5,4 Saatlik Yıla Sahip Dünya Büyüklüğünde Gezegen Keşfedildi

NASA’nın Gezegen Araştırma Uydusu’nu (TESS) kullanan uluslararası bir araştırma ekibi, 117 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın yörüngesinde Dünya büyüklüğünde bir gezegen olan TOI-2431 b’yi keşfetti.

Haber Merkezi / Keşfi önemli kılan gezegenin büyüklüğü değil, gezegenin yıldızının etrafında inanılmaz derecede hızlı dönmesi. TOI-2431 b, ana yıldızının etrafındaki bir tam turunu sadece 5,4 saatte tamamlıyor, bu bilinen herhangi bir gezegen için kaydedilen en kısa “yıllardan” biri.

Bunu bir perspektife oturtmak gerekirse, Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüşü 365 gün sürerken, bu uzak gezegen aynı zaman diliminde 1.600’den fazla “yıl” yaşıyor.

Gezegen yıldızına da oldukça yakın, sadece 0,0063 AU uzaklıkta, yani yaklaşık 933.000 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Bu yakınlığın aşırı sonuçları da var.

Gezegenin yüzey sıcaklığı yaklaşık 2.000 Kelvin’e (yaklaşık 1.727°C) ulaşıyor; bu sıcaklık çoğu kaya ve metali eritebilecek kadar yüksek. Bilim insanları, gezegenin yüzeyinin muhtemelen erimiş olduğunu ve sıvı kaya ve metalden oluşan bir yüzey oluşturduğunu düşünüyor.

TOI-2431 b, Dünya büyüklüğünde olmasına rağmen, gezegenimizden oldukça farklı. Dünya’nın yarıçapından yaklaşık 1,53 kat, kütlesinden ise 6,2 kat daha büyük olan bu gezegen, Dünya’dan önemli ölçüde daha yoğun.

Santimetreküp başına 9,4 gramlık yoğunluğu, çok daha ağır malzemelerden oluştuğunu, büyük bir demir çekirdek veya diğer yoğun metaller içerebileceğini düşündürüyor.

Yakınındaki yıldızdan gelen yoğun kütle çekim kuvvetlerinin gezegenin şeklini değiştirmiş olması da muhtemel.

Ekip, TOI-2431 b’nin gelgitsel olarak deforme olduğunu, en kısa ekseninin en uzun ekseninden yaklaşık yüzde 9 daha kısa olduğunu ve bu durumun ona Dünya gibi mükemmel bir küre yerine biraz daha düzleştirilmiş bir görünüm verdiğini tahmin ediyor.

Bir diğer ilgi çekici nokta ise, bu gezegenin sonsuza dek var olmayacak olmasıdır. Ekip, TOI-2431 b’nin yaklaşık 31 milyon yıllık bir gelgitsel bozunma zaman ölçeğine sahip olduğunu hesapladılar; bu, benzer kısa dönemli gezegenler arasında bilinen en kısa dönem.

Bu, gezegenin yavaş yavaş yıldızına doğru sarmal bir şekilde ilerlediği ve sonunda yok olacağı anlamına geliyor; ancak gezegenin nihai yok oluşu milyonlarca yıl sürecek.

Amsterdam Üniversitesi’nden Kaya Han Taş liderliğindeki keşif ekibi, TESS verileri, yer tabanlı teleskoplar ve özel spektrograflar da dahil olmak üzere birden fazla gözlem yöntemi kullanarak gezegenin varlığını doğruladı.

Paylaşın

Evrendeki Kayıp Madde Bulundu Mu?

Evrendeki maddenin büyük çoğunluğu karanlıktır, görünmez ve yalnızca kütle çekimsel etkileriyle tespit edilebilir. Yıldızlardan gezegenlere kadar her şeyi içine alan sıradan madde ise, evrenin yalnızca yüzde 16’sını oluşturur.

Haber Merkezi / Karanlık maddenin aksine, sıradan madde çeşitli dalga boylarında ışık yayar ve bu nedenle görülebilir. Dağınık yapısı nedeniyle evrendeki sıradan maddenin yaklaşık yarısı şimdiye kadar “kayıp” olarak kabul edilmişti.

2020 yılında Nature dergisinde yayımlanan bir araştırma, evrendeki “kayıp madde” olarak bilinen baryonik maddenin yaklaşık yarısının galaksiler arasında gizlendiğini ortaya koymuştu. Bu madde, hızlı radyo patlamaları (FRB) adı verilen, diğer galaksilerden gelen kısa ve parlak radyo dalgalarının Dünya’ya ulaşırken parçacıklarla nasıl etkileşime girdiğini inceleyerek tespit edilmişti.

Avustralya’daki ASKAP radyo teleskop dizisi kullanılarak yapılan gözlemler, bu maddenin galaksiler arasındaki iyonize gaz bulutlarında ve kozmik ağın filamanlarında saklandığını göstermişti. Bu keşif, kayıp baryon problemini çözmeye yönelik önemli bir adım olarak değerlendirmişti.

Nature Astronomy dergisinde yayımlanan yeni bir araştırma, kayıp baryonların galaksilerin çevresindeki iyonize hidrojen bulutlarında bulunduğunu doğruladı. Kozmik mikrodalga arka plan ışımasını (CMB) kullanarak geliştirilen yeni bir yöntemle, bu görünmez gaz bulutlarının konumu tespit edildi. Bu bulgular, galaksi oluşumu ve evrenin evrimine dair yeni bilgiler sunuyor.

Araştırma, evrenin sıradan maddesinin (baryonların) yaklaşık yarısının galaksiler arasındaki kozmik ağın filamanlarında bulunduğunu gösteriyor. FRB’lerin sinyallerinin uzaydaki bu maddelerle etkileşime girerek dağılmasını inceleyen yöntem, kayıp madde problemini çözmede kritik bir adım olarak değerlendiriliyor.

Her iki çalışma da, evrendeki sıradan maddenin (baryonik madde) büyük bir kısmının galaksiler arasında dağınık halde bulunduğunu ve doğrudan gözlemlenemese de dolaylı yöntemlerle tespit edilebildiğini gösteriyor. Bu keşifler, evrenin yapısını ve kozmik ağı haritalandırma çabalarında önemli bir ilerleme sağlıyor.

Paylaşın

Basit Bir Soru Gibi Görünebilir: Evrenin Merkezi Nerede?

Albert Einstein bile uzun yıllar boyunca, evrenin statik olduğuna, yani her zaman aynı boyutta ve şekilde kaldığını düşünüyordu ve 1915’te yayımladığı genel görelilik kuramı da bu fikri destekler nitelikteydi.

Haber Merkezi / Ancak bilim insanları gelişmiş teleskoplarla uzayın derinliklerine baktıklarında, uzak galaksilerin Dünya’dan daha da uzaklaştığını fark ettiler. Bu, evrenin hareketsiz olmadığı, genişlediği anlamına geliyordu.

Bu durum, ilk başta Albert Einstein’ın ortaya koyduğu kuram ile bir çelişki gibi görünüyordu. Ancak bilim insanları kısa sürede Einstein’ın denklemlerinin aslında genişleyen bir evrene izin verdiğini fark ettiler. Onun denklemlerini kullanarak evrenin zamanla değişebileceğini ve büyüyebileceğini gösteren modeller oluşturdular.

Bugün evrenin gerçekten de genişlediğini biliyoruz; yaklaşık 13,8 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlama’dan bu yana da genişlemeye devam ediyor. Bu durum birçok yeni soruya neden oluyor: Eğer evren genişliyorsa, neye doğru genişliyor ve nereden başladı? Bir patlamanın ortası gibi bir merkez var mı?

Büyük Patlama’yı tek bir noktada meydana gelen bir patlama olarak hayal etmek doğal, galaksiler merkezden çevreye doğru yayılıyor, ancak bu tam olarak doğru değil. Evrenin kendisi esniyor ve galaksileri de beraberinde taşıyor.

Evreni, üzerine minik noktalar çizilmiş bir balonun yüzeyi olarak düşünün. Balon şiştikçe, noktalar birbirinden uzaklaşır; noktalar hareket ettiği için değil, balonun yüzeyi gerildiği için. Noktalar balon boyunca hareket etmez; yerlerinde kalırlar, ancak aralarındaki mesafe genişler.

Bu ayrıca balonun yüzeyinde bir merkez olmadığı anlamına gelir. Sonsuza kadar herhangi bir yöne genişleyebilir ve asla özel bir merkez noktası bulunmaz.

Aynı durum evren için de geçerlidir, genişlemenin bir merkezi yoktur. Yani bir bakıma, her yer merkezdir ve hiçbir yer değildir. Evren merkezi bir noktadan büyümüyor, her noktadan büyüyor. Bunu hayal etmek zor gelebilir, ancak modern bilimdeki en güzel gerçeklerden biridir.

Paylaşın

En Eski Ve En Uzak Galaksi 13,5 Milyar Yaşında

James Webb Uzay Teleskobu’nu (JWST) kullanan bilim insanları, Büyük Patlama’dan sadece 280 milyon yıl sonra oluşan ve MoM-z14 adı verilen bir galaksi keşfettiler.

Haber Merkezi / MoM-z14 galaksisi şimdiye kadar fotoğraflanan en uzak ve en eski galaksi olma özelliğine sahip.

MoM-z14, JWST’nin kızılötesi özellikleri sayesinde, NIRCam ile görüntülenmiş ve NIRSpec ile spektrumları alınarak doğrulanmıştır. Bu galaksinin keşfi, Evren’in erken dönemlerinde parlak galaksilerin beklenenden 100 kat daha yaygın olduğunu gösteriyor (182^+329_-105 kat daha fazla).

Bu durum, galaksi oluşum modellerini zorlamakta ve erken Evren’de yıldız oluşum verimliliği, UV değişkenliği veya kozmolojik parametreler gibi faktörlerin yeniden değerlendirilmesini gerektirmektedir.

MoM-z14’ün ışığı James Webb Uzay Teleskobu’na 13.53 milyar yıldan fazla bir sürede ulaştı ve MoM-z14 Evren’in şu anki yaşının sadece yüzde 2’sine denk gelen bir dönemde oluştu. Günümüzde, Evren’in genişlemesi nedeniyle bu galaksinin tahmini mesafesi 33.8 milyar ışık yılıdır.

Galaksi, UV mutlak büyüklüğü -20.2 ile oldukça parlak ve kütlesi, Samanyolu’nun bir uydu galaksisi olan Büyük Macellan Bulutu’na benziyor.

MoM-z14, 74±15 parsek boyutunda oldukça kompakt bir galaksidir, ancak çözümlenebilir yapısı, ışığının baskın olarak aktif bir galaksi çekirdeğinden (AGN) değil, yıldızlardan geldiğini gösteriyor. Az toz bulunması (dik UV eğimi, β=-2.5) ve genç yıldız popülasyonu, galaksinin yeni yıldız oluşumuna sahne olduğunu ortaya koyuyor.

Galakside nitrojen, karbon ve oksijen gibi elementler tespit edildi. Özellikle yüksek nitrojen/karbon oranı ([N/C]>1), yerel küresel kümelerinkine benzer bir kimyasal bolluk modeli sunar ve bu, süper kütleli yıldızların varlığına işaret ediyor.

Galaksinin UV çizgilerinin yüksek eşdeğer genişlikleri (15-35 Å), son 5 milyon yılda yıldız oluşum oranında yaklaşık 10 kat artış olduğunu gösteriyor (SFR_5Myr/SFR_50Myr=9.9). Bu, galaksinin hızlı bir yıldız oluşum evresinde olduğunu düşündürüyor.

MoM-z14’ün çevresinde güçlü bir Lyman-alfa sönüm kanadının olmaması, galaksinin yakın çevresinin kısmen iyonize olabileceğini gösteriyor; bu, reiyonizasyon modellerinin genellikle yüzde 100 nötr bir Evren öngördüğü bu kırmızıya kayma değerinde beklenmedik bir durumdur.

MoM-z14, erken Evren’de galaksilerin nasıl bu kadar hızlı ve büyük oluşabildiği sorusunu gündeme getiriyor. Teoriler, yüksek yıldız oluşum verimliliği, patlamalı yıldız oluşumu veya süper kütleli yıldızların varlığı gibi olasılıkları öne sürüyor.

Galaksinin kimyasal yapısı, Samanyolu’ndaki en eski yıldızlarla ve küresel kümelerle benzerlik gösteriyor, bu da erken galaksi oluşumu ile modern Evren arasında bir bağ kuruyor.

Paylaşın

“Süper Dünyalar” Düşünülenden Daha Yaygın

Gökbilimciler, “Süper Dünya” gezegenlerinin daha önce düşünülenden daha geniş yörüngelerde var olabileceğini keşfettiler. Bu, kayalık veya “karasal” dünyaların tahmin edilenden çok daha yaygın olduğu anlamına geliyor.

Haber Merkezi / Kısacası, “Süper Dünyalar” Güneş Sistemi’ndeki hiçbir şeye benzemeyen bir gezegen sınıfı, Dünya’dan daha büyük ancak Neptün ve Uranüs gibi buz devlerinden daha hafif ve gazdan, kayadan veya her ikisinin bir kombinasyonundan oluşabilir. Bu gezegenler, Dünya’nın iki katı büyüklüğünde ve kütlesinin 10 katına kadar olabilir.

Araştırmanın ortak yazarı ve Ohio Eyalet Üniversitesi’nde emekli astronomi profesörü Andrew Gould, araştırma ekibinin, yeni bulunan gezegenin ana yıldızının oluşturduğu ışık anomalilerini inceleyerek ve sonuçlarını KMTNet mikro mercek araştırmasından alınan daha büyük bir örnekle birleştirerek, süper Dünyaların ana yıldızlarından gaz devlerimizin (Neptün ve Uranüs) Güneş’ten uzak olduğu kadar uzakta var olabileceğini bulduğunu söyledi.

Andrew Gould, “Bilim insanları büyük gezegenlerden daha fazla küçük gezegen olduğunu biliyorlardı, ancak bu araştırmada, bu genel örüntü içinde aşırılıklar ve eksiklikler olduğunu gösterebildik” diye ekledi.

Kore Astronomi ve Uzay Bilimleri Enstitüsü’nden araştırmanın ortak yazarı Youn Kil Jung, “Bu sonuç, Jüpiter benzeri yörüngelerde bulunan çoğu gezegen sisteminin Güneş Sistemimizi yansıtmayabileceğini gösteriyor” dedi.

Çin’deki Tsinghua Üniversitesi ve Westlake Üniversitesi’nden Profesör Shude Mao, “Mevcut veriler soğuk gezegenlerin nasıl oluştuğuna dair bir ipucu sağladı” dedi ve ekledi: “Önümüzdeki birkaç yıl içinde, bu gezegenlerin nasıl oluştuğunu ve evrimleştiğini KMTNet verileriyle daha da katı bir şekilde sınırlayabileceğiz.”

Güneş Sistemi dört küçük, kayalık, iç gezegenden (Merkür, Venüs, Dünya ve Mars) ve dört büyük, gazlı, dış gezegenden (Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün) oluşur. Kepler ve TESS gibi teleskoplardan gezegen geçişi ve radyal hız aramaları gibi diğer teknikleri kullanarak bugüne kadar yapılan dış gezegen aramaları, diğer sistemlerin Dünya’nın yörüngesi içindeki yörüngelerde çeşitli küçük, orta ve büyük gezegenler içerebileceğini göstermiştir.

Gökbilimciler, ayrıca, Neptün büyüklüğündeki gezegenlerin sayısına kıyasla kaç tane süper Dünya’nın var olduğunu belirlemeye çalışıyorlar. Bu araştırma, Neptün büyüklüğünde süper Dünyalar olduğunu gösteriyor.

Çin, Kore, Harvard Üniversitesi ve ABD’deki Smithsonian Enstitüsü’nden araştırmacıların öncülüğünde yürütülen araştırma, yakın zamanda Science dergisinde yayımlandı.

Paylaşın

Dünya’dan 140 Işık Yılı Uzaklıktaki Bir Gezegen Hızla Parçalanıyor

MIT’ten (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) gökbilimciler, Dünya’dan yaklaşık 140 ışık yılı uzaklıkta bulunan ve parçalanma sürecinden geçen BD+05 4868 Ab adlı bir gezegen keşfettiler.

Haber Merkezi / Ev sahibi yıldızlarının yörüngesinde çok yakın dönen küçük, kayalık gezegenler hızla parçalanabilirler.

Gelgitsel kilitlenme ve aşırı yıldız ışınımına maruz kalan bu tür gezegenlerin gündüz yüzeyleri eriyip buharlaşmış kayalık malzemeden ince atmosferler oluşturacak kadar sıcaktır.

Yaklaşık Merkür kütlesindeki BD+05 4868 Ab adlı gezegen, yıldızına son derece yakın bir şekilde dönüyor, o kadar yakın ki yüzeyi muhtemelen buharlaşan magma ile kaplı.

Yıldızının etrafında sadece 30,5 saatte dönen gezegen,  kuyrukluyıldız benzeri bir enkaz kuyruğu oluşturuyor.

Bilim insanları, yörüngedeki gezegenlerin varlığını işaret eden yıldız ışığındaki değişiklikleri izleyen NASA’nın TESS misyonunu kullanarak bu parçalanan gezegeni tespit ettiler.

Bu gezegen şaşırtıcı bir hızla yok oluyor; yörünge başına bir Everest Dağı’na eşit miktarda madde kaybediyor. Gökbilimciler, gezegenin boyutuna dayanarak 1 ila 2 milyon yıl içinde tamamen yok olabileceğini tahmin ediyor.

Gökbilimciler, şu ana kadar Güneş sistemimizin ötesinde sadece dört parçalanan gezegen tespit ettiler ve bu da BD+05 4868 Ab’yi evrende nadir bir keşif haline getiriyor.

Gökbilimciler, gezegenin iç yapısını incelemek için James Webb Uzay Teleskobu’nu (JWST) kullanmayı planlıyorlar.

Bu fırsat, kayalık gezegenlerin nasıl oluştuğu ve bazılarının diğerlerinden daha istikrarlı ve potansiyel olarak yaşanabilir olmasını sağlayan faktörlerin ne olduğu konusundaki fikirlerimizi geliştirebilir.

Paylaşın

Evren Her Yönde Aynı Mıdır?

Evrenin her yönde aynı olup olmadığı, kozmolojide uzun süredir tartışılan ve araştırılan bir konudur. Genel olarak, evrenin izotropik ve homojen olduğu kabul edilir.

Haber Merkezi / Bu durum, kozmik mikrodalga arka plan ışıması (CMB) gibi gözlemlerle desteklenir. CMB, Büyük Patlama’dan kalan ve evrenin her yönünde neredeyse aynı sıcaklıkta (yaklaşık 2.7 Kelvin) yayılan bir ışıma olarak ölçülmüştür.

Bu homojenlik ve izotropi, evrenin geniş ölçekte aynı fiziksel yasalarla işlediğini ve yönlerden bağımsız olarak benzer özellikler gösterdiğini düşündürmektedir. Bu, kozmolojik ilke olarak bilinir.

Ancak, bu izotropi tam anlamıyla mükemmel değildir. CMB’de çok küçük sıcaklık dalgalanmaları (yaklaşık 1/100.000 ölçeğinde) tespit edilmiştir ve bu farklılık, evrenin erken dönemindeki kuantum dalgalanmalarından kaynaklanarak galaksilerin oluşumuna yol açmıştır.

Yani, detaylara inildiğinde evren her yönde aynı değildir; yıldızlar, galaksiler ve diğer yapılar farklı konumlarda bulunurlar.

Gözlemlenebilir evren (ışık hızı ve evrenin yaşı nedeniyle görebildiğimiz kısım) izotropik görünse de, gözlemlenebilir alanın ötesinde ne olduğu şu an için bilinmez konumda. Bazı teoriler (örneğin, çoklu evren hipotezi) evrenin farklı bölgelerinin farklı özelliklere sahip olabileceğini öne sürmekte, ancak bu deneysel kanıtlarla desteklenmemiştir.

Evrenin oluşumu, insanlık tarihinin en büyük sorularından biri olmuştur ve bu konuda farklı bilimsel teoriler, felsefi yaklaşımlar ve dini inançlar öne sürülmüştür.

Büyük Patlama (Big Bang) Teorisi: Günümüzde bilim dünyasında en çok kabul gören teoridir. Evrenin yaklaşık 13,8 milyar yıl önce, sonsuz yoğunluk ve sıcaklıkta bir noktadan (singülerite) genişleyerek oluştuğunu savunur.

Durağan Durum (Steady State) Teorisi: Büyük Patlama’ya alternatif olarak 20. yüzyılda önerilen bu teori, evrenin başlangıcı olmadığını ve sonsuz bir geçmişe sahip olduğunu savunur. Evren genişlerken, sürekli olarak yeni madde yaratılır ve evrenin genel yapısı değişmez.

Çoklu Evren (Multiverse) Teorisi: Büyük Patlama’nın bir parçası veya alternatif bir yorumu olarak, bilinen evrenin tek olmadığı, birden fazla evrenin (paralel evrenler) var olabileceğini önerir.

Siklik (Döngüsel) Evren Modeli: Evrenin bir genişleme ve büzülme döngüsü içinde olduğunu öne sürer. Yani, Büyük Patlama bir başlangıç değil, bir önceki evrenin çöküşünden sonraki bir olaydır.

Plazma Evren Modeli: Büyük Patlama yerine, evrenin plazma ve elektromanyetik kuvvetlerin etkisiyle şekillendiğini savunur. Nobel ödüllü fizikçi Hannes Alfvén tarafından önerilmiştir.

Felsefi ve Dini Yaklaşımlar: Bilimsel teorilerin yanı sıra, evrenin oluşumu hakkında felsefi ve dini açıklamalar da bulunmaktadır. Bunlar bilimsel teorilerle çelişebilir veya tamamlayıcı olarak görülebilir:

Teistik Yaklaşımlar: Birçok dini gelenek, evrenin bir yaratıcı (Tanrı) tarafından oluşturulduğunu savunur. Örneğin, Hristiyanlık, İslam ve Yahudilik gibi tek tanrılı dinlerde evrenin bir başlangıcı olduğu ve Tanrı tarafından yaratıldığı inancı vardır.

Panteizm ve Panenteizm: Evrenin kendisinin ilahi olduğunu (panteizm) veya evrenin bir ilahi varlığın parçası olduğunu (panenteizm) savunan felsefi yaklaşımlar.

Doğu Felsefeleri: Hinduizm ve Budizm gibi geleneklerde, evren döngüsel bir süreç olarak görülür ve zamanın başlangıcı veya sonu olmayabilir.

Simülasyon Hipotezi: Modern bir felsefi ve bilimsel hipotez olarak, evrenin bir tür gelişmiş bilgisayar simülasyonu olabileceğini öne sürer. Bu fikir, Nick Bostrom gibi düşünürler tarafından popüler hale getirilmiştir.

Paylaşın

Bilim İnsanları Yaşama Elverişli Yeni Bir Gezegen Keşfetti

Dünya’nın kütlesinin yaklaşık altı katı büyüklüğünde yaşamaya elverişli yeni bir gezegen keşfedildi. Güneş’e çok benzeyen bir yıldızın yörüngesinde yer alan gezegen yaklaşık 20 ışık yılı uzaklıkta.

Gökbilimciler, etrafında döndüğü yıldızın yaşanabilir bölgesinde yer alan ve yüzeyinde sıvı su barındırabilecek denli uygun sıcaklıklara sahip bir ötegezegen keşfetti.

Yüzeyinde sıvı halde su bulundurabilecek koşullara sahip gezegenler, ‘yaşanabilir bölgede’ diye tanımlanıyor. Zira gezegenler yıldıza daha yakın olduklarında sıcaklık arttığı için su buharlaşıyor, daha uzak olduğunda ise su donuyor. Yaşanabilir bölgede yer alan gezegenler ise tıpkı Dünya gibi daha uygun sıcaklık koşullarına sahip oluyor. Bu yüzden bu gezegenler, yaşam barındırması muhtemel cisimler olarak görülüyor.

Hakemli bilimsel dergi Astronomy & Astrophysics’te yayınlanan yeni bir çalışmada ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, HD 20794 d adı verilen yeni gezegen, Dünya’nın kütlesinin yaklaşık altı katına sahip. Üstelik HD 20794 d, Güneş’e çok benzeyen bir yıldızın yörüngesinde dönüyor ve nispeten yakında, 20 ışık yılı uzaklıkla yer alıyor.

Bu da onu gökbilimcilerin bildiği en yakın “potansiyel olarak yaşanabilir” gezegenlerden biri yapıyor. Gezegen hakkında hala cevaplanması gereken bazı önemli sorular var ve üzerinde yaşam olup olmadığını kesinkes söylemek için henüz çok erken. Ancak gökbilimciler yaşanabilirlik konusunda son derece umutlu.

Oxford Üniversitesi’nden astrofizikçi ve çalışmanın ortak yazarı Michael Cretignier, “Gezegenin varlığını doğrulayabilmek benim için büyük bir mutluluktu,” dedi ve ekledi: “Çok yakın olması nedeniyle, gelecekteki uzay görevlerinde bunun bir görüntüsünün elde edilmesi için de umut var.”

Futurism’in aktardığına göre, gezegenin etrafında döndüğü 82 G. Eridani adlı yıldız, Güneş gibi bir sarı cüce. Güneş’in kütlesi bu yıldızınkinin yüzde 80’ine denk geliyor. Ancak bu yıldız Güneş’ten daha yaşlı ve biraz daha sönük.

Bunun yanı sıra HD 20794 d’nin yörüngesi eliptik. Bu nedenle yıldızından uzaklığı önemli ölçüde değişebiliyor. Bu da gezegenin yüzeyindeki koşulları epey değişken hale getirebilir, önemli sıcaklık değişimleri olabilir. Örneğin gezegen yolunun en uzak noktasındayken suyu donabilir. Yine de bilim insanları, bu gezegeni mutlaka araştırmak gerektiğini düşünüyor.

Cretignier, “Yaşanabilir bir bölgede yer alması ve Dünya’ya nispeten yakın olması nedeniyle bu gezegen, potansiyel yaşamı gösteren biyolojik belirtileri aramak için ötegezegenlerin atmosferlerini karakterize edecek gelecekteki görevlerde önemli bir rol oynayabilir,” ifadelerini kullandı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Evrenin Yüzde 95’i Hakkında Hiçbir Şey Bilmiyoruz

“Şimdiye kadar hiç kimse bu garip olgunun nasıl ortaya çıktığını açıklayamadı, ve karanlık enerjiyi açıklamak modern bilimin en zorlu sınavlarından biri olmaya devam ediyor.”

Haber Merkezi / Üsteki alıntı, yazar ve fizikçi Guido Tonelli’nin “Madde: Muhteşem İllüzyon” adlı eserinden.

“Madde: Muhteşem İllüzyon”, karanlık enerjinin keşfini ve evrenin genişlemesini yönlendirdiği bilinen bu garip olguyu açıklamaya yönelik çok sayıda araştırmayı yeniden değerlendiriyor.

Karanlık enerjinin keşfi, herkes için tam bir sürprizdi. Bilim insanları, karanlık enerjiye ilişkin veriler karşısında gözlerine inanamadılar. Ama, veriler karanlık enerjinin varlığına ilişkin şüpheye yer bırakmıyordu.

Evrenin genişlediği hız sabit değildi; aksine, bir süredir her şey her şeyden giderek daha hızlı bir şekilde uzaklaşıyordu.

Bilim insanlarının gördükleri, bekledikleriyle çelişiyordu; durum, evrenin ivmeli genişlemesi fikrine aykırıydı. Bilim insanları, yerçekiminin uyguladığı kuvvetin uzay – zamanın genişleme hızını azaltacağını bekliyordu, ama tam tersi oluyordu.

Bilim insanları, uzun yıllar boyunca, verilerin işaret ettiği şeyin gerçek olup olmadığını veya ölçümlerde hatalar yapılıp yapılmadığını anlamaya çalıştılar, ve sonunda verilerin doğru olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar.

Yeni bir doğal olgunun gözlemlendiğine dair hiçbir şüphe yoktu, ancak bu durum tamamen beklenmedikti.

Stockholm’deki İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, karanlık enerjinin keşfini gerçekleştiren Saul Perlmutter, Brian Schmidt ve Adam Riess’in araştırmalarını kabul etti ve bu bilim insanlarını keşiflerinden dolayı 2011 Nobel Ödülü ile ödüllendirdi.

Her şeyi her şeyden uzaklaştıran ve kesinlikle bilinmeyen bir enerji türü: Karanlık enerji.

Karanlık enerjiye ilişkin bir grup bilim insanı, bir tür anti yerçekimi, çekici olmaktan çıkıp itici hale gelen aşırı garip bir yerçekimi fikrini öne sürerken, bir grup bilim insanı da, pozitif bir enerji fikrini öne sürdü.

Pozitif enerji fikri yıllar öncesine dayanır, bu fikri ilk ortaya atan Albert Einstein’dı.

Bu gizemli enerji biçiminin kökenini anlamaya çalışan bilim insanları, evrenin genişleme hızının, farklı bölgelerde, aynı olup olmadığını saptadılar, ve bu olgunun sonradan baskın hale geldiğini fark ettiler. Evren, uzun bir süre boyunca, şu anki hızından farklı bir hızda genişledi.

Ancak, şimdiye kadar hiç kimse karanlık enerjinin neden veya nasıl ortaya çıktığını açıklamayı başaramadı ve karanlık enerji modern bilimin en zorlu sorularından biri olmaya devam ediyor.

Karanlık enerjinin kökenine dair bilinmezlik devam etse de, karanlık enerjinin evrenin geometrisi ve maddenin yoğunluğundaki mekansal dalgalanmalar üzerindeki etkilerinin ölçümleri, bu bileşenin evrenin maddi bileşimindeki ağırlığının ölçülmesini mümkün kılmıştır.

Sonuç, karanlık enerji evrenin toplam kütlesinin yaklaşık yüzde 68’ine katkıda bulunuyor. Evrenin yaklaşık üçte ikisi bu bilinmez bileşenden oluşuyor.

Karanlık enerjinin katkısını da topladığımızda, evrenin yüzde 95’i hakkında hiçbir şey bilmediğimizi kabul etmek zorunda kalıyoruz.

Paylaşın

Genişleyen Evren Teorisine Meydan Okumak: Karanlık Enerji “Yok”

Karanlık enerji, bilimin en büyük gizemlerinden biri olmaya devam ediyor. Bilim insanları, geçtiğimiz yüzyıl boyunca, Evren’in her yöne doğru genişlediğini ileri sürdüler.

Haber Merkezi / Bilim insanları, karanlık enerji fikrini de, açıklayamadıkları fiziğin yerine geçen bir kavram olarak kullandılar.

Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki Canterbury Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı, Tip Ia süpernovalarının geliştirilmiş ışık eğrisi analizini kullanarak, Evren’in “daha engebeli” bir şekilde genişlediğini ileri sürerek, geleneksel anlayışa meydan okuyor. Araştırmada yer alan bilim insanlarına göre, karanlık enerji yok.

Mevcut anlayış, Evren tekdüze bir şekilde genişlediğini varsayar.

Boş bir uzayda zaman bir galakside olduğundan daha hızlı geçer, çünkü yer çekimi, zamanı yavaşlatır. Araştırmaya göre, Samanyolu’ndaki bir saat, Evren’deki boşluklardaki ortalama bir saatten yaklaşık yüzde 35 daha yavaştır; bu da bu boşluklarda milyarlarca yıl daha geçeceğini göstermektedir. Evren’in genişlemesi hızlanıyor gibi görünmektedir, çünkü Evren’de uzanan boş boşluk ne kadar genişlerse, genişleme için o kadar fazla alan sağlar.

Araştırmayı yöneten Profesör David Wiltshire, “Bulgularımız, evrenin giderek artan bir oranda genişlemesinin nedenini açıklamak için karanlık enerjiye ihtiyacımız olmadığını gösteriyor” diyor ve ekliyor: Karanlık enerji, içinde yaşadığımız evren kadar engebeli bir evrende, genişlemenin kinetik enerjisindeki değişimlerin yanlış tanımlanmasıdır.

“Araştırma, genişleyen evrenimizin tuhaflıkları etrafındaki temel sorulardan bazılarını çözebilecek ikna edici kanıtlar sunuyor” diyen David Wiltshire, “Yeni verilerle evrenin en büyük gizemi on yılın sonunda çözülebilir” ifadelerini kullanıyor.

Karanlık enerji, Evren’in kütle – enerji yoğunluğunun yaklaşık üçte ikisini oluşturur ve genel olarak maddeden bağımsız olarak işleyen zayıf bir anti-yerçekimi kuvveti olduğuna inanılır.

Karanlık madde ve karanlık enerji nedir?

Karanlık madde, evrenin yapısının muhtemelen yaklaşık yüzde 27’sini oluşturduğu düşünülen gizemli bir maddedir. Nedir? Ne olmadığını söylemekten biraz daha kolaydır.

Lambda Soğuk Karanlık Madde Modeli (diğer adıyla Lambda-CDM modeli veya bazen sadece Standart Model) adı verilen bir modele göre atomlar evrenin yaklaşık yüzde 5’ini oluşturur. Karanlık madde, karanlık enerji ile aynı şey değildir. Standart Model’e göre karanlık enerji evrenin yaklaşık yüzde 68’ini oluşturur.

Karanlık madde görünmezdir; ışık veya X-ışınları veya radyo dalgaları gibi herhangi bir elektromanyetik radyasyon yaymaz, yansıtmaz veya emmez. Bu nedenle, evrene dair tüm gözlemlerimiz, kütle çekim dalgalarını tespit etmenin yanı sıra teleskoplarımızda elektromanyetik radyasyonu yakalamayı içerdiğinden, aletler karanlık maddeyi doğrudan tespit edemez.

Yeni gözlemler Evrenin mevcut genişleme hızını sorgulamaya devam ediyor. Büyük Patlama’nın art ışımasından elde edilen kanıtlar, Evren’in “son genişlemesi” ile açıkça çelişiyor; bu anomali “Hubble gerilimi” şekline ifade ediliyor.

“Artık o kadar çok veriye sahibiz ki, 21. yüzyılda nihayet şu soruyu cevaplayabiliriz: Karmaşıklıktan basit bir ortalama genişleme yasası nasıl ve neden ortaya çıkıyor?” sorunu soran Wiltshire, “Einstein’ın genel görelilik kuramıyla uyumlu basit bir genişleme yasasının Friedmann denklemine uyması gerekmez” diyor.

Friedmann denklemi, genel görelilik kapsamında homojen ve izotropik modellerde evrenin genişlemesini belirleyen denklemlerdir. Evrenin yoğunluğu, yeterince büyük bir hacim göz önüne alınarak ve gözlenen kütle ölçülerek bulunur. Bu kütleyi belirlemek için, bu hacim içinde gözlenen parlak galaksiler sayılır ve bu sayı ortalama bir galaksinin kütlesiyle çarpılır.

Bir galaksinin kütlesinin, galaksinin sarmal ya da elips biçiminde olduğu belirtildiğinde, ortalama olarak türünü temsil ettiği varsayılır. Bu yöntemlerden birinde, galaksi merkezi çevresinde dönen gaz bulutlarının yaydığı 21 cm hidrojen çizgisi ölçülür ve galaksi merkezinden itibaren ölçülen çeşitli uzaklıklar için dönme hızı, çizgi genişliklerinden çıkarılır. Buradan da merkezcil ve kütleçekim kuvvetinin eşit olduğu bilindiğinden kütle hesaplanabilir.

Paylaşın