Asur İmparatorluğu, Dini Süper Güç Olmak İçin Nasıl Kullandı?

Din, uygarlığın başlangıcından beri iktidarı elinde tutan veya tutanlar tarafından, çıkarlar için kullanılmıştır. Asur İmparatorluğu, dini ve özellikle ulusal tanrıları Aşur’u (Assur) süper güç olmak için bir araç olarak kullanmıştır.

Haber Merkezi / Din, Asur İmparatorluğu’nun siyasi, askeri ve kültürel egemenliğini pekiştirmede merkezi bir rol oynamış, hem iç birliği sağlamış hem de fethedilen halklar üzerinde otorite kurmaya yardımcı olmuştur.

Aşur, Asur şehrinin tanrısından imparatorluğun tanrısına yükseltilmiş ve tüm Asur topraklarını sembolize eden bir figür haline gelmiştir. Asur kralları, kendilerini Aşur’un yeryüzündeki temsilcileri ve onun iradesini yerine getiren yöneticiler olarak sunmuşlardır. Bu, kralların otoritelerini tanrısal bir meşruiyetle güçlendirmelerini sağlamıştır.

Örneğin, kraliyet yazıtlarında zaferler ve fetihler, Aşur’un iradesi ve desteğiyle gerçekleşmiş gibi sunmuştur. Aşur’un gücü, imparatorluğun genişlemesiyle paralel olarak diğer tanrıları gölgede bırakacak şekilde yüceltilmiştir.

Asur ordusu, fetih seferlerini Aşur’un emriyle gerçekleştirdiğini öne sürerek, hem askerlerini motive etmiş hem de düşman üzerinde psikolojik bir baskı oluşturmuştur. Savaşlar, Aşur’un düşman tanrılarına karşı savaşı olarak çerçevelendirilmiştir.

Örneğin, Asur kralı II. Aşurnasirpal (MÖ 884 – 859) ve III. Tiglat Pileser (MÖ 745 – 727) gibi krallar, zaferlerini Aşur’un adıyla yüceltmiş ve bu zaferleri anıtlar, kabartmalar ve yazıtlarla propaganda aracı olarak kullanmışlardır.

Asur, fethedilen bölgelerdeki yerel tanrılara saygı gösterse de, Aşur’un üstünlüğünü vurgulamış ve bazen yerel tapınaklara Aşur heykelleri yerleştirerek sembolik bir egemenlik kurmuştur.

Ayrıca, Asur’un sürgün politikası (yerel halkları başka bölgelere taşıma ve Asurluları yerleştirme) dinî ve kültürel asimilasyonu hızlandırmış, Aşur kültünü yayarak imparatorluk birliğini güçlendirmiştir.

Asur kralları, Aşur’a adanmış büyük tapınaklar inşa ederek hem dini hem de siyasi güçlerini sergilemişlerdir. Bu tapınaklar, imparatorluğun zenginliğini ve Aşur’un üstünlüğünü gösteren mimari başyapıtlar olarak hizmet vermiştir.

Dinî festivaller ve ritüeller, halkı kraliyet otoritesine bağlamak için düzenlenmiş, bu etkinlikler sırasında kralların Aşur’la olan özel ilişkisi vurgulanmıştır.

Asur sanatı, özellikle kabartmalar ve heykeller, Aşur’un gücünü ve kralların tanrısal desteğini yüceltmek için kullanılmıştır.

Örneğin, Asurbanipal’in (MÖ 668 – 631) sarayındaki kabartmalar, kralın Aşur’un yardımıyla düşmanlarını yendiğini veya aslan avladığını göstererek hem tanrısal desteği hem de kralın kahramanlığını vurgulamıştır.

Asur kralları, Aşur’un otoritesini kullanarak merkeziyetçi bir yönetim kurmuşlardır. Örneğin, krallar Aşur tapınağının ve rahiplerinin etkisini kontrol altına alarak dini kurumları siyasi amaçlarına hizmet edecek şekilde yönlendirmişlerdir.

Aşur’un nitelikleri, Sümer ve Babil tanrıları Anu, Enlil ve Marduk’tan esinlenerek geliştirilmiş, böylece Asur’un dinî sistemi daha kapsayıcı bir hale getirilmiştir. Bu, farklı halkları imparatorluk ideolojisine entegre etmeyi kolaylaştırmış ve Asur’un çok uluslu bir süper güç olarak istikrarını artırmıştır.

Asur İmparatorluğu, dini inançları ve özellikle Aşur’u merkeze alan ideolojisini, süper güç statüsünü inşa etmek ve sürdürmek için ustalıkla kullanmıştır.

Aşur’un tanrısal otoritesi, kralların meşruiyetini güçlendirmiş, askeri fetihler tanrısal bir misyon olarak sunulmuş, fethedilen yerler dini asimilasyonla kontrol altına alınmış ve sanat ile propaganda aracılığıyla imparatorluk ideolojisi yaygınlaştırılmıştır.

Bu stratejiler, Asur’un MÖ 7. yüzyılda Yakın Doğu’nun en büyük imparatorluklarından biri olmasını sağlamıştır. Ancak, aşırı genişleme, iç karışıklıklar ve iklim değişikliği gibi faktörler, dini ideolojinin sağladığı bu gücü sürdürememiş ve imparatorluğun MÖ 612 – 609’da çöküşüne yol açmıştır.

Paylaşın

AK Parti’nin “Dindar Nesil” Politikaları Gençleri Neden Etkilemiyor?

AK Parti iktidarının ‘dindar nesil’ politikalarının Türkiye gençliği üzerinde etkili olmadığını vurgulayan Doç. Dr. Ertit, başta din olmak üzere doğaüstü öğretiler yeni kuşakların hayatına daha az yön verdiğini belirtiyor.

AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan çokça tartışılan “Dindar nesil yetiştireceğiz” cümlesini ilk kez kullanalı 13 sene geçti. Nüfusunun çoğunluğu hangi dine mensup olursa olsun, modernleşen ülkelerde sekülerleşme trendi görülüyor ve Türkiye de bunlardan biri.

Bundan yedi sene önce, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş çok konuşulan bir açıklama yapmış ve esasında bir tanrının varlığına inanıp kurumsal dinî yapıları inkâr etmek anlamına gelen deizmi “misyonerlerin Müslüman gençlere kurduğu tuzak” olarak tanımlamıştı.

Deizm, Cumhurbaşkanı’nın da radarına girmiş ve partisinin bir grup toplantısında dönemin Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ı kürsüye çağırarak “Olmaz böyle bir şey” diyerek memnuniyetsizliğini belirtmişti.

Her ne kadar Yılmaz, olaydan sonra yaptığı bir açıklamada “gençlerin deizme kaydığına dair bir değerlendirmemiz yok” ifadelerini kullandıysa da, gençler arasında dindarlığın azaldığı, sadece akademik çalışmalarda değil dindar çevrelerin şikayetlerinde dahi ifade edilen bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Bugünlerde de sıkça gündeme gelen “kültürel iktidar” tartışmaları da, bu soyut kavramın İslam diniyle kesiştiği noktada meydana geliyor.

Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan AK Parti’nin, iktidara geldiği dönemki Avrupa Birliği (AB) ve demokrasi yanlısı söylemlerinden büyük ölçüde uzaklaşmasının ve bilhassa eğitim-öğretimde Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle “dindar nesil” anlayışına yönelmesinin üzerinden kabaca 10 yıldan fazla bir sürenin geçtiği göz önüne alındığında, ortaya çıkan tablodaki ironi dikkat çekiyor.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) verilerine göre 2012-2013 eğitim-öğretim yılında ülke genelinde din öğretimine odaklanan 708 lise varken, aradan geçen 11 yılın ardından 2023-2024 eğitim-öğretim yılında bu sayı 1.723’e yükseldi.

İmam-hatip liselerinin ve ilahiyat fakültelerinin sayıca artışı, “dindar nesil” projesinin önemli bir ayağı olarak görülse de bu kurumların “dindar nesil” yaratmada ne ölçüde başarılı olduğu çokça sorgulanır oldu.

Nitekim Türkiye’de en çok tanınan dini liderlerden Cübbeli Ahmet Hoca da, 2021 yılında katıldığı bir programda “Deizm, ilahiyat okuyanlarda da artıyor. Deizm ya da ateizmin çoğalması bu durumda kaçınılmaz. Çözüm arıyoruz. Öyle bir durumdayız ki gençlerin nerden kafasını karıştırıyorlar” ifadelerini kullanmıştı.

Tüm bu tartışmalar devam ederken din sosyoloğu Doç. Dr. Volkan Ertit, Euronews Türkçe‘ye dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Doç. Dr. Ertit, din sosyolojisi alanında Hollanda’nın Radboud Üniversitesi’nden doktora sahibi ve çalışmaları genç kuşakların sekülerleşme sürecine odaklanmış durumda.

Müslüman çoğunluğa sahip bir ülke olan Türkiye’nin gittikçe sekülerleştiğini gözlemliyoruz. Yaklaşık 10 senedir kitaplarınız ve makalelerinizle bu süreci betimlemeye ve arkasındaki dinamikleri açıklamaya çalışıyorsunuz. Sizce Türkiye’deki “dindar nesil” politikaları nasıl sonuç verdi?

Belki de bu soruyu bu politikaları hayata geçiren ya da Türkiye’de dindar nesil yaratmak isteyenlere sormak gerekiyor. “Sizce devlet eli ile sürdürülen dindarlaştırma politikaları başarılı oldu mu?” diye. Zira sekülerleşme merkezli doktora ya da yüksek lisans tezlerindeki bulgular ya da araştırma şirketlerinin anketleri dinin yeni kuşakların hayatına daha az dokunduğunu ortaya koyuyor. Yeni kuşaklar kendi ailelerine kıyasla ya dine daha az rol veriyorlar ya da dini farklı formlarda ve içeriklerde hayatlarına alıyorlar.

Nedir bu farklılıklar?

Farklılığı birkaç ana konu üzerinden tartışabiliriz. Ben kendi çalışmalarım için inanç, ibadet ve günlük yaşamı merkeze alıyorum. Yani “hangi kuşaklar Allah’a daha fazla inanıyor?, “Hangi kuşaklar daha fazla namaz kılıyor?”, “Hangi kuşakların kıyafet kodları daha dindar?”, “Kuşakların evlilik öncesi flört ve cinsellik konusundaki sınırları arasında fark var mı?”, “Camiler hangi kuşaklar için daha fazla önem taşıyor?”, “Kuşakların tatil algısında bir farklılaşma var mı?”, “Cenaze törenlerindeki dini unsurlarda dönüşüm var mı?” gibi sorular ilk aklıma gelenler.

Sizin tezinizin aksine Türkiye’nin dindarlaştığına dair bir görüş uzun süredir gündemde. Tarikatların devlet eli ile güçlenmesi, din merkezli okul sayılarının artması, diyanetin gün geçtikçe güçlenmesi… Türkiye’nin dindarlaştığına dair bu iddialar “Türkiye sekülerleşiyor” tezinizle çelişmiyor mu?

Türkiye’nin dindarlaştığına dair verdiğiniz örneklere karşı çıkmam mümkün değil. Hatta bu örnekleri ben de arttırabilirim. Ama fark edeceğiniz gibi, dindarlaşma diye bahsedilen başlıkların çoğu devletle ilgili konular. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 2002 yılına kıyasla daha dindar olduğu; hükümetlerin toplumu dindarlaştırmak için elindeki hegemonik araçları da kullanarak çabaladığı inkâr edilebilir mi, emin değilim.

Ancak bu konuların üst başlığı “laiklik”tir, sekülerleşme değil. Sekülerleşme toplumla ilgili bir kavramken laiklik ise devletle ilgili bir kavramdır. Türkiye’nin 2002 yılına kıyasla daha dindar bir devlete sahip olduğu iddiasına karşı çıkan kimse olduğunu sanmıyorum. Ama sekülerleşme tartışmaları açısından esas konu devlet tarafından sayısı arttırılan İlahiyat fakülteleri değil, bu fakültelere giren öğrencilerin kendi ebeveynlerine kıyasla daha dindar hale gelip gelmedikleridir.

Hem toplumun sekülerleşmesi hem de devletin laiklikten uzaklaşması aynı anda olabilir mi?

Pek tabii ki. Devletler laiklikten uzaklaşırken, toplumlar da aynı anda sekülerleşebilirler. Bunlar birbirini çürüten şeyler değil. Benim iddialarımın zorlayıcı tarafı da sanıyorum bu ikisinin benzer döneme denk gelmesi oldu. Yani bir tarafta AK Parti hükümetleri ile daha dindar bir devlet, din ve devletin daha fazla hemhâl olması var; diğer tarafta ise günlük hayatına dini daha az alan bir toplum var.

Konu dışı ama devletin din konusundaki hassasiyetinin artmasının bir sebebi de bu olabilir gibi hissediyorum. Zira devlet kademesinin yaşanan sekülerleşme sürecinden haberdar olmadığını düşünmek naiflik olur. Devletin dindarlaşması toplumun sekülerleşmesini perdelemiş görünüyor. Hem sadece sokakta değil, 2010 yılından önce birkaç akademisyen hariç akademi dünyası dahi toplumun dinden bu denli uzaklaştığını çalışacak konulardan biri olarak görmüyordu.

Peki bu dönüşümü nasıl açıklıyorsunuz?

Hayat dönüşürken “din”e ya da diğer doğaüstü anlatılara daha az ihtiyaç duyulması ile açıklıyorum. Ama bu bana özgü orijinal bir açıklama değil aslında. 1960’lardan itibaren Batı’daki sekülerleşme tartışmalarının merkezinde bu “ihtiyaç” meselesi bulunuyor. Sekülerleşme kavramını “dinsizleşmek” değil “dine daha az ihtiyaç duymak” daha iyi açıklamakta. Geçmişe kıyasla dinin politikadaki gücü artarken toplumsal gücü sınırlanıyor.

Yeni kuşaklar kendi yaşamlarını idame ettirirken dini “daha az referans” alarak hareket ediyorlar. Muhakkak ki dinsizleşme de sekülerleşme demektir; ama esas konu bireylerin dinden tamamen kopması değil, geçmişe kıyasla hayatlarına dini daha az almalarıdır. “Modernleşme” süreci ile dinin hayata dokunduğu anlar kısıtlanıyor.

Sekülerleşme teorisinden mi bahsediyorsunuz?

Kesinlikle. Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm dünya tarihinde ilk defa yaşanmıyor. Bu sürecin  hayret uyandırıcı ya da ilginç olduğunu iddia etmek de kolay değil. “Dinler modernleşme ile günlük yaşamda daha güçsüz hale gelir” temel iddiasını sahip olan sekülerleşme teorisi, nasıl ki 1960’lardan itibaren modern Batı dünyasındaki din özelindeki toplumsal değişimi açıklamak için kullanılıyorsa, aynısı Türkiye için de geçerli. Türkiye bu anlamda tekil ve insanı dumura uğratan bir örnek olarak karşımızda durmuyor.

Türkiye kendi geçmişine kıyasla bilimsel gelişmelerin hayata daha fazla nüfuz ettiği, endüstriyel kapitalizmin, kentleşmenin ve dijitalleşmenin arttığı bir dönemden geçiyor. Yani modernleşiyor. Sekülerleşme teorisine göre, modernleşen ülkelerin sekülerleşmesi beklenir. Bu süreçleri yaşayan ülkeler dinden uzaklaşırken, Türkiye’nin bundan muaf kalacağını beklemek ya da düşünmek için elimizde veri yok. Sokaktaki dönüşüm de işte köklerini Batı dünyasında bulan sekülerleşme teorisinin iddialarının somutlaşmış hali aslında.

İddialarınızın kabul görmemesini neye bağlıyorsunuz?

Sanırım bu biraz da sekülerleşmeyi nasıl anladığımızla ilgili. Türkiye’nin sekülerleştiğini verilere rağmen kabul etmeyen insanları kümelere ayırmak mümkün değil. En azından benim böyle bir çalışmam yok. O nedenle az sonra söyleyeceklerimi speküle ediyorum. Bence ülkenin sekülerleştiğini kabul etmeyen insanlar içerisinde iki grup öne çıkıyor. Birincisi endişeli modernler diğeri ise Hıristiyan dünyasındaki sekülerleşme kavramını anlamına hiç dokunmadan Türkiye’de kullanmak isteyenler.

Biraz açabilir misiniz?

Tabii ki. Birinci grup, yani KONDA’nın 2008 yılındaki çalışması ile isimlerini almış olan “Endişeli Modernler”, sekülerleşmeyi bizatihi olumlu bir şey olarak algılıyor. Sekülerleşme ile demokrasi, laiklik ya da zenginlik arasında bir korelasyon olması gerektiğine inanıyorlar. Sekülerleşme ve kendi ilerleme anlayışlarına paralel bir toplumsal dönüşüm anlatısının neredeyse bir ve özdeş olduğunu sanıyorlar.  Ve “ülke sekülerleşiyor” iddiasını muhtemelen “Türkiye Batılılaşıyor, demokratikleşiyor, zenginleşiyor, laiklik güçleniyor.” şeklinde algılıyorlar. Öyle olunca da hali ile sekülerleşme iddiasına şüphe ile yaklaşıyorlar.

Bu yersiz bir şüphe mi?

Böyle bir beklentinin yersiz olduğunu iddia edemem. Çünkü gerçekten böyle bir korelasyon söz konusu. Zira dünya üzerinde çeşitli endekslerde en iyi durumda olan ülkeler ile en seküler ülkeler arasında bir binişme söz konusu. Ancak her ne kadar yersiz bir beklenti olmasa da, korelasyon ile sebep-sonuç ilişkisini karıştırılabiliyoruz. İki şeyin bir arada olması ile, birinin diğerinin sebebi olacağını düşünmek bizim de ülkemizde sıklıkla yapılan bir mantık hatası aslında.

Zira aynen Türkiye’de ve hatta İran’da olduğu gibi, devlet ve toplum söz konusu din olduğunda farklı pratiklere sahip olabilir. Toplumların sekülerleşmesi, yani günlük yaşamında dine daha az yer vermesi, toplumları ya da devletleri otomatikman evrensel değerlere yaklaştırmak zorunda değildir. Örneğin Kuzey Kore oldukça seküler bir ülke. Ama bahsi geçen değerlerden oldukça uzak. Sekülerleşmeyi bir öcü olarak ya da ulaşılması gereken bir seviye olarak görmek yaşanan dönüşümü anlamayı da güçleştiriyor.

Size katılmayan ikinci grubun temel iddiaları nedir?

Bu ikinci grup, sekülerleşmeyi tamamen dinsizlik olarak kodluyor. Öyle olunca da, eğer bir kişi halen dine inanıyorsa, ya da kendi anne-babasına kıyasla farklı bir dini formu benimsemişse, o zaman sekülerleşmeden bahsedilemeyeceğini düşünüyorlar. Halbuki inançlı kişi sayısı yüzde 90 değil yüzde 100 olsa dahi, yani bir toplumda bir kişi bile inancını kaybetmemiş olsa dahi o toplum hayatın birçok noktasında sert şekilde sekülerleşmiş olabilir.

Bu yaklaşım, yani yaratıcıya inanç oranını merkeze almak sekülerleşme tartışmaları için oldukça sorunlu bir yöntem. Batı’da belli tarihsel ve kültürel süreçlerle şekillenmiş bir kavramın imlediği şeyi kendi toplumumuza direkt entegre etme hatasına düşmüş oluyoruz.  Evet Batı’da inanıyor musun, inanmıyor musun üzerinden yapılıyor bu tartışmalar.

Böyle bir yöntemin Müslüman çoğunluk için kullanılması neden sorunlu?

Çünkü 21. yüzyılda Hristiyanlık ve İslam’ın günlük yaşama nüfuz etme biçimlerinde farklılıklar bulunmaktadır. İslam, ailevi direktifler, gelenekler, Kur’an-ı Kerim, toplumsal değerler, dinî fetvalar, hadisler, komşular ve benzeri araçlarla günlük yaşamı yönlendirme arzusundadır. Ve sekülerleşme için de esas tartışma toplumsal arenayı etkileme gücündeki değişimin yönüdür. Yoksa muhakkak ki inançlı insanlar vardır, ve hatta çoğunluktadırlar. Ama önemli olan inançlı olup olmamanız değil, inancınızın geçmişe kıyasla hayatınızı ne kadar etkilediğidir.

Türkiye’nin sekülerleşmesi bu şekilde sürecek mi sizce?

Bu soruya yanıt vermek için başa dönmek durumundayız. Türkiye neden sekülerleşiyor? Çünkü kendi geçmişine kıyasla modernleşiyor. Bu durumda bu modernleşme süreci tersine dönerse, yani iç savaş çıkarsa; seller, yangınlar, kuraklıklar, depremler ve diğer doğal felaketler günlük yaşamın pratiklerini tamamen etkilerse ve buna benzer büyük altından kalkılmaz altüst oluşlar yaşanırsa, bu gibi zor zamanlarda bireylerin dine ya da diğer doğaüstü anlatılara yönelmeleri beklenen bir durum. Ancak o zamana kadar, devlet eli ile toplumların dindarlaştırılabileceğini düşünmek çok gerçekçi bir beklenti olmayabilir.

Paylaşın

Araştırma: Dini İnancı Güçlü Olanlar Daha Fazla Cinsel Tatmin Yaşıyor

İngiltere’de yürütülen yeni bir çalışma, dini inancı daha güçlü kişilerin daha yüksek cinsel tatmin duygusu yaşadığını ortaya koydu. Araştırmacılar, bu bulguların cinsel davranışların ve cinsel doyumun oluşmasında sosyokültürel normların önemini gösterdiğini vurguladı.

The Journal of Sex Research dergisinde hafta içinde yayımlanan araştırmada, farklı medeni durumlardaki kadın ve erkeklerde dindarlık düzeyi ile cinsel ilişki sıklığı ve tatmin duygusu arasındaki bağlantı incelendi.

Araştırmada, 18 ila 59 yaş arasındaki kadın ve erkeklere yönelik İngiltere Ulusal Cinsel Tutumlar ve Yaşam Tarzları Araştırması’ndan elde edilen veriler kullanıldı.

Uzmanlar sonuçlara ilişkin, “Dindarlık genel olarak daha yüksek cinsel yaşam tatmini düzeyleriyle bağlantılıydı. Bu ilişkiye büyük ölçüde, cinsel ilişki için uygun koşullara yönelik tutumların neden olduğu görülüyor.” ifadelerini kullandı.

Öte yandan, verilere göre dinin hayatlarında daha büyük yer kapladığını belirten kadın ve erkeklerin cinsel ilişki sayısı ortalamada diğerlerine göre daha düşüktü.

‘Evliliğin kutsallığına ilişkin dini duygular kadınlar için daha önemli’

Çalışmayı yürüten uzmanlardan Norveç Halk Sağlığı Enstitüsü ve Columbia Üniversitesi’nden Dr. Vegard Skirbekk, “Dindar bireylerin gündelik cinsel ilişkiye girme olasılıkları daha düşük olduğundan ve cinsel aktiviteyi aşka dayalı bir ilişkiyle sınırlandırma olasılıkları daha yüksek olduğundan, resmi birlikteliğin dışındaki cinsel aktivitelere ilişkin beklentileri azalabilir. Bu ayrnı zamanda cinsel hayatlarında yaşadıkları doyumu artırabilir.” şeklinde konuştu.

Skirbekk, evlilik dışı cinsel ilişkinin onaylanmaması ve evliliğin kutsiyetine ilişkin dini duyguların kadınlar için erkeklere oranla daha fazla önem arz ettiğini söyledi. Ancak genel olarak dini hayatlarında daha önemli olarak görenlerin genel olarak cinsel yaşamlarından daha memnun olduğu görüldü.

Araştırma ayrıca yaşam boyunca hiç cinsel partnere sahip olmamanın ya da çok sayıda cinsel partnere sahip olmanın daha düşük cinsel tatmin oranlarıyla bağlantılı olduğu öne sürdü. Kadın ve erkeklerde günü birlik ya da aşk olmadan cinsel ilişkiye verilen onayın da cinsel tatmin duygusunu olumsuz etkilediği ifade edildi.

Araştırmacılar, bu bulguların cinsel davranışların ve cinsel doyumun oluşmasında sosyokültürel normların önemini gösterdiğini vurguladı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Belirsizlik ilkesini benimsemek!

Tanrı adına ortaya çıkan her şiddet ve baskı örneği, kör bir kesinliğe dayanıyordu. Kişinin varsayımları ve duruşuyla ilgili bir nebze belirsizlik, dinin halkın deliliğine dönüşmesini engelleyecekti. Dinde bağnazlığın karşılığı, siyasetteki totalitarizmdir.

Haber Merkezi / Karl Marx’ın kitlelerin afyonu olarak dini suçlaması, temel bir insan şaşkınlığına işaret ediyor. Gerçeklik nedir? Onunla nasıl ilişki kuracağız? Ya da gerçeği nasıl yanıltmayacağız ve onun için çıldırmayacağız?

Gerçeklik bir ve çoktan oluşur. Birçok kişi bir ile nasıl ilişki kurar? Geçmişte bu ilişkiyi açıklamak için farklı modeller geliştirilmiştir. Platon’a göre bir, çoğunun üstündedir. Plotinus’a göre, bir çoğunun kaynağıdır. Spinoza’ya göre bir, çoğunun temelidir. Hegel’e göre bir, çoğunda içkindir.

Dini kitaplarda özelikle İncil’de gerçeklik fikri, yapı olarak üçlüdür. Tanrı, benlik ve bilinmeyen onun üç parçasıdır. Kutsal üçleme, muamma ile kaplı bir gizemdir. Üçü farklıdır ancak bağımsız değildir. Bir, ancak çok. Daha da önemlisi, açık uçlu bir model içerirler; Dinler aleminin görmezden gelmeyi seçtiği bir şey.

Bu görüşe göre gerçeklik bilinmeyeni içerir. Verilen anda hiçbir şey tamamlanmadı. Gerçeklik insan kontrolünün ötesinde olduğundan, insanın diğer insanlara Tanrı’yı ​​oynaması saçmadır. Bugün uğraştığımız gerçeklik yarın ve daha sonra ortaya çıkabilecek olanı da içeriyorsa, onun üzerinde nasıl hükümdar olunur?

Bu, Heisenberg ilkesinin gerçeklikle ilişkilendirilmesinde bir marjı korur. Ruhsal olarak, insanlığın en iyi müttefiki kesinlik değil, gizemle bağlantılı olan saygılı bir belirsizlik duygusudur.

Bu ruhsal belirsizlik ilkesi, dinler tarihini kirleten muazzam sapkınlıklara karşı bir koruma görevi görebilirdi. Tanrı adına ortaya çıkan her şiddet ve baskı örneği, kör bir kesinliğe dayanıyordu. Kişinin varsayımları ve duruşuyla ilgili bir nebze belirsizlik, dinin halkın deliliğine dönüşmesini engelleyecekti. Dinde bağnazlığın karşılığı, siyasetteki totalitarizmdir.

Dindeki belirsizlik ilkesi, verinin ötesine bakma zorunluluğudur; zaman zaman tüm propagandalara ve savunuculara karşı sorumlu bir şekilde şüpheci olmak. Herkesi, uygunluğun gerektirdiği gibi, bir filin bir sütun ya da bir kaya olduğuna inanmaya ikna etmek propagandanın doğasındadır.

Maneviyat, propagandanın keskinliğinin aksine, hayatın gizemi karşısında saygılı bir sessizliği sürdürür. Ruhun durgunluğunda, çok renkli gökkuşağının güzelliği düşünülür; ama aynı zamanda ötesindeki beyaz parlaklığı seziyor.

Paylaşın