Çin Budist Sanatının İlk Zirvesi: Yungang Mağaraları

Kaya mimarisinin olağanüstü örneklerinden olan Yungang Mağaraları, Çin’in Shanxi eyaletinde, Datong şehrinin yaklaşık 16 kilometre batısında yer alan eski Budist tapınak mağaralarıdır.

Haber Merkezi / 2001 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan mağaralar, Kuzey Wei Hanedanı (386-534) döneminde, özellikle 5. ve 6. yüzyıllarda inşa edilmiştir ve Çin’in en ünlü üç Budist heykel alanından biri olarak kabul edilir (diğerleri Longmen ve Mogao mağaralarıdır).

Mağaralar, Wuzhou Shan dağlarının eteğinde, Shi Li nehri vadisinde, yaklaşık 1 kilometre uzunluğunda bir kumtaşı kayalığının güney yüzüne oyulmuştur. Toplamda 53 ana mağara, 51 binden fazla Buda heykeli ve nişi ile birlikte yaklaşık bin 100 küçük mağara bulunmaktadır.

Heykellerin boyutları birkaç santimetreden 17 metreye kadar değişir ve detaylı oymalarıyla dikkat çeker. Bu eserler, Güney ve Orta Asya’dan gelen Budist sanatının Çin kültürel gelenekleriyle başarılı bir şekilde harmanlandığını gösterir.

Yungang Mağaraları’nın yapımı, Kuzey Wei’nin Budizm’i devlet dini olarak benimsemesiyle başlamıştır. Başkentleri Pingcheng (bugünkü Datong) olan bu hanedan, mağaraları hem dini hem de politik bir sembol olarak kullanmıştır.

İlk mağaralar (16-20 numaralı mağaralar), 460’lı yıllarda ünlü rahip Tanyao’nun önderliğinde, hanedanın beş kurucu imparatorunu anmak için oyulmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise sanat tarzı gelişmiş, heykellerde daha zarif ve Çin’e özgü özellikler ön plana çıkmıştır.

Mağaralar zamanla hava koşulları, kirlilik ve Gobi Çölü’nden gelen kum fırtınaları gibi tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Liao ve Qing hanedanları döneminde restorasyon çalışmaları yapılmış, 1950’lerden itibaren ise modern koruma çabaları hız kazanmıştır. Yungang Mağaraları hem tarihi hem de sanatsal değeriyle önemli bir turistik merkezdir.

Paylaşın

Semerkant: Kültürlerin Kesişme Noktası

Tarihi İpek Yolu üzerinde stratejik bir konuma sahip olan Semerkant, 2 bin 500 yılı aşan tarihiyle medeniyetlerin, kültürlerin ve ticaretin kesişim noktası olmuştur.

Haber Merkezi / Semerkant, Persler, Yunanlar, Araplar, Moğollar, Timurlular ve Ruslar gibi birçok farklı gücün egemenliği altında şekillenmiştir.

Semerkant, 14. yüzyılda Timur’un (Tamerlan) başkent seçmesiyle altın çağını yaşamıştır. Timur, şehri bir sanat, mimari ve bilim merkezi haline getirmiştir.

Bu dönemde inşa edilen Registan Meydanı, Bibi Hanım Camii, Gûr-ı Emir Türbesi ve Şah-ı Zinde Türbeleri, Semerkant’ın eşsiz mimari mirasını oluşturdu.

Registan Meydanı: Semerkant’ın kalbi olan bu meydan, üç büyük medreseyle çevrilidir: Uluğ Bey Medresesi (1417-1420), Tilla-Kari Medresesi (1646-1660) ve Şir-Dor Medresesi (1619-1636). Meydan, Timurlu mimarisinin en görkemli örneklerinden biridir.

Bibi Hanım Camii: Timur’un eşi adına inşa edilen bu cami, 14. yüzyılın en büyük camilerinden biriydi. Çini işlemeleri ve devasa kubbesiyle dikkat çeker.

Gûr-ı Emir Türbesi: Timur’un ve ailesinin mezarlarının bulunduğu bu türbe, mavi kubbesi ve süslemeleriyle ünlüdür.

Şah-ı Zinde Türbeleri: Afrasyab Tepesi’nde yer alan bu nekropol, 11.-15. yüzyıl arasında inşa edilmiş türbelerden oluşur. İslam tarihindeki önemli isimlerin mezarları burada yer alır.

Uluğ Bey Gözlemevi: 15. yüzyılda Uluğ Bey tarafından kurulan bu gözlemevi, astronomi tarihinde çığır açan çalışmalara ev sahipliği yaptı.

Bugün Semerkant, Özbekistan’ın ikinci büyük şehri ve önemli bir turizm merkezidir. Tarihi yapılar restore edilmiş ve şehir, modern altyapıyla donatılmıştır. Şehirde her yıl kültürel festivaller düzenlenir ve İpek Yolu’nun mirasını yaşatmak için etkinlikler yapılır.

2001 yılında UNESCO, Semerkant’ı “Kültürlerin Kesişme Noktası” olarak Dünya Mirası Listesi’ne aldı.

Paylaşın

Türkiye Edebiyatında Modernist Romanın Öncüsü “Tutunamayanlar”

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı, bireyin modern dünyadaki yalnızlığını, toplumla çatışmasını ve varoluşsal arayışlarını derinlemesine işleyen bir başyapıttır.

Haber Merkezi / 1971 – 1972 yıllarında yayımlanan Tutunamayanlar, parçalı yapısı, zengin dili ve çok katmanlı anlatımıyla, sadece Türkiye edebiyatında değil, dünya edebiyatında da önemli bir yere sahiptir.

Roman, Turgut Özben’in, intihar eden arkadaşı Selim Işık’ın hayatını ve ölümünün ardındaki nedenleri anlamaya çalışmasını merkezine alır.

Roman, bireyin modern dünyada kendine yer bulamama, toplumun dayattığı normlara uyum sağlayamama ve entelektüel yalnızlık gibi temaları işler. Atay, bu temaları işlerken hem bireysel hem de toplumsal eleştiriler sunar.

Selim Işık, toplumun beklentilerine uymayan, entelektüel bir bireydir. Onun “tutunamayan” kimliği, modern insanın kimlik krizini ve toplumla uyumsuzluğunu yansıtır. Turgut da Selim’in izini sürerken kendi varoluşsal bunalımına gömülür.

Roman, entelektüel bireyin toplumda anlaşılamamasını ve yalnızlığını çarpıcı bir şekilde ele alır. Selim’in yazdığı “Ansiklopedik Bilgiler” ve Turgut’un “Olric” ile diyalogları, bu yalnızlığın absürt ve ironik bir yansımasıdır.

Atay, Türkiye toplumunun ikiyüzlülüğünü, yüzeyselliğini ve bireyi ezmeye yönelik normlarını eleştirir. Bürokratik düzen, eğitim sistemi ve burjuva ahlakı romanın hedef tahtasındadır.

Roman, yaşamın anlamı, ölüm ve bireyin kendi varlığını sorgulama gibi evrensel temaları işler. Selim’in intiharı, bu sorgulamaların trajik bir sonucu olarak görülebilir.

Tutunamayanlar, modernist bir roman olarak geleneksel anlatı yapısını reddeder. Roman, parçalı bir yapıya sahiptir ve farklı anlatım teknikleriyle zenginleştirilmiştir:

Çok Seslilik: Roman, Turgut’un anlatımı, Selim’in günlükleri, mektuplar, şiirler, oyunlar ve “Ansiklopedik Bilgiler” gibi farklı metin türlerini bir araya getirir. Bu, okura çok katmanlı bir deneyim sunar.

İç Monolog ve Bilinç Akışı: Turgut’un Olric’le diyalogları ve Selim’in yazıları, bilinç akışı tekniğiyle yazılmıştır. Bu, karakterlerin iç dünyasını derinlemesine anlamamızı sağlar.

Metinlerarasılık: Roman, Batı edebiyatından (özellikle Joyce, Kafka ve Proust’tan) ve Türkiye edebiyatından etkilenmiştir. Atay, bu etkileri kendi özgün üslubuyla harmanlar.

İroni ve Mizah: Atay, ciddi temaları işlerken mizahı ve ironiyi etkili bir şekilde kullanır. Bu, romanın hem trajik hem de komik bir tonda ilerlemesini sağlar.

Romanın Ana Karakterleri:

Selim Işık: Romanın merkezindeki “tutunamayan” figür. Entelektüel, duyarlı, ancak toplumla bağ kuramayan bir karakter. Onun intiharı, romanın ana sorgulamasını başlatır.

Turgut Özben: Selim’in arkadaşı ve romanın anlatıcısı. Selim’in ölümünden sonra onun hayatını anlamaya çalışırken kendi kimlik krizine sürüklenir. Olric, Turgut’un iç sesi olarak roman boyunca ona eşlik eder.

Olric: Turgut’un hayali alter egosu. Onunla diyalogları, Turgut’un iç çatışmalarını ve yalnızlığını yansıtır. Olric, aynı zamanda Atay’ın mizahi anlatımının önemli bir aracıdır.

Diğer Karakterler: Günseli, Esat, Süleyman Kargı gibi yan karakterler, Selim’in ve Turgut’un hayatındaki farklı dinamikleri temsil eder.

Oğuz Atay’ın dili, Tutunamayanlar’ın en dikkat çekici özelliklerinden biridir. Roman, hem gündelik konuşma dilini hem de entelektüel bir üslubu bir arada kullanır.

Atay, Türkçeyi zenginleştiren kelime oyunları, ironik ifadeler ve edebi göndermelerle dolu bir metin yaratır. Aynı zamanda, dildeki bu çeşitlilik, karakterlerin iç dünyasını ve toplumsal eleştirileri aktarmada güçlü bir araçtır.

Tutunamayanlar, Türkiye edebiyatında modernist romanın öncüsü kabul edilir. Geleneksel hikâye anlatımını kırarak bireyin iç dünyasına odaklanan bu eser, sonraki nesil yazarları derinden etkilemiştir.

Roman, evrensel temaları (yabancılaşma, varoluşsal kriz) Türkiye toplumunun yerel dinamikleriyle harmanlar. Bu, eseri hem yerel hem de küresel bir bağlamda değerli kılar.

Roman, yoğun ve karmaşık yapısıyla okurdan aktif bir katılım talep eder. Bu nedenle, Tutunamayanlar bazı okurlar için zorlayıcı, bazıları için ise büyüleyici bir deneyimdir.

Paylaşın

Korku Bulaşıcı Mıdır?

Korku, hem biyolojik hem de sosyal mekanizmalar yoluyla bulaşıcıdır. Bu, evrimsel olarak hayatta kalmayı desteklese de, modern toplumlarda panik veya yaygın kaygı gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir.

Haber Merkezi / Korkunun bulaşıcılığını azaltmak için rasyonel düşünme, sakinleştirici iletişim ve bilinçli farkındalık önemlidir.

İşte korkunun bulaşıcı olmasının temel nedenleri:

Duygusal Bulaşma (Emotional Contagion): İnsanlar, başkalarının yüz ifadeleri, ses tonu veya beden dili yoluyla duygularını algılar ve bilinçsizce taklit edebilir. Örneğin, birinin korku dolu bir çığlık attığını duymak veya paniklemiş bir yüz ifadesi görmek, çevresindekilerde de korku tepkisini tetikleyebilir. Bu, özellikle kalabalık ortamlarda (örneğin, bir tehlike anında) yaygındır.

Empati ve Ayna Nöronlar: Beynimizdeki ayna nöronlar, başkalarının duygularını ve davranışlarını yansıtma yeteneğine sahiptir. Birinin korktuğunu gördüğümüzde, beynimiz bu duyguyu simüle edebilir, bu da bizim de korku hissetmemize yol açabilir. Bu, evrimsel olarak hayatta kalmak için önemli bir mekanizmadır; çünkü bir grup üyesinin korkusu, potansiyel bir tehlikeye işaret edebilir.

Sosyal Dinamikler: Kalabalıklar içinde korku hızla yayılabilir. Örneğin, panik durumlarında (yangın, deprem gibi) bir kişinin korkulu davranışı, diğerlerini de paniğe sürükleyebilir. Bu, “sürü psikolojisi” ile ilişkilidir ve genellikle rasyonel düşüncenin yerini alır.

Kültürel ve Medya Etkisi: Korku, medya veya sosyal medya aracılığıyla da bulaşabilir. Örneğin, korkutucu bir haber veya felaket senaryoları, toplumlarda yaygın bir kaygı dalgası yaratabilir. Bu, özellikle belirsizlik dönemlerinde (pandemiler, ekonomik krizler) belirgindir.

Bilimsel Kanıtlar: Araştırmalar, korkunun amigdala (beynin korku merkezi) aracılığıyla hızla işlendiğini ve sosyal ipuçlarıyla tetiklendiğini gösteriyor. Örneğin, 2018’de Nature Communications dergisinde yayınlanan bir çalışma, korku ifadelerinin diğer bireylerde otomatik olarak benzer tepkileri tetiklediğini ortaya koymuştur.

Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar da korkunun bulaşıcı olduğunu desteklemektedir; örneğin, farelerde bir bireyin korku kokusu (feromonlar yoluyla) diğer farelerde korku tepkisini tetikleyebilir.

Paylaşın

Türk Edebiyatında Doğalcılık (Natüralizm)

Türk edebiyatında doğalcı akım (natüralizm), 19. yüzyılın sonlarında Batı’dan (özellikle Emile Zola’nın etkisiyle) etkilenerek ortaya çıkmış, gerçekçilik akımının daha bilimsel ve katı bir uzantısıdır.

Haber Merkezi / İnsanı çevresel, biyolojik ve toplumsal etkenlerin bir ürünü olarak ele alır; irade özgürlüğünü reddeder ve determinizmi (belirlenimcilik) benimser. Türk edebiyatında bu akım, Servet-i Fünun dönemiyle (1896-1901) ve sonrasında yoğunlaşmıştır.

Doğalcı Akımın Özellikleri:

Bilimsel Yaklaşım: Eserler, deneysel roman yöntemiyle yazılır. Yazar, bir “müdahale etmeyen gözlemci” gibi davranır.
Determinist Görüş: Karakterlerin davranışları, kalıtım (genetik), çevre (yoksulluk, slum mahalleleri) ve toplumsal koşullar tarafından belirlenir.
Ayrıntılı Betimlemeler: Fiziksel ve psikolojik gerçeklik, en küçük detayına kadar işlenir (hastalıklar, pislik, sefalet).
Konular: Alt sınıflar, yoksulluk, ahlaksızlık, cinayet, hastalık, fuhuş gibi “çirkin” gerçekler.
Objektiflik: Yazarın duygusal yorumu minimumdur; olaylar “fotoğraf gibi” aktarılır.
Dil: Sade, günlük dil; argo ve lehçeler kullanılır.

Türk Edebiyatında Doğalcı Akımın Gelişimi

Emile Zola’nın eserleri (özellikle Germinal, Nana) 1890’lar ile 1910’lar arasında Türk yazarları etkilemiştir. II. Meşrutiyet’le (1908) birlikte roman ve hikayede bilimsel akımlar ön plana çıkmaya başlamıştır.

Nabızade Nazım’ın “Karabibik” romanı Türk edebiyatının ilk doğalcı romanı olarak kabul edilir. Köylü Karabibik’in miras ve töre yüzünden yaşadığı dram, kalıtımsal ve çevresel determinizmle açıklanırken, romandaki, detaylı doğa betimlemeleri ve lehçe kullanımı dikkat çekmektedir.

Hüseyin Cahit Yalçın, “Hayal İçinde” romanında İstanbul’un yoksul mahallelerinde, ahlaki çöküşü ve fuhuşu bilimsel bir gözle işlemiştir.

Doğalcılık akımı, Türk romanını romantizmden uzaklaştırıp bilimsel temellere oturtmuştur; sosyal sorunlara gerçekçi bir bakış getirmiştir.

Akımın günümüze etkileri, doğrudan bir akım olarak devam etmese de derin izler bırakmıştır. Natüralizmin çevresel determinizm, sosyal gerçekçilik ve objektif betimleme gibi unsurları, modern Türk romanında, hikayede ve hatta sinemada yaşamaktadır.

Doğalcıların alt sınıflara odaklanması, günümüz yazarlarında gecekondulaşma, işçi sınıfı, göç ve marjinalleşme temalarıyla devam etmektedir.

Paylaşın

Homo Ergaster: Modern İnsana Benzeyen İlk İnsan

Erken insan türlerinden biri olarak kabul edilen Homo Ergaster, yaklaşık 1.8 ila 1.3 milyon yıl önce Afrika’da yaşamıştır. “Ergaster” ismi, Yunanca’da “işçi” anlamına gelmektedir.

Haber Merkezi / Bazı bilim insanları Homo Ergaster’ı Homo erectus’un bir alt türü veya bölgesel varyantı olarak sınıflandırırken, bazı bilim insanları da Homo Ergaster’ı ayrı bir tür olarak değerlendirilmektedir. Bu taksonomik tartışmalar, fosil kayıtlarının yorumlanmasındaki farklılıklara dayanmaktadır.

Homo ergaster, modern insana (Homo sapiens) giden evrimsel zincirde önemli bir halka olarak görülür ve Homo Heidelbergensis, Homo Neanderthalensis ve Homo Sapiens gibi daha sonraki türlerin atası olabileceği düşünülmektedir.

En ünlü Homo Ergaster fosili, Kenya’daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan ve yaklaşık 1.6 milyon yıl öncesine tarihlenen “Turkana Çocuğu” (KNM-WT 15000) adlı neredeyse tam bir iskelettir. Bu 8 – 12 yaşlarında ölmüş bir erkek bireye aittir ve Homo Ergaster’ın anatomisi hakkında detaylı bilgiler sunmaktadır.

Turkana Çocuğu’nun uzun bacakları, dar pelvisi ve modern insanlara benzer vücut oranları, bu türün açık arazilerde hareket kabiliyetinin yüksek olduğunu göstermektedir.

Homo Ergaster, Afrika’nın savan ve otlak bölgelerinde yaşamış, muhtemelen avcı – toplayıcı bir yaşam tarzı benimsemiştir. Homo Ergaster, Acheulean alet teknolojisiyle tanınmaktadır. Bu aletler, daha önceki Oldowan aletlerine kıyasla daha karmaşık ve simetrikti (örneğin, el baltaları ve yontma aletler). Bu, planlama ve zihinsel becerilerde bir artışa işaret etmektedir.

Ateş kontrolüne dair kesin kanıtlar sınırlı olsa da, bazı arkeolojik bulgular (örneğin, yanmış kemikler) Homo Ergaster’ın ateşi sınırlı bir şekilde kullanmış olabileceğini öne sürmektedir. Bu, yiyeceklerin pişirilmesi ve korunması açısından önemli bir yenilik olurdu.

Homo Ergasterlerin küçük gruplar halinde yaşadıkları ve işbirliği yaptıkları düşünülmektedir. Alet yapımı ve avcılık gibi faaliyetler, sosyal organizasyon ve iletişim gerektirmektedir. Ancak, dil kullanıp kullanmadıkları bilinmiyor; muhtemelen jest ve basit seslerle iletişim kuruyorlardı.

Homo Ergaster ile Homo Erectus arasındaki ilişki, Paleoantropolojide tartışma konusudur. Bazı bilim insanları, Afrika’daki Homo Ergaster’ın Asya’daki Homo Erectus’tan farklı fiziksel özelliklere (örneğin, daha ince kafatası kemikleri) sahip olduğunu savunmaktadır ve bu nedenle ayrı bir tür olarak sınıflandırılmasını önermektedirler.

Bazı bilim insanları ise, bu farklılıkların bölgesel varyasyonlar olduğunu ve tüm fosillerin Homo Erectus altında birleştirilmesi gerektiğini düşünmektedirler.

Sonuç olarak, Homo Ergaster, insan evriminde kritik bir rol oynamış, modern insanlara giden yolda önemli fiziksel ve kültürel adaptasyonlar geliştirmiştir. Acheulean aletleri, uzun mesafeli hareket kabiliyeti ve sosyal işbirliği, bu türün Afrika’nın zorlu savan ortamlarında başarılı olmasını sağlamıştır.

Paylaşın

Gazap Üzümleri: Kapitalizmin İşçi Sınıfı Üzerindeki Yıkıcı Etkileri

John Steinbeck’in en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Gazap Üzümleri (The Grapes of Wrath / 1939), Büyük Buhran’ın Amerika’daki tarım işçilerini ve yoksul çiftçi ailelerini nasıl etkilediğini gözler önüne serer.

Haber Merkezi / Roman, 1930’ların Büyük Buhran döneminde, Oklahoma’daki toz fırtınaları (Dust Bowl) nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan Joad ailesinin Kaliforniya’ya göç hikayesini anlatır. Eser, toplumsal adaletsizlik, sınıf mücadelesi ve insan dayanıklılığı gibi evrensel temaları işlerken, aynı zamanda bireysel ve kolektif mücadelelerin dokunaklı bir portresini sunar.

Roman, Büyük Buhran’ın Amerika’daki tarım işçilerini ve yoksul çiftçi ailelerini nasıl etkilediğini gözler önüne serer. Joad ailesi, Oklahoma’daki kuraklık ve ekonomik çöküş nedeniyle çiftliklerini kaybeder ve daha iyi bir yaşam umuduyla Kaliforniya’ya göç eder.

Ancak, vardıklarında karşılaştıkları sömürü, yoksulluk ve ayrımcılık, umutlarını gölgeler. Steinbeck, Joad ailesinin hikayesini, dönemin daha geniş toplumsal sorunlarını yansıtmak için bir mikrokozmos olarak kullanır.

Steinbeck, kapitalizmin yoksul işçiler üzerindeki yıkıcı etkilerini eleştirir. Kaliforniya’daki büyük tarım şirketlerinin işçileri düşük ücretlerle sömürmesi, romanın ana çatışmalarından biridir. Joad ailesi ve diğer göçmenler, sistemin onlara karşı nasıl işlediğini deneyimler.

Joad ailesi, zorluklara rağmen bir arada kalmaya çalışır. Roman, bireysel mücadelelerin ötesinde, topluluk ruhunu ve dayanışmayı yüceltir. Özellikle Ma Joad karakteri, aileyi bir arada tutan güçlü bir figür olarak öne çıkar.

Roman, insanların toprağa olan bağını ve bu bağın kapitalist sistem tarafından koparılmasını sorgular. Joad ailesinin çiftliklerini kaybetmesi, hem maddi hem de manevi bir kayıp olarak işlenir.

Steinbeck, umut ile umutsuzluk arasındaki gerilimi ustalıkla işler. Joad ailesinin Kaliforniya’ya olan yolculuğu, umutla başlar, ancak karşılaştıkları gerçekler bu umudu sınar.

Ana Karakterler:

Tom Joad: Ailenin oğlu, romanın ana kahramanı. Hapisten yeni çıkmış bir karakter olarak, hem kişisel bir dönüşüm geçirir hem de toplumsal adaletsizliğe karşı bir mücadeleciye dönüşür.

Ma Joad: Ailenin belkemiği, güçlü ve fedakar bir anne. Dayanıklılığı ve aileyi bir arada tutma çabası, romanın duygusal çekirdeğini oluşturur.

Jim Casy: Eski bir vaiz, romanın manevi rehberi. Bireysel inançtan toplumsal dayanışmaya geçişi temsil eder.

Rose of Sharon: Tom’un kız kardeşi. Romanın sonunda fedakarlığıyla insanlığın devamına dair güçlü bir sembol olur.

Steinbeck’in anlatımı, gerçekçi ve şiirsel bir denge kurar. Roman, Joad ailesinin hikayesini anlatan bölümlerle, dönemin toplumsal koşullarını yansıtan genel (interkalary) bölümler arasında geçiş yapar. Bu genel bölümler, romanın tarihsel ve sosyolojik bağlamını güçlendirir. Steinbeck’in dili, hem yalın hem de güçlü imgelerle doludur; özellikle doğa tasvirleri ve insanlık halleri, okuyucuda derin bir etki bırakır.

Semboller:

Üzümler: Romanın başlığı, hem bolluk hem de sömürü sembolüdür. Kaliforniya’nın vaat ettiği bereketli topraklar, aslında işçiler için “gazap üzümleri”ne dönüşür.

Yolculuk: Joad ailesinin Route 66 üzerindeki yolculuğu, hem fiziksel hem de manevi bir arayışı temsil eder.

Rose of Sharon’un Son Sahnesi: Romanın tartışmalı finalinde, Rose of Sharon’un bir yabancıyı emzirmesi, insanlık, fedakarlık ve dayanışmanın güçlü bir sembolüdür.

Gazap Üzümleri, yayımlandığında büyük yankı uyandırdı ve 1940’ta Pulitzer Ödülü’nü kazandı. Steinbeck’in eseri, Amerikan işçi sınıfının karşılaştığı zorluklara dikkat çekerek sosyal reform tartışmalarını ateşledi. Ancak, tarım şirketleri ve muhafazakar kesimler tarafından “komünist propaganda” olarak eleştirildi. Buna rağmen, roman, evrensel temaları ve güçlü anlatımıyla dünya çapında bir klasik haline geldi.

Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde bireysel hikayeleri toplumsal bir eleştiriyle ustalıkla harmanlar. Roman, hem bir dönemin belgesi hem de insan ruhunun direncine dair zamansız bir öyküdür. Eleştirmenler, Steinbeck’in karakter derinliği ve toplumsal meselelere duyarlılığını överken, bazıları finaldeki sembolizmin abartılı olduğunu düşünmüştür. Yine de, romanın duygusal ve entelektüel etkisi tartışılmaz.

Paylaşın

“2025 Nobel Ekonomi Ödülü” Üç Bilim İnsanına Verildi

Bilim, edebiyat ve barış gibi alanlarda ilerlemeye katkı sağlayan kişilere verilen Nobel Ödülleri’nden 2025 Nobel Ekonomi Ödülü Joel Mokyr, Philippe Aghion ve Peter Howitt’e verildi.

Haber Merkezi / İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından yapılan açıklamaya göre, Mokyr “teknolojik gelişmeler yoluyla sürdürülebilir büyümenin ön koşullarını belirlediği” için bu ödülü kazanırken Aghion ve Howitt de “yaratıcı yıkım yoluyla sürdürülebilir büyüme teorisi” nedeniyle ödüllendirildi.

Ödülü kazanan isimlerden Mokyr, ABD’deki Northwestern Üniversitesi’nde; Howitt aynı ülkedeki Brown Üniversitesi’nde, Aghion ise Fransa’daki Collège de France ve INSEAD enstitüleriyle İngiltere’deki London School of Economics’te (Londra Ekonomi Okulu) çalışmalarını sürdürüyor.

Nobel ödülleri nedir?

Nobel Ödülleri, İsveçli mucit Alfred Nobel’in vasiyetiyle oluşturuldu. Nobel, servetinin, “önceki yıl insanlığa en büyük faydayı sağlayanlara” ödül olarak verilmesini istedi.

Alfred Nobel, 1895 yılında hayatını kaybetti ancak vasiyeti üzerindeki yasal mücadelenin ardından ilk Nobel Ödülleri ancak 1901 yılında verilebildi. Nobel, kimya ve fizik ödüllerinin İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından, edebiyat ödülünün ise İsveç Akademisi tarafından verilmesini şart koştu.

Fizyoloji veya tıp alanındaki ödülleri İsveç’teki Karolinska Enstitüsü’nün vermesini belirleyen Nobel, barış ödülünün ise Norveç parlamentosu tarafından verilmesini istedi. Nobel’in, o dönem İsveç ile bir birlik içinde olan Norveç’i barış ödülünün dağıtımı için neden seçtiği bilinmiyor.

1968 yılında İsveç Merkez Bankası, 300. yılını kutlarken, Nobel Vakfı’na yaptığı bağışla “Alfred Nobel Anısına Ekonomi Bilimleri Ödülü”nü kurdu. Bu ödül, diğer Nobel ödülleriyle aynı prensipler doğrultusunda İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından veriliyor.

Paylaşın

Şamanizm: Zamansız Din

Tarih boyunca farklı kültürlerde ortaya çıkan ve genellikle doğa, ruhlar ve atalarla bağlantıyı merkeze alan bir inanç ve uygulama sistemi olan şamanizm, din, felsefe ya da spiritüel bir gelenek olarak tanımlanabilir.

Haber Merkezi / Şamanizm, güzümüzde resmi bir din olmaktan ziyade bir yaşam biçimi ve dünya görüşü olarak görülmektedir.

Şamanizm’in merkezinde şaman adı verilen kişi bulunmaktadır. Şaman, ruhlar dünyasıyla iletişim kurabilen, toplumu için rehber, şifacı ve aracı rolü üstlenen bir figürdür. Şamanlar, transa girerek ruhlar, atalar veya doğa güçleriyle bağlantı kurar ve bu bağlantıyı şifa, kehanet veya toplumu yönlendirme amacıyla kullanmaktadır.

Şamanizm, doğadaki her varlığın (ağaçlar, hayvanlar, nehirler, dağlar) bir ruha sahip olduğuna inanmaktadır. Bu ruhlarla uyum içinde yaşamak, Şamanist pratiğin temelidir. Davul, dans, şarkı veya bitkisel maddeler gibi araçlarla transa giren şamanlar, trans sırasında ruhlar dünyasına yolculuk yaparak bilgi, şifa veya rehberlik ararlar.

Şamanist kozmolojide genellikle üç katmanlı bir evren anlayışı vardır: Üst Dünya (tanrılar ve yüksek ruhlar), Orta Dünya (insanların dünyası) ve Alt Dünya (atalar veya diğer ruhsal varlıklar).

Şamanizm, Sibirya’daki Tunguz halklarından türeyen bir terim olsa da, benzer uygulamalar dünyanın pek çok yerinde (Kuzey ve Güney Amerika, Orta Asya, Afrika, Avustralya Aborjinleri ve hatta Anadolu’nun bazı eski geleneklerinde) görülmektedir.

Özellikle Türk ve Moğol topluluklarında Şamanizm, Göktanrı inancıyla birleşerek önemli bir rol oynamıştır. Örneğin, eski Türklerde “Kam” olarak adlandırılan şamanlar, hem dini hem de toplumsal liderlik görevleri üstlenmiştir.

Günümüzde Şamanizm, hem geleneksel topluluklarda hem de modern spiritüel hareketlerde yeniden canlanmakta:

Geleneksel Şamanizm: Sibirya, Moğolistan ve Güney Amerika gibi bölgelerde hala yaşayan bir gelenektir. Örneğin, Amazon’daki Ayahuasca törenleri Şamanist uygulamalara örnek teşkil etmektedir.

Neo-Şamanizm: Batı dünyasında, New Age hareketleriyle birlikte Şamanizm’in modern bir yorumu ortaya çıkmıştır. Bu, genellikle bireysel şifa, meditasyon ve doğayla yeniden bağ kurma odaklıdır.

Türk Şamanizmi:

Anadolu’da Şamanizm, İslam öncesi Türk kültürlerinden izler taşımaktadır. Bazı Alevi – Bektaşi ritüellerinde, halk hekimliğinde ve doğa kültlerinde Şamanist etkiler gözlemlenmektedir.

Türk Şamanizmi, Türk halklarının İslam öncesi dönemde ve kısmen sonrasında geliştirdiği, doğa, ruhlar ve atalarla bağlantıyı merkeze alan spiritüel bir gelenektir.

Göktanrı (Tengri) inancıyla sıkı sıkıya iç içe geçmiş olan Türk Şamanizmi, Orta Asya Türk topluluklarının (Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, vs.) dünya görüşünü ve yaşam pratiklerini şekillendirmiştir.

Türk Şamanizmi’nde doğadaki her varlığın (dağlar, nehirler, ağaçlar, hayvanlar) bir ruhu (iye) olduğuna inanılmaktadır. Bu ruhlarla uyum içinde yaşamak, topluluğun refahı için kritik önemdedir.

Türk Şamanizmi’nde şamanlara “Kam” denilmektedir. Kam’ların rehberliğinde yürütülen ritüeller, toplumun bir arada kalmasını ve doğayla uyumunu sağlamıştır.

Türk Şamanizmi, Türk kültürünün köklü bir parçası olarak doğa, ruhlar ve Tengri ile bağlantıyı merkeze almaktadır. Günümüzde hem geleneksel hem de modern bağlamlarda varlığını sürdüren bu gelenek, Anadolu ve Orta Asya’daki kültürel mirasın önemli bir parçası konumundadır.

Paylaşın

Sembolizm Ve Estetik

Sembolizm, estetik deneyimi derinleştirmek için semboller kullanmaktadır. Bir sembolist eser, estetik bir haz uyandırırken aynı zamanda izleyiciyi anlam arayışına yönlendirmektedir.

19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir sanat ve edebiyat akımı olan sembolizm, bir şeyin ötesinde daha derin anlamlar taşıyan sembollerin kullanılmasıdır.

Semboller, nesneler, imgeler veya işaretler aracılığıyla soyut fikirleri, duyguları veya kavramları ifade etmektedir. Sembolizm, görünenin ötesine geçerek izleyici veya okuyucuda daha derin bir anlam arayışını teşvik etmektedir.

Edebiyatta sembolizm, Fransız şairler Charles Baudelaire, Stephane Mallarme ve Paul Verlaine gibi isimlerle şekillenmiştir. Sembolist yazarlar, doğrudan anlatım yerine imgeler ve metaforlarla ruhsal, mistik veya duygusal deneyimleri ifade etmeyi tercih etmektedir.

Örneğin, bir “gül” sembolü aşkı, geçiciliği veya güzelliği temsil edebilir.

Sanatta sembolizm ise Gustave Moreau veya Odilon Redon gibi ressamlar, mitoloji, rüyalar ve hayal gücüne dayalı eserler üreterek gerçekliğin ötesindeki anlamları görselleştirmişlerdir.

Gerçekçilikten uzaklaşma, duygu ve hayal gücüne odaklanma, bireysel deneyimlerin evrensel anlamlarla bağdaştırılma, sembolizmin özellikleri arasında sayılmaktadır.

Estetik, güzellik ve sanatın doğasını inceleyen bir felsefe dalıdır. Sanat eserlerinin, doğanın veya herhangi bir nesnenin “güzel” olup olmadığını, neden güzel göründüğünü ve estetik deneyimin ne olduğunu sorgulamaktadır.

Estetik, sadece görsel hazla sınırlı kalmaz; anlam, duygu ve düşünceyle de ilişkilidir. Klasik estetiği, Platon ve Aristoteles gibi düşünürler, güzelliği uyum, orantı ve dengeyle ilişkilendirmişlerdir.

Modern estetiği, Kant, güzelliği öznel bir deneyim olarak tanımlarken, Hegel sanatı insan ruhunun bir yansıması olarak görmüştür.

Çağdaş estetikte, güzellik kavramı daha geniş bir perspektife yayılmış, kimi zaman rahatsız edici veya sıradan olanın da estetik değeri olduğu savunulmuştur (örneğin, pop art veya dadaizm).

Sembolizm ve Estetik Arasındaki İlişki

Sembolizm, estetik deneyimi derinleştirmek için semboller kullanmaktadır. Bir sembolist eser, estetik bir haz uyandırırken aynı zamanda izleyiciyi anlam arayışına yönlendirmektedir.

Örneğin, bir tablodaki karanlık bir orman hem görsel olarak etkileyici (estetik) hem de bilinçaltı korkuları veya gizemi temsil eden bir sembol olabilir.

Estetik, güzellik ve sanatın genel teorisini incelerken, sembolizm daha çok anlam yaratma sürecine odaklanmaktadır. Estetik bir eserin sembolik olması gerekmez; soyut sanat gibi sadece form ve renk üzerinden estetik bir deneyim sunabilir.

Sembolist sanatçılar, estetik kaygılarla (renk, kompozisyon, form) sembolik anlamları birleştirerek eserlerini hem görsel hem de zihinsel olarak etkileyici kılmaktadır.

Örneğin, William Blake’in eserleri hem estetik açıdan çarpıcıdır hem de derin sembolik anlamlar taşmaktadır.

Baudelaire’in Les Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri) adlı eserinde, çiçekler hem estetik bir imge olarak güzelliği temsil eder hem de çürüme ve günah gibi sembolik anlamlar taşımaktadır.

Gustav Klimt’in The Kiss tablosu, altın renklerin estetik cazibesiyle aşk ve birleşmenin sembolik anlamını harmanlamaktadır.

Debussy’nin sembolist şiirlerden ilham alan müzikleri, estetik bir atmosfer yaratırken duygusal ve sembolik derinlik sunmaktadır.

Paylaşın