni Bir Ölümcül Virüs Keşfedildi

Tayvan Hastalık Kontrol Merkezi, “Langya” olarak bilinen Langya Henipavirüsünün şimdiden 35 kişiye bulaştığını açıkladı. Langya, Hendra virüsü ve Nipah virüsü olmak üzere daha önce tanımlanmış iki virüse sahip Henipavirüs ailesinden.

Çin, insanlara sivri farelerden bulaştığına inanılan, öldürme potansiyeline sahip yeni bir virüs keşfetti.

The Taipei Times’ta yayımlanan habere göre Tayvan Hastalık Kontrol Merkezi, “Langya” adıyla bilinen Langya Henipavirüsü’nün halihazırda 35 kişiye bulaştığını fakat kimsenin ölmediğini veya ciddi bir hastalıktan mustarip olmadığını söylüyor.

Gazete ayrıca virüsün şimdiye kadar Çin’in Şantung ve Henan eyaletlerinde saptandığını ve insandan insana bulaştığının henüz bildirilmediğini kaydetti.

Hastaların 26’sının ateş, yorgunluk, öksürük, baş ağrısı ve kusma gibi grip benzeri semptomlar geçirdiği bildirildi.

Langya, Hendra virüsü ve Nipah virüsü olmak üzere daha önce tanımlanmış iki virüse sahip Henipavirüs ailesinden. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre aşısı yok ve ağır vakalarda ölüm oranı yüzde 75’e kadar çıkabiliyor.

Yeni Henipavirüs’ün gelişimine, geçen hafta New England Journal of Medicine akademik dergisinde yayımlanan “Çin’deki Ateşli Hastalarda Zoonotik Henipavirüs” (A Zoonotic Henipavirus in Febrile Patients in China) başlıklı bir çalışmada da değinildi.

Araştırmada, “Hastalar arasında yakın temas veya ortak maruz kalma geçmişi yoktu, bu da insan nüfusundaki enfeksiyonun düzensiz olabileceğini gösteriyor” dendi.

Çalışma, test edilen 25 yabani küçük hayvan türünden virüsün ağırlıklı olarak sivri farelerde (yüzde 27) bulunduğunu ortaya koydu ve bunun “sivri farenin LayV’nin doğal bir kaynağı olabileceğine işaret eden bir bulgu” olduğunu belirtti.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

İkim Krizi, Virüslerde “Pandora’nın Kutusunun Açılmasına” Neden Olabilir

İklim krizinin oluşturduğu tehlikeler ile hastalıklar arasındaki ilişkiyi inceleyen yeni bir araştırmaya göre iklim krizi, dünyada patojenik hastalıkların yarısından fazlasını şiddetlendiriyor.

Toplam 10 iklimsel tehlikeyi konu alan araştırmada bu tehlikelerin incelenen 375 hastalıktan 218’ini, yani yüzde 58’ini şiddetlendirdiği tespit edildi.

Araştırmacılar, incelenen hastalıkların yüzde 16’sında ise bazı iklimsel durumların hafiflemeye yol açabileceğini düşünüyor.

Örneğin Covid-19 yayılımının havanın ısınmasıyla azaldığı söylense de yağış ve sel gibi iklim değişikliğinden kaynaklanabilen diğer tehlikelerle tekrar yoğunlaşabileceği ifade ediliyor.

Uzmanlar, iklimsel tehlikelerin patojenik hastalıkları binden fazla farklı yolla etkilediğini söylüyor.

Nature Climate Change adlı bilim dergisinde yayımlanan araştırmanın raporunda iklim krizinden etkilenen patojenik hastalıklar arasında zika, sıtma, dang humması, kolera ve Covid-19 gibi hastalıklar bulunuyor.

ABD’ye bağlı Hawaii adalarının başkenti Honolulu’da bulunan Hawaii Üniversitesi ve Wisconsin eyaletindeki Wisconsin Üniversitesi uzmanları tarafından yapılan çalışmada iklim krizinin oluşturduğu sıcak hava dalgaları, orman yangınları, aşırı yağışlar ve sellerin hastalıkların bulaşıcılığını artırdığı öne sürülüyor.

Raporda küresel ısınma ve yağış modellerindeki değişimlerin hastalık taşıyan sivri sinek, kene ve pire gibi canlıların sayısında artışa yol açtığı belirtiliyor.

Fırtına ve sellerden dolayı ise çok sayıda insanın yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kaldığı ve bu insanların mecburen patojenlerin yoğun olduğu bölgelere yerleştiği söyleniyor.

Uzmanlar diğer taraftan da iklim krizinin insanların hastalıklarla mücadelesini zorlaştırdığını ifade ediyor. Örneğin kuraklığın hijyen standartlarında düşüşe neden olduğu ve bu yüzden dizanteri, tifo ve ishal gibi çeşitli hastalıkların meydana geldiği belirtiliyor.

Hawaii Üniversitesi’nde coğrafya alanında araştırmacı olan Camilo Mora, insanlığın “hastalıklarda Pandora’nın kutusunu” açtığını ve henüz gün yüzüne çıkmamış hastalıkların iklim krizinin etkileriyle her an harekete geçebileceğini söylüyor.

Mora, birkaç yıl önce Kolombiya’da mevsim normallerinin dışında yağış yaşanmasının ardından kendisinin de chikungunya virüsüne yakalandığını ve kronik ağrı yaşadığını paylaşıyor.

Araştırmacılar, dün yayımlanan araştırmayı bundan 700 yıldan öncesine dayanan delillerin yer aldığı 70 binden fazla akademik çalışmayı tarayarak gerçekleştirdi.

Dünya Sağlık Örgütü de uyarıyor

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 2021 yılında yaptığı bir çalışmada iklim krizinin sağlık alanında ve yoksulluğun azaltılması için son 50 yıldır yapılan tüm çalışmaların hiçe sayılmasına neden olacağı konusunda uyardı.

WHO, 2030’dan 2050 yılına kadar sıtma ve ishalin yanı sıra yetersiz beslenme ve ısı stresi gibi hastalıklar nedeniyle normalin 250 bin üstünde kişinin her yıl hayatını kaybedeceğini öngördü.

İklim krizinin dünyada sağlık altyapılarının daha zayıf olduğu bölgeleri yoğun bir şekilde etkilemesi bekleniyor.

Gıda, ulaşım ve enerji alanlarında yapılacak çalışmaların önemini vurgulayan WHO, sera gazı salımlarının bir an önce azaltılması gerektiğini söylüyor.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Mars’taki “Uzaylı Yosununun” Sırrı Çözüldü

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, Mars’ta ilk kez 12 Temmuz’da ABD uzay ajansının Perseverance keşif aracı tarafından görülen tuhaf, spagetti benzeri bir madde yumağının ne olduğunu tespit etti.

Biyolojik ya da başka bir şekilde uzaylı kökenli olmayan madde, Şubat 2021’de keşif aracını Mars yüzeyine indiren giriş, alçalma ve iniş (EDL) donanımına ait Dacron ağının birbirine dolanmış bir parçası.

Dacron, genellikle yüksek performanslı yelken bezlerinde kullanılan, reçineye gömülü bir tür sentetik elyaftır fakat NASA’nın blog yazısına göre Perseverance keşif aracında muhtemelen termal koruma battaniyesinin bir parçasıydı.

Blogda, “Söz konusu ağ parçası önemli ölçüde çözülme/parçalanma geçirmiş gibi görünüyor, bu da güçlü kuvvetlere maruz kaldığına işaret ediyor” ifadesine yer verildi.

Ağ, Perseverance keşif aracının inişinden arta kalan ve daha sonra keşif aracının yoluna çıkan ilk enkaz parçası değil.

Haziranda Perseverance, bir kaya çıkıntısına takılmış, muhtemelen EDL’deki termal battaniyenin bir parçası olan parlak folyo benzeri bir madde parçası tespit etti. Ve nisanda Perseverance keşif aracıyla birlikte Mars’a inen Ingenuity helikopteri, kendisini ve Perseverance’ı Kızıl Gezegen’in yüzeyine güvenli bir şekilde getiren EDL’den arta kalan koruyucu kabuk ve paraşütün fotoğraflarını çekti.

Çeşitli iniş takımı kalıntıları Mars’a yumuşak bir iniş yapmanın kaçınılmaz bir sonucudur fakat Perseverance görev ekibi için bir zorluk teşkil edebilir.

Perseverance, Mars’ın daha önce ya da halen doğal yaşam formları içerip içermediğini kesin olarak cevaplayabilecek analizler için 2030’larda toplanıp Dünya’ya gönderilmek üzere Mars yüzeyinden kaya ve toprak örneklerini kazarak çıkarmakla görevli.

NASA, Mars’ın herhangi bir Dünya mikrobuyla kirlenmesini önlemek için fırlatmadan önce Perseverance’ı sterilize etmeye özen göstermiş olsa da keşif ekibinin, EDL’den hiçbir maddenin keşif aracı tarafından çıkarılan örneklerin hiçbirine girmediğinden emin olmak için aracın kameralarını kullanması gerekecek.

Blogda, “Örnek toplama ekipleri, geri dönen örnek kasasının bütünlüğünü sağlamak için olası kirlilik kaynaklarını takip etmeyi de sürdürecek” diye belirtildi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bulunması 375 Yıl Süren Yeni Kıta: Zelandiya

Yıl 1642 idi ve Abel Tasman’ın bir hedefi vardı. Gösterişli bıyıkları ve gür keçi sakalıyla bu deneyimli Hollandalı denizci, güney yarımkürede uçsuz bucaksız bir kıtanın varlığından emindi ve onu bulmaya kararlıydı.

Avrupalılar o dönemlerde dünyanın bu bölümünü pek bilmiyor, ancak orada büyük bir kara parçası olduğuna inanıyorlardı. Antik Roma’dan beri süren bu inancın doğru olup olmadığını görme vakti gelmişti.

Tasman 14 Ağustos’ta iki küçük gemiyle Endonezya’nın başkenti Jakarta’dan yola çıktı, batıya, sonra güneye, daha sonra da doğuya giderek Yeni Zelanda’nın Güney Adası’na vardı. Yerel Maori halkıyla ilk karşılaşması pek de iyi geçmedi: İkinci gün birkaç Maori yerlisi kanoyla iki Hollanda gemisi arasında mesaj taşıyan küçük tekneye çarptı. Dört Avrupalı öldü. Avrupalılar bunun üzerine 11 kanoyu top ateşine tuttu.

Bu, Tasman’ın kendine biçtiği görevin sonu oldu. Olayın meydana geldiği yere Katiller (Moordenaers) Körfezi adını verdi ve bulduğu yeni topraklara ayak bile basmadan ülkesine geri döndü. Güneydeki büyük kıtayı keşfettiğine inanıyordu, ama hayallerindeki gibi bir yer değildi. Bir daha da oraya gitmedi.

Tasman farkında değildi ama başından beri haklıydı. Gerçekten de kayıp bir kıta vardı.

2017 yılında bir grup jeolog, Māori dilinde Te Riu-a-Māui’yi, yani Zelandiya’yı keşfederek manşetlere çıktı. Bu 4,9 milyon kilometrekarelik geniş kıta, Madagaskar’ın yaklaşık altı katı büyüklüğündeydi.

Ansiklopediler, haritalar ve arama motorları sadece yedi kıta gösteriyordu ancak jeologlar, kendilerinden emin bir halle sekizinci kıtayı bulduklarını açıkladı. Bu kıta aynı zamanda dünyanın en küçük, en ince ve en genç kıtası.

Sorun şu ki, yüzde 94’ü su altında ve okyanusun dibinden sadece Yeni Zelanda gibi birkaç ada su yüzüne çıkıyor. Aslında başından beri gözler önündeydi, ama görülememişti.

Zelandiya’yı keşfeden ekipten, Yeni Zelanda Kraliyet Araştırma Enstitüsü GNS Science’da jeolog olan Andy Tulloch, “Bu, aslında çok bariz bir şeyin ortaya çıkarılmasının ne kadar zaman alabileceğini gösteren bir örnek,” diyor.

Zelandiya’nın keşfi sadece başlangıçtı. Aradan geçen zamana rağmen, kıta hala 2 kilometre suyun altında gizemini koruyor. Nasıl oluşmuştu? Orada hangi canlılar yaşıyordu? Ne kadar süredir su altında? Soruların çoğu hala cevapsız.

Zahmetli bir keşif

Zelandiya’yı incelemek hep zor oldu.

Tasman’ın 1642’de Yeni Zelanda’yı keşfetmesinden bir asırdan fazla bir süre sonra, İngiliz harita yapımcısı James Cook güney yarımküreye gönderildi. Resmi görevi, Güneş’in ne kadar uzakta olduğunu hesaplamak için Venüs’ün Dünya ile Güneş arasından geçmesini gözlemlemekti.

Ancak yanına, ilk görevini tamamladıktan sonra açması için bir mühürlü zarf da verilmişti. Bu zarfta çok gizli bir görevi daha olduğu bildiriliyor, muhtemelen üzerinden geçmiş olduğu güney kıtasını keşfetmesi isteniyordu.

Zelandiya’nın varlığına dair ilk gerçek ipuçları, 1895’te Yeni Zelanda’nın güney kıyıları açıklarındaki adaları araştırmak için bir yolculuğa çıkan İskoç doğa bilimci Sir James Hector tarafından bulundu.

Hector adaların jeolojisini inceledikten sonra, Yeni Zelanda’nın “güney ve doğuya kadar uzanan ve şimdi sular altında olan büyük bir kıta alanının tepesindeki bir dağ zincirinin kalıntısı” olduğu sonucuna vardı.

Bu erken keşfe rağmen, muhtemel Zelandiya kıtası hakkındaki bilgiler belirsizliğini korudu ve 1960’lara kadar pek bir şey yapılmadı.

2017’deki araştırmaya öncülük eden GNS Science’tan jeolog Nick Mortimer, “Bu alanda işler oldukça yavaş yürüyor” diyor.

1960’larda jeologlar nihayet bir kıtanın nasıl tanımlanması gerektiği konusunda anlaştı: “Yüksek rakımlı, çok çeşitli kayaçlara ve kalın bir kabuğa sahip jeolojik bir alan” olması gerektiğini söylediler.

Bu, jeologlara üzerinde çalışacak bir şey verdi – eğer kanıt toplayabilirlerse, sekizinci kıtanın gerçek olduğunu ispat edebileceklerdi.

Uydu fotoğraflarında Avustralya’nın doğusunda açık mavi ters bir üçgen olarak görülen alan Zelandiya

Yine de işler ilerlemiyordu. Bir kıta keşfetmek zor ve pahalıydı; Mortimer’ın dediğine göre çok da aciliyet taşımıyordu.

1995’te Amerikalı jeofizikçi Bruce Luyendyk bölgeyi tekrar bir kıta olarak tanımladı ve buraya Zelandiya adını vermeyi önerdi.

Aynı sıralarda, “Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi” yürürlüğe girdi ve nihayet Zelandiya’yı araştırmak için ciddi bir motivasyon çıktı.

Sözleşme kıyı ülkelerinin, karasularının başlangıcından itibaren 200 deniz miline kadar uzanan Münhasır Ekonomik Bölgelerinin ötesinde “genişletilmiş kıta sahanlığı” talep edebileceğini ve bu alandaki tüm petrol ve madeni zenginliklerden yararlanabileceğini belirtiyordu.

Yeni Zelanda daha büyük bir kıtanın parçası olduğunu kanıtlayabilirse, bu alan altı kat daha fazla olacaktı.

Birdenbire bölgedeki araştırma ve keşif seyahatlerine sağlanan mali destekler ve zamanla da bulunan kanıtlar arttı. Toplanan her taş parçası Zelandiya’nın varlığını ispat etme çalışmalarına katkıda bulunuyordu.

Deniz tabanının haritasını çıkarmak için, yerkabuğunun farklı bölgelerinde yer çekimindeki küçük değişiklikleri belirlemekte kullanılan uydu verileri araştırmalara son noktayı koydu.

Bu teknoloji ile Zelandiya neredeyse Avustralya kadar büyük, şekilsiz bir kütle olarak açıkça görülebiliyordu.

Yeni kıta nihayet dünyaya kanıtlanmıştı.

Üzerinde Yeni Zelanda’nın yanı sıra, Fransız kolonisi Yeni Kaledonya ve Avustralya’nın küçük Lord Howe Adası ile bir zamanlar bir 18’nci yüzyıl kaşifinin “bir tekne büyüklüğünde görünüyor” dediği Ball’s Pyramid adındaki volkanik ada da bulunuyordu.

Gizemli süper kıtanın uzantısı

Zelandiya aslında 550 milyon yıl önce oluşan süper kıta Gondwana’nın parçasıydı. Ancak yaklaşık 105 milyon yıl önce, daha tam anlaşılamayan bir nedenle Gondwana’dan uzaklaşmaya başladı.

Kıtalarda yerkabuğunun derinliği genelde 40 kilometre, okyanuslarda ise yaklaşık 10 kilometre oluyor.

Zelandiya Gondwana’dan ayrılırken o kadar zorlandı ve gerildi ki yerkabuğu şimdi sadece 20 kilometre derinliğinde.

Jeologlar su altında olmasına rağmen, bulunan kaya türleri nedeniyle Zelandiya’nın bir kıta olduğunu biliyorlar. Kıtaların yerkabuğu granit, şist ve kireçtaşı gibi magmatik, metamorfik ve tortul kayalardan oluşma eğilimindeyken, okyanus tabanı genellikle sadece bazalt gibi magmatik kayalardan oluşuyor.

Sıra dışı oluşumu Zelandiya’yı jeologlar için ilginç bir hale getiriyor. Örneğin bu kadar ince bir kıta olduğu halde parçalanmamasının nedeni hala bilinmiyor.

Ne zaman suya battığı da bir başka sır. Şu anda su seviyesinin üzerinde olan bölümleri Pasifik ve Avustralya tektonik plakalarının birbirlerini ittirmesiyle oluşan yükseltiler. Jeolog Andy Tulloch, birkaç küçük ada dışında geri kalanı hep su altında olan bir kıta mı olduğu, yoksa bir zamanlar tamamen kuru toprak mı olduğu konusunda görüş ayrılıkları olduğunu söylüyor.

Bu da tabii Zelandiya’da hangi tür canlılar yaşadığını gündeme getiriyor. Ilıman iklimi ve 101 milyon kilometrekareyi bulan geniş topraklarıyla Gondwana pek çok bitki ve hayvan türünün bulunduğu bir yerdi. Aralarında gelmiş geçmiş en büyük hayvanlardan titanozorlar da vardı. Peki acaba, Zelandiya’nın kayalarında bu hayvanların kalıntıları olabilir mi?

Ortadaki kırmızı kaya silsilesi, diyagonal bir çizgi halinde aşağıya kadar inmesi gerekirken kırılmış

Dinozorların peşinde

Güney yarım kürede nadiren fosilleşmiş kara hayvanları bulunuyor ancak 1990’larda Yeni Zelanda’da bazı fosiller bulundu.

Aralarında uzun kuyruklu, uzun boyunlu bir dinozor olan soropod; gagalı, otçul dinozor hisilofodon ve zırhlı bir dinozor türü olan ankilozor kalıntıları da vardı.

2006’da Güney Adası’nın yaklaşık 800 kilometre doğusundaki Chatham Adaları’nda büyük bir etçil hayvanın ayak kemiği bulundu. Bütün fosiller, Zelandiya’nın Gondwana’sdan kopmasından sonrasına tarihleniyordu.

Ancak bu Zelandiya’nın büyük bir kısmında dinozorlar bulunduğu anlamına gelmiyor.

Wellington’daki Victoria Üniversitesi’nde Jeofizik ve Tektonik Profesörü olan Rupert Sutherland, “Kesintisiz arazi olmadan kara hayvanları bulunup bulunamayacağı ve böyle bir arazi yoksa hayvanların da yok olup olmayacakları hakkında uzun bir tartışma var” diyor.

Bir de Yeni Zelanda’nın en tuhaf ve en sevilen hayvanlarından olan Kivi kuşunun gizemi var. Tavuk büyüklüğünde, uçamayan bir kuş bu. En yakın akrabasının, 800 yıl öncesine kadar Madagaskar ormanlarında yaşayan dev fil kuşu olduğu düşünülüyor.

Bilim insanları iki kuşun ortak atasının Gondwana’da yaşayan bir kuş türü olduğuna inanıyor. Gondwana’nın tamamen parçalanması 130 milyon yıl sürdü, ancak parçaları tüm dünyaya yayılarak Güney Amerika, Afrika, Madagaskar, Antarktika, Avustralya, Arap Yarımadası, Hint Yarımadası ve Zelandiya’yı oluşturdu.

Bu da Zelandiya’nın en azından bir kısmının hep su üzerinde olduğu izlenimi uyandırıyor. Ancak 25 milyon yıl önce tüm kıtanın ve büyük olasılıkla Yeni Zelanda’nın tamamının suya battığı düşünülen dönem hariç. Sutherland, bütün bitki ve hayvanların daha sonra koloni haline gelmiş olması gerektiğini söylüyor.

Doğrudan Zelandiya’nın deniz tabanından fosil toplamak mümkün olmasa da, bilim insanları sondajla fosillere ulaşabiliyor.

2017 yılında, bir ekip bölgede şimdiye kadarki en kapsamlı araştırmalardan birini yaptı ve altı farklı yerde sondajla deniz tabanının 1.250 metre derinliğine indi. Aldıkları örneklerde, kara bitkilerinin polenleri ve sıcak, sığ denizlerde yaşayan organizmaların üreme hücreleri ve kabukları bulundu.

“Eğer derinliği sadece 10 metre gibi olan bir su varsa, etrafta kara olma ihtimali de yüksek” diyen Sutherland, polen ve spor adı verilen üreme hücrelerinin varlığının Zelandiya’nın sanıldığı kadar sular altında olmayabileceğine işaret ettiğini belirtiyor.

Jeolojik kıvrım

Zelandiya’nın şekli de gizemini koruyor.

Sutherland, “Yeni Zelanda’nın jeolojik haritasına bakınca, dikkat çeken iki unsur var” diyor. Bunlardan biri Güney Adası’nda uzaydan bile görülebilen Alp Fayı.

İkincisi Yeni Zelanda’nın da jeolojik olarak ortada bükülen yatay bir çizgi ile bölünmesi. Burası Pasifik ve Avustralya tektonik plakalarının birleştiği nokta ve sanki biri aşağı ucunu eline alıp da bükmüş gibi görünüyor.

Bir başka deyişle o noktaya kadar devamlılık gösteren kaya silsileleri devam etmiyor ve neredeyse dik açıyla dönüyor.

Tektonik plakaların hareket ettiği ve bunları değiştirdiği söylenebilir ama bunun nasıl ve ne zaman olduğu hala bilinmiyor.

Sutherland, “Her şey suyun 2 kilometre altında, örnek almanız gereken tabakalar da aynı zamanda deniz tabanının 500 metre derinliğinde olunca, keşif yapmak çok güç” diyor: Çok zaman, para ve çaba gerekiyor.

Tasman’ın araştırmasından yaklaşık 400 yıl sonra bile sekizinci kıta ile ilgili daha öğrenecek çok şey var.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Atomlar İlk Kez Sıvı İçinde Yüzerken Görüntülendi

Birleşik Krallık’taki Manchester Üniversitesi araştırmacıları, sıvı hücreleri incelemenin yeni bir yolunu geliştirdi. Bunu yaparken de ilk kez bir sıvıda tekil atomların hareketi görüntülendi.

Bu başarı, temiz enerji üretimi ve önemli biyolojik süreçler için gerekli teknolojilerin geliştirilmesinin önünü açabilir.

Hakemli bilimsel dergi Nature’da yayımlanan araştırma, iki grafen tabakası (karbon atomlarından oluşan 2 boyutlu bir malzeme) arasına bir tuzlu su çözeltisi yerleştirdi. Çözeltinin içine de atomlar kondu.

Daha sonra ekip, transmisyon elektron mikroskobu (TEM) adı verilen cihazı kullanarak platin atomlarının malzemenin yüzeyinde nasıl hareket ettiğini inceledi.

TEM, vakumlu odacıklar yaratılmasıyla çalışan bir cihaz olduğu için araştırmanın püf noktası sıvıyı hapseden altıgen grafen tabakalarıydı.

Araştırmanın başyazarı Dr. Nick Clark, “Çalışmamızda, sıvıyı kullanmasaydık yanıltıcı bilgiler elde ederdik” diye konuştu:

Bu bir dönüm noktası ve sadece başlangıç. Sürdürülebilir kimyasal işlem süreçlerini destekleyen malzemelerin geliştirilmesi için bu tekniği şimdiden kullanmak istiyoruz.

Bilim insanları bu grafen tabakaları sürdürülebilir şekilde hidrojen üretmenin potansiyel bir yolu olarak görüyor. Bu, olası uygulama alanlarından sadece biri.

Ancak uzmanlar hidrojeni Dünya’yı iklim krizinden kurtarmak için gereken sürdürülebilir bir enerji kaynağı olarak görüyor.

Araştırma ekibinden Prof. Dr. Sarah Haigh, bulguları şöyle yorumladı:

Maddelerin bu tür davranışlarının endüstriyel ve bilimsel önemi göz önüne alındığında, sıvılarla temas halindeki yüzeylerde atomların nasıl davrandığına dair ne kadar çok şey öğrenmemiz gerektiğini gördük. Bu şaşırtıcı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın