Devasa Büyüklükte Ölü Yıldızlar ‘Mezarlığı’ Bulundu

Bilim insanları Samanyolu’nun üç katı yüksekliğine ulaşan devasa bir ölü yıldızlar “mezarlığı” buldu. Eski güneşlerden oluşan yığın, ilk “galaktik ölüler diyarı” haritasında keşfedildi. Bu harita, o zamandan beri kara delikler ve nötron yıldızları haline gelen çeşitli yıldız kalıntılarını gösteriyor.

Harita, bir zamanlar kendi galaksimizin içinde olan nesnelerin birçoğunun galaksiden dışarı atıldığını ortaya koyuyor. Onları ilk bulan araştırmacılara göre bu nesneler, bizim gördüğümüz şekliyle Samanyolu’ndan “temelde farklı bir dağılım ve yapıda” diziliyor.

Samanyolu gençliğinden beri milyarlarca yıldız oluşturmuş olmalı. Ama şimdiye kadar bunlar büyük ölçüde saklı kalmış, yıldızlararası uzayın karanlığına atılmışlardı.

Orada, gökbilimciler tarafından görülmemiş halde uzanıyorlardı. Ama şimdi bilim insanları, uzun süredir ölü olan bu cesetlerin yaşam döngüsünü yeniden oluşturmayı başardı ve şu anda nerede olabileceklerini çözdü.

Makalenin ortak yazarı, Sidney Astronomi Enstitüsü’nden Peter Tuthill, “Bu antik nesneleri bulmaktaki sorunlardan biri, şimdiye kadar nereye bakacağımızı bilmememizdi” dedi ve ekledi:

“En eski nötron yıldızları ve kara delikler, galaksi daha genç ve farklı şekildeyken yaratıldı ve ardından milyarlarca yıla yayılan karmaşık değişikliklere maruz kaldı. Onları bulmak için tüm bunları modellemek büyük çaba gerektirdi.”

Araştırmacılar bunu, yıldızların uzaydaki hareketlerinin tüm karmaşıklığını açıklayan karmaşık bir model oluşturarak yaptı. Samanyolu’nun galaktik ölüler diyarı versiyonu çok farklı görünüyor: Çok daha yükseklere uzanıyor ve normal galaksimizden gayet iyi tanıdığımız sarmal kolların hiçbiri yok.

Araştırma, bu ölü yıldızların yakınlarda bize dadanmış olabileceğini de gösteriyor. Profesör Tuthill, “İstatistiksel olarak en yakın kalıntılarımız sadece 65 ışık yılı uzakta olmalı; galaktik açıdan aşağı yukarı arka bahçemizdeler” dedi.

Bulgular, Royal Astronomical Society’nin Monthly Notices akademik dergisinde yayımlanan “The Galactic underworld: The spatial distribution of compact remidants” (Galaktik ölüler diyarı: Yoğun kalıntıların uzayda dağılımı) başlıklı yeni bir makalede bildirildi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları İki Yeni Ötegezegen Keşfetti: Biri Yaşama Elverişli Olabilir

Bilim insanları, 105 ışık yılı uzağımızda iki yeni ötegezegen (Güneş Sistemi’nin dışında ve başka bir yıldızın yörüngesinde bulunan gezegen) keşfetti. Ötegezegenlerden birinin yaşama elverişli olabilme ihtimali olduğu belirtildi.

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın TESS teleskobu yardımıyla keşfedildiği belirtilen gezegenlerden birinin yıldızdan yaşama elverişli olabilmeye uygun uzaklıkta olduğu da gelen açıklamalarda yer aldı.

Webtekno‘nun haberine göre yapılan açıklamada 105 ışık yılı uzaklıkta bir cüce yıldızda iki yeni gezegenin bulunduğu ifade edildi. Çalışma bulguları Astronomy & Astrophysics üzerinden yayımlandı.

Uzmanlar, yaşama elverişli olmasa bile bu tarz yıldızına uygun mesafede bulunan kaya gezegenlerin oldukça nadir olduğunu sözlerine ekliyor.

Keşifte yakın kızılötesi dalgalara duyarlı teleskoplar kullanıldı. Gözlemlerde elde edilen veriler de ilk olarak LP 890-9b isimli gezegenin keşfedilmesini sağladı. Ekip, bunun ardından TESS ile gözden kaçırılmış ötegezegenleri aradı ve LP890-9b’den biraz daha uzakta olan ikinci gezegeni keşfetti.

8,4 günlük bir yörünge periyoduna sahip olan bu diğer gezegene de LP 890-9c ismi verildi. İlk gezegenin Dünya’nın kütlesinden 13 kat, ikincisinin ise 25 kat daha fazla olduğu belirtildi. Gezegenlerin Dünya’dan büyük, Neptün’den de küçük kaya gezegenler olması da ‘Süper Dünya’ sınıfına girmelerini sağladı.

Son olarak araştırmacılar, LP 890-9c’nin doğru mesafede bulunması nedeniyle yaşama elverişli olabileceği ihtimali olduğunu söylüyor.

Paylaşın

Uzaylılara Ev Sahipliği Yapabilecek Gezegen Sistemi Keşfedildi

Bilim insanları uzaylı yaşamına ev sahipliği yapıyor olabilecek, iki uzak gezegenden meydana gelen yeni bir gezegen sistemi keşfetti. Bulunan iki gezegen, LP 890-9 adlı küçük, soğuk bir yıldızın yörüngesinde.

Bu, benzer şekilde ilgi çekici TRAPPIST-1’den sonra gezegenlere ev sahipliği yapan en soğuk ikinci yıldız.

Sistemdeki gezegenlerden biri LP 890-9b olarak biliniyor ve Dünya’dan sadece yüzde 30 daha büyük. Gezegen o soğuk yıldıza o kadar yakın ki bir yıl sadece 2,7 gün sürüyor.

Sistemin LP 890-9c diye adlandırılan, tamamen bilinmeyen başka bir gezegeni daha var. Gezegen, birincisine benzer büyüklükte (Dünya’dan yüzde 40 daha büyük) fakat bir yıl daha uzun sürüyor. Yıldızın etrafında dönüşünü 8,5 günde tamamlıyor.

Yeni araştırma, Speculoos (Search for habitable Planets EClipsing ULtra-cOOl Stars, Ultra Soğuk Yıldızların Yörüngesinde olan Yaşanabilir Gezegenler Arayışı) adlı, yeryüzündeki teleskopları kullanılarak gerçekleştirildi. LP 890-9b gibi çok soğuk yıldızlar bu tür takip gözlemlerine ihtiyaç duyar çünkü uzay teleskopları onları tespit etmekte zorlanabilir.

Bilim insanları, yeni gözlemlerine ilk kez NASA’nın güneş sistemimizin dışındaki gezegenleri arayan Geçiş Halindeki Ötegezegen Araştırma Uydusu tarafından muhtemel bir dünya olarak tespit edilen ilk gezegenin varlığını teyit etme umuduyla başlamıştı. Fakat gözlemler sırasında ikinci gezegen de bulundu.

İkinci gezegen, yıldızın uzaylı yaşamı için ne çok sıcak ne de soğuk olan “yaşanabilir bölgesi”nde.

Birmingham Üniversitesi’nde Ötegezegen Bilimi profesörü ve ikinci gezegenin keşfiyle sonuçlanan gözlemleri planlayan Speculoos çalışma grubunun lideri Amaury Triaud, “Yaşanabilir bölge, Dünya’yla benzer jeolojik ve atmosferik koşullara sahip bir gezegenin, suyun milyarlarca yıl boyunca sıvı kalmasını sağlayan bir yüzey sıcaklığına sahip olacağı kavramdır” dedi.

Bu bize daha fazla gözlem yapma, gezegenin bir atmosfere sahip olup olmadığını öğrenme ve eğer öyleyse içeriğini inceleme ve yaşanabilirliğini değerlendirme olanağı veriyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

‘Elmas Yağmuru’ Sanılandan Daha Sık Yaşanıyor Olabilir

Yeni bir bilimsel çalışmada Uranüs ve Neptün gezegenlerinin derinliklerinde oluştuğu sanılan garip yağışın sıradan plastikle yeniden yaratılmasının ardından evrenin her yanında gezegenler üzerine elmas yağıyor olabileceği ileri sürüldü. 

Bilim insanları daha önce bu soğuk gezegenlerin on binlerce kilometre derinlerinde aşırı yüksek basınç ve sıcaklıkta hidrojen ve karbonun katı elmasa dönüştüğü teorisini ileri sürmüştü.

Sciences Advances bilimsel dergisinde yeni yayımlanan bir araştırma ise bu karışıma oksijen eklendiğinde ortaya “elmas yağmuru” çıkmasının tahmin edilenden daha sık görüldüğü sonucuna vardı.

Neptün ve Uranüs gibi buz devlerinin Güneş Sistemi dışındaki en sık görülen gezegenler olması sebebiyle evrenin her yanında elmas yağmuru yaşandığı sanılıyor.

Elmas yağmuru Dünya’daki yağmurdan farklı

Araştırmayı yürüten Almanya’daki HZDR araştırma laboratuvarından fizikçi Dominik Kraus, elmas yağmurunun Dünya’daki yağmurdan farklı olduğunu söyledi.

Kraus, gezegenlerin yüzeyinin altında, elmas oluştuğuna ve yavaşça 10 bin kilometre derinlikteki Dünya büyüklüğünde kayalık çekirdeğe battığına inanıldığını aktardı. Kraus “Bu düşen elmaslar devasa tabakalar oluşturabiliyor ve yüzbinlerce kilometre hatta daha büyük alana yayılabiliyor.

Parlak olmayan ve bir yüzüğe yerleştirmek için mücevher gibi kesilemeyen bu elmaslar, Dünya’daki elmasların oluşumunu sağlayan güçlerin benzerleri ile meydana geliyor.

Bu süreci aynen tekrar etmeyi amaçlayan araştırma ekibi ihtiyaç duydukları karbon, hidrojen ve oksijen karışımını Polietilen Tereftalat (PET) yani gündelik hayatta sıklıkla kullandığımız plastikte hazır halde buldu.

Araştırmacıların çok temiz pet şişeleri kullandığını belirten Kraus, temelde koka kola şişesinin bile bu deneylerde kullanılabileceğini belirtti.

Nano elmaslar üretmek için yeni bir yöntem olabilir

Araştırmacılar Kalifoniya’daki Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı’nda (SLAC) yüksek güçlü optik lazeri plastiğin üzerine çevirdi.

Kraus “çok çok kısa X-ışınlarının inanılmaz parlaklığı” sayesinde nano elmas denilen ve çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan küçüklükteki elmasların izlenmesine imkan sağladığını aktardı.

Araştırmayı AFP haber ajansına anlatan Kraus “Bu gezegenlerde büyük miktarlarda bulunan oksijen, hidrojen atomlarının karbondan emilmesini sağlıyor, o nedenle bu elmasların oluşumu çok daha kolay” bilgisini paylaştı.

Nano elmaslar ilaç sevkinden, medikal sensörlere, invaziv olmayan cerrahiden kuantum elektronlarına kadar çok geniş ve giderek artan uygulama alanı bulunuyor. Deney, nano elmasların üretimi için yeni yönteme de işaret etmiş oldu.

SLAC bilim insanlarından ve çalışmanın yazarlarından Benjamin Ofori-Okai nano elmasların şu anda “bir tutam karbon alıp patlayıcılarla patlatarak” elde edildiğini belirterek “Lazer üretimi daha temiz ve daha kolay bir yöntemle nano elmas üretimini bize sunabilir” dedi.

Araştırma henüz hipotez

Elmas yağmuru araştırması henüz bir hipotez, çünkü Güneş Sistemi’nin en uzak gezegenleri olan Uranüs ve Neptün hakkında hala çok az şey biliniyor.

Bugüne kadar yalnızca bir uzay aracı, 1980’de NASA’nın Voyager 2 uzay aracı, bu iki buz devini geçti ve araştırmalarda gönderdiği veriler hala kullanıyor.

NASA önümüzdeki 10 yıl içinde gezegenlere yönelik yeni bir göreve başlanacağını açıkladı. Kraus, bunun gerçekleşebilmesi için 10 ya da 20 yıl daha geçmesi gerekse de yine de “harika bir şey” olacağı görüşünde.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Tamamen Suyla Kaplı Gezegen Keşfedildi

Bilim insanları, uzaylıların yaşadığı gerçek bir su dünyası olabilecek, tüm gezegeni kaplayan okyanusa sahip bir ötegezegenin izini sürüyor… Gökbilimciler yakın bir bölgede, suyla kaplandığı kanıtlanan ilk gezegen olabilecek bir ötegezegen keşfetti.

TOI-1452 b, Ejderha (Draco) takımyıldızında ve Dünya’dan yaklaşık 100 ışık yılı uzaklıkta yer alan, gezegenimizden biraz daha geniş ve büyük bir ötegezegen. Bilimsel dergi The Astronomical Journal’da çarşamba günü yayımlanan bir makalede, Montreal Üniversitesi’nden araştırmacılar, gezegenin kütlesinin büyük ölçüde, kayadan daha seyrek ama gazdan daha yoğun bir şeyden oluştuğunu gösterdiğini belirledi. Bu da küresel bir okyanusun olası bir işareti.

Montreal Üniversitesi’nde astrofizik doktora öğrencisi Charles Cadieux, yapılan açıklamada, “TOI-1452 b, bugüne kadar bulduğumuz en iyi okyanus gezegeni adaylarından biri” dedi.

Yarıçapı ve kütlesi, Dünya gibi temelinde metal ve kayadan oluşan bir gezegen için beklenenden çok daha düşük bir yoğunluğa işaret ediyor.

TOI-1452 b, gökbilimcilerin dikkatini ilk olarak NASA’nın Geçiş Halindeki Ötegezegen Araştırma Uydusu (TESS) uzay aracıyla çekti. Bu uydu, uzak yıldızların ışığında meydana gelen karartılara odaklanıyor. Çünkü bu karartılar o yıldızların önünden bir ötegezegen geçtiğini gösteriyor. TESS verileri de bir ötegezegenin varlığına işaret ediyordu ama bu gözlem kesin değildi.

TOI-1452 b’nin yörüngesinde döndüğü yıldız, ikili bir yıldız sisteminin parçası ve TESS bu sistemdeki yıldızları tek tek çözümleme gücüne sahip değil. Ancak üniversitenin Observatoire du Mont-Mégantic (OMM) gözlemevi, yeni analitik yöntemlerle birlikte TOI-1452 b’nin var olduğunu doğrulayabildi.

Cadieux, “OMM, bu sinyalin doğasını doğrulamada ve gezegenin yarıçapını tahmin etmede çok önemli bir rol oynadı” dedi.

Bu, rutin bir kontrol değildi. TESS tarafından tespit edilen sinyalin gerçekten de bu ikili sistemdeki iki yıldızdan en büyüğü olan TOI-1452’nin etrafında dönen bir ötegezegenden kaynaklandığından emin olmamız gerekiyordu.

Hawaii’deki Kanada-Fransa-Hawaii Teleskobu’na yerleştirilen bir alet daha sonra gezegenin kütlesini ölçtü.

Çoğunlukla kayalık ve metalik bir gezegen olan ve yüzeyinin yaklaşık yüzde 70’inin suyla kaplı olduğu Dünya’nın aksine, TOI-1452 b tamamen olmasa da büyük ölçüde sudan oluşuyor ve kütlesinin yaklaşık yüzde 30’u sıvıdan meydana geliyor gibi görünüyor. Bu, Dünya’nın okyanuslarından çok Satürn’ün uydusu Enceladus’un buzlu kabuğunun altında gizlendiğine inanılan derin sulara benzeyen bir tür derin küresel okyanus. Zira su, gezegenimizin kütlesinin yüzde 1’inden daha azını oluşturuyor.

Ötegezegenler, güneş sistemimizin dışında yer alıyor.

TOI-1452 b’nin bir okyanus gezegeni olup olmadığı ve bunun, sularında uzaylı yaşamı keşfetme ihtimali hakkında ne anlama geldiği hâlâ kesin değil. Ancak araştırmacılar James Webb Uzay Teleskobu’nun yakında bu tuhaf yeni sulu dünyanın gizemini çözmeyi sağlayabileceğini belirtiyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Uzaydaki Kayıp Gizemli Maddenin Sırrın Çözüldü

Bilim insanları uzayda yok olmuş gibi görünen gizemli ve kayıp maddeyi sonunda tespit etti: Bulgunun gezegenler hakkında bildiklerimizin çoğunda muazzam etkileri olabilir.

Yıldızlar büyürken, etraflarında bol miktarda karbonmonoksit bulunur. Karbonmonoksit, yeni gezegenlerin hayata başladığı ön gezegen disklerinde parlar ve bilim insanlarınca kolayca tespit edilebilir.

Fakat bilim insanları son yıllarda bu karbonmonoksit kütlelerinin büyük bir kısmının eksik olduğunu buldu.

Araştırmacılar bu disklerde ne kadar karbonmonoksit olması gerektiğini hesaplayıp bunu gözlemleriyle karşılaştırdıklarında, hesaplar tutmuyor gibi görünüyordu.

Ama anlaşılan o ki bilim insanları bu gizemi çözdü. Araştırmacılar, kayıp maddenin disklerin içindeki buz oluşumlarında saklandığını söylüyor.

Araştırmayı yöneten NASA Hubble bursiyeri Diana Powell, “Bu, gezegenleri oluşturan disklerdeki çözülmemiş en büyük gizemlerden biri olabilir” dedi.

Gözlemlenen sisteme bağlı olarak, karbonmonoksit seviyeleri olması gerekenden üç ila 100 kat daha az görünüyor; hesaplar muazzam oranda tutmuyor.

Kayıp maddenin gizemi sadece kendi özelinde önemli bir inceleme alanı değil. Karbonmonoksit aynı zamanda bize evrenin diğer kısımları hakkında da bilgi verir. Bu nedenle ölçümünde yaşadığımız herhangi bir sorun, diskleri ve oluşturdukları gezegenlere dair anlayışımızı etkileyebilir.

Dr. Powell, “Karbonmonoksit esasen diskler hakkında bildiğimiz her şeyi (kütle, bileşim ve sıcaklık gibi) tanımlayıp takip etmek için kullanılıyor” dedi.

Bu, disklerden yaptığımız çıkarımların çoğunun hatalı ve belirsiz olduğu anlamına gelebilir çünkü bileşiği yeterince iyi anlamıyoruz.

Dr. Powell kayıp karbonmonoksiti bulma çabasında maddenin bir halden diğerine geçme modellerini kullandı, örneğin katının sıvıya dönüşürken erimesi gibi. Bu tür modeller uzak gezegenleri incelemek için kullanılır fakat buzun parçacıklar üzerinde nasıl oluştuğunu anlamamıza da sağlar.

Bu modeli uyarlayan Dr. Powell, karbonmonoksitin zamanla nasıl değiştiğini anlamaya çalıştı. Daha sonra modeli, üzerinde ayrıntılı olarak çalışılan bazı disklerdeki gerçek karbonmonoksit gözlemleriyle karşılaştırdı ve birbirleriyle uyumlu çıktılar.

İleri araştırmalarda modeli daha fazla denemek için NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu kullanılabilir. Ayrıca model nihayetinde disklerdeki buzu da tespit edebiliyor.

Bulgular, Nature Astronomy akademik dergisinde yayımlanan “Yüzey enerjisinin etkilediği buz oluşumuyla ön gezegen disklerindeki gaz halindeki CO’nun tükenmesi” (Depletion of gaseous CO in protoplanetary disks by surface-energy-regulated ice formation) başlıklı yeni bir makalede açıklandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilinen En Büyük Yıldızın En Net Fotoğrafı Çekildi

Gökbilimciler, evrenin bilinen en büyük yıldızının şimdiye kadarki en net görüntüsünü elde etti. Bu gelişme, dev yıldızların daha önce düşünüldüğü kadar büyük olmayabileceğini gösteriyor.

Bilinen en büyük yıldızlardan bazılarının (kimisi Güneş’in kütlesinin 100 katından fazla) nasıl oluştuğunu anlamaya çalışan bilim insanları, bu devlerin gözlem görüntülerini elde etmekte özellikle zorlanıyor.

Bunun nedeni, bu devlerin genellikle tozla kaplı yıldız kümelerinin kalabalık merkezlerinde bulunmalarıdır.

Araştırmacılar, ayrıca bu tür yıldızların enerji rezervlerini sadece birkaç milyon yıl içinde tüketerek hızlı yaşayıp genç öldüğünü söylüyor.

Şili’de bulunan ve ABD Ulusal Bilim Vakfı’na bağlı NOIRLab’ın işlettiği Uluslararası Gemini Gözlemevi’nin parçası olan 8,1 metrelik Gemini South teleskobunu kullanan gökbilimciler, bilinen en büyük yıldız olan R136a1’in şimdiye kadarki en net görüntüsünü elde edebildi.

Geçmiş çalışmalar R136a1’in Güneş’in 250 ila 320 katı kütleye sahip olduğunu öne sürerken, yeni gözlemler bu dev yıldızın güneş kütlesinin sadece 170 ila 230 katı olabileceğini gösteriyor.

R136a1 hâlâ bilinen en büyük yıldız olarak nitelendirilmesine karşın gökbilimcilere göre bulgular, “yıldız kütleleri üzerindeki üst sınırın önceden düşünülenden daha düşük olabileceğini” gösteriyor.

Çalışma sonuçlarının, Güneş’in kütlesinin 150 katından fazla olan yıldızların yıkıcı patlamalı ölümü sırasında ortaya çıkan helyumdan daha ağır elementlerin evrendeki kökeni üzerine çıkarımları da var.

Devasa yıldızın daha önce teleskopla yapılan gözlemlerinde, yakınındaki kümenin üyesi tüm yıldızları tek tek seçecek kadar net görüntüler elde edilememişti.

Fakat yeni çalışmada, Gemini South’un Zorro cihazı “benek görüntüleme” olarak bilinen bir teknik kullanarak önceki gözlemlerin çözünürlüğünü aşabildi. Bu teknik, yer tabanlı teleskopların Dünya atmosferinin bulanıklaştırıcı etkisinin üstesinden gelmesini sağlıyor.

Araştırmacılar, binlerce kısa pozlama görüntüsü alınan bu tekniği kullanıp verileri dikkatlice işleyerek, bulanıklığın neredeyse tamamını ortadan kaldırabildi.

Çalışmanın ortak yazarlarından Ricardo Salinas, “Bu sonuç, doğru koşullar göz önüne alınarak sınırları zorlanan 8,1 metrelik bir teleskobun, açısal çözünürlük söz konusu olduğunda sadece Hubble Uzay Teleskobu’na değil, James Webb Uzay Teleskobu’na da rakip olabileceğini gösteriyor” dedi.

Sonuçlarımızı yorumlarken dikkatli olunmasını tavsiye etsek de gözlemlerimiz en büyük yıldızların bir zamanlar düşünüldüğü kadar büyük olmayabileceğini gösteriyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Süper Kütleli Kara Deliğin Etrafında Işık Halkası Bulundu

Süper kütleli bir kara deliğin ilk kez çekilen fotoğrafını inceleyen bilim insanları, kara delikler hakkında uzun süredir var olan bir teoriyi doğrulayarak, onu çevreleyen ateşli turuncu parıltının altında saklanan parlak bir ışık halkasını ortaya çıkardı.

2019’da bilim insanları, Dünya’dan yaklaşık 53 milyon ışık yılı uzaklıktaki M87 galaksisinin merkezindeki süper kütleli kara deliğin ilk fotoğrafını elde etmek için Olay Ufku Teleskobu’nu kullandı. Turuncu aleve benzeyen bir şeyle çevrili bulanık koyu bir dairenin oluşturduğu görüntü, projede çalışan bilim insanlarından biri tarafından hemen Yüzüklerin Efendisi’ndeki “Sauron’un Gözü”ne benzetildi.

2019’daki görselde ortaya çıkan turuncu parıltı, kara deliğin tek yönlü ağzında kaybolmadan önce giderek daha dar yörüngelerde dönen gaz ve tozun yoğun ısınmasından kaynaklanıyor.

Ancak bilim insanları, teorik olarak M87’deki kara deliğin etrafını saran parlak bir ışık şeridi olması gerektiğini de biliyordu; ışık parçacıklarından ya da fotonlardan oluşan bir halka, kara deliğin son derece güçlü yerçekimi tarafından bükülmeliydi.

Şimdiyse Waterloo Üniversitesi’nden astrofizikçi Avery Broderick liderliğindeki bir ekip, orijinal Olay Ufku Teleskobu Verilerini yeniden işledi ve Güneş’imizden 6 milyar kat daha büyük kara deliğin çevresindeki parlak bir ışık şeridi olarak tahmin edilen halkayı ortaya çıkardı. Sonuçlar pazartesi günü The Astrophysical Journal akademik dergisinde yayımlandı.

Dr. Broderick yaptığı açıklamada, “Ateşböceklerini görmek için projektörü kapattık” dedi ve ekledi: Bir kara deliğin etrafındaki yerçekiminin temel bir işaretini çözmek gibi çok önemli bir şey yapmayı başardık.

Bir kara deliğin doğrudan görüntülenmesi ve bu görselin yeni bir işleme tabi tutulması, radyo frekansı gökyüzünde devasa bir mercek olarak birlikte çalışan dünya çapında bir dizi radyo teleskobu olan Olay Ufku Teleskobu’nun inşasıyla mümkün oldu.

Teleskobun görseller yerine radyo frekanslarını işlemesi ve sayısız bireysel teleskobu koordine etmesi, Dr. Broderick’in ekibinin kullandığı türden veri işlemeyi kolaylaştırdı. Broderick, “özünde hesaplamaya dayalı” bir bilimsel araç olarak, “Çeliğe olduğu kadar algoritmalara da bağımlı. Son teknoloji ürünü algoritmik gelişmeler, görüntünün temel özelliklerini araştırırken geri kalanını Olay Ufku Teleskobu’nun doğal çözünürlüğünde oluşturmamızı sağladı” dedi.

Dr. Broderick’in ekibi 2019’daki görüntüyü derinlemesine incelerken, Olay Ufku Teleskobu, Samanyolu galaksimizin merkezindeki süper kütleli kara deliğin mayısta yayımlanan ilk görüntüsü de dahil evrenin yeni fotoğraflarını çekmeye devam ediyor. Bilim insanları, süper kütleli kara deliklerin çoğu galaksinin merkezinde gizlenebileceğine ve galaktik evrimde önemli bir rol oynayabileceğine inanıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

En Parlak Yıldızların Gezegenleri Parçaladığı Bulundu

Yeni yapılan bir araştırmaya göre gece gökyüzündeki en parlak yıldızlar gezegenleri parçalıyor. Bu, HD 56414 b adlı yeni ve son derece olağandışı bir gezegen keşfeden araştırmacıların iddiası.

Gezegen sıcak ve kısa ömürlü A tipi bir yıldızın etrafında dönüyor. Bilim insanları genellikle bu tür parlak yıldızların etrafında Jüpiter’den daha küçük gaz devleri bulmaz.

Son birkaç on yılda gökbilimciler galaksimizde çeşitli yıldızların etrafında binlerce ötegezegen buldu. Neredeyse hepsi (yüzde 99’dan fazlası), küçük kırmızı cücelerden ortalama büyüklükteki Güneş’imizden biraz daha büyük kütleli olanlara, küçük yıldızların etrafında dönüyor.

Fakat daha büyük kütleli yıldızlar yapayalnız olma eğiliminde. A tipi yıldızlar gibi gece gökyüzümüzdeki en parlak yıldızlardan bazılarını temsil eden nesnelerin etrafında az sayıda ötegezegen bulunur. Bulunan ötegezegenlerin çoğu nispeten kocamandır; Jüpiter büyüklüğünde, hatta daha da büyüktür.

Kısmen bulunması zor olduğundan, yeni gezegen durumun sebebine dair ipucu verebilir. Çoğu ötegezegen, yıldızlarının önünden geçerken meydana gelen ışık düşüşlerini izleyerek keşfedilir. Bu da en yaygın bulunanların kısa ve hızlı yörüngelere sahip olduğu anlamına gelir.

Fakat yeni gezegenin nispeten uzun bir yörünge süresi var. Bunun nedeni, daha kolay bulunanların kendi A tipi yıldızlarına daha yakın olması ve bunu yaparken de gazlarının güneşleri tarafından parçalanarak arkalarında tespit edilmesi imkansız bir çekirdek bırakması olabilir.

Bilim insanları bunu daha önce daha kırmızı yıldızlar için öne sürmüştü. Fakat bunun daha sıcak yıldızlara yayılıp yayılmadığını bilmek zordu çünkü çok azının gezegeni vardı.

UC Berkeley yüksek lisans öğrencisi Steven Giacalone, “Gerçekten devasa yıldızların etrafında bildiğimiz en küçük gezegenlerden biri bu” dedi.

Aslında bu, Jüpiter’den daha küçük bir gezegene sahip olan bildiğimiz en sıcak yıldız. Söz konusu gezegenin başlıca ilginçlik sebebi, bu tür gezegenleri bulmanın gerçekten zor olması ve muhtemelen yakın gelecekte onlar gibi çok fazla gezegen bulamayacağız.

Bulguları açıklayan makale The Astrophysical Journal akademik dergisinde yayımlanmak üzere kabul edildi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları, Yıldız Tozunun Kaynağını Bulduklarına İnanıyor

Bilim insanları Güneş Sistemi’mizdeki yıldız tozunun nereden geldiğini bildiklerine inanıyor. Yıldız tozu genellikle yıldızlardan gelen gazların soğumasından kaynaklanan, rüzgar veya şiddetli bir süpernova yoluyla uzaya püskürtülen toz parçacıkları olarak düşünülür.

Bu süreçte, uçucu olmayan elementlerin büyük bir kısmı yoğunlaşarak yıldız tozuna dönüşür fakat birçoğu tekrar yok olacaktır. Hayatta kalan parçacıklar yaklaşık 4.6 milyar yıl önce Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin bünyesine katıldı.

Bilim insanları, yıllarca Güneş Sistemi’mizdeki yıldız tozunun sadece nispeten az bir kısmının süpernovalardan ve onları doğuran süper dev yıldızlardan geldiğini varsaydı. Fakat yeni araştırmalar, Güneş Sistemi’ndeki yıldız tozunun yüzde 25’inden fazlasının süpernovalardan geldiğini gösteriyor.

Araştırmacılar, “güneş öncesi parçacıklara” veya Güneş Sistemi’mizden önce var olan ve halen bulunabilen yıldız tozuna bakarak bunu keşfetti. Günel öncesi parçacıklar göktaşlarında ya da uzaydan Dünya’ya düşen diğer maddelerde bulunabilir ve sıradışı kimyasal yapılarıyla tanınırlar.

Bilim insanları, güneş öncesi parçacıkları inceleyerek Güneş Sistemi’mize tozlarını bırakan yıldız türlerini belirleyebiliyor. Bu da kimyasal elementlerin nereden geldiğini ve gezegenimizin çevresinin sıfırdan nasıl oluştuğunu daha iyi anlamamızı sağlıyor.

MPI Kimya’da Parçacık Kimyası Bölümü’nde grup lideri ve Nature Astronomy’de yayımlanan makalenin baş yazarı Peter Hoppe, “Yıldız tozunun çok daha büyük bir kısmının süpernova patlamalarından geldiğinin bilinmesi, araştırmacılara yıldızlararası ortamda toz evriminin bilgisayar modellerini oluşturmak için önemli yeni parametreler sağlıyor” dedi.

Bu durum, süpernova şok dalgaları içlerinden geçerken, özellikle yeni ortaya çıkan süpernova tozunun ve eski yıldızlararası tozun hayatta kalmasını tanımlarken geçerli.

Toz, yıldızlararası moleküler bulutlardaki kimyasal reaksiyonların katalizörü olabileceğinden ve yeni gezegenlerin yapıtaşları olduğundan, yıldız tozunun zamanla uzaya nasıl karıştığını keşfetmek, güneş sistemlerinin nasıl geliştiğine dair yeni bir bakış açısı sağlayabilir.

Yıldız tozu

Yıldızların yaşam döngüleri vardır. Uzayda toz ve gaz parçaları yoğunlaşıp birbirinin üzerine çöküp ısındığında doğarlar. Oluşan yıldızlar milyonlarca ile milyarlarca yıl boyunca yanarlar ve sonra ölürler.

Öldüklerinde rüzgârlarında oluşan parçacıkları uzaya fırlatırlar ve bu yıldız tozu parçalarından yeni gezegenler ve uyduları, göktaşları ile birlikte yeni yıldızlar oluşur.

Bir yıldızdan kopup uzaya saçılarak soğuyan parçalara yıldız tozu adı verilir. Bu yıldız tozları bir meteor içinde sıkışıp milyarlarca yıl boyunca orada kalabilir. Bunlar Güneş Sisteminden önceki zamanda neler olup bittiği hakkında ipuçları taşırlar.

Ancak bu tür antik tanecikleri bulmak zordur. Oldukça ender bulunurlar. Bu taneciklere Dünya’ya düşen meteorların sadece yüzde beşinde rastlanır.

Paylaşın