İskender İle Darius’un İlk Kez Karşılaştığı Savaş: İssos Muharebesi

Büyük İskender’in ordusu Anadolu ile Suriye arasındaki sınıra yaklaştığında tarih M.Ö. 333 Kasım’ıydı. İskender, Ahameniş kralı III. Darius’un Suriye’nin Sochoi kasabası yakınlarında bir ordu topladığına dair bilgiler almaya başladı.

Haber Merkezi / Büyük İskender, buna karşılık Suriye’ye giden en kolay yol olan İssos’taki kıyı geçidini güvence altına almak için Parmenion komutasında bir kuvvet gönderdi. III. Darius ise, bir ikilemle karşı karşıyaydı. Suriye ovasındaki konumu, ona daha fazla manevra alanı sağlıyordu, ancak, bu büyük orduyu bir arada tutmak pahalıydı ve kış da yaklaşıyordu.

III. Darius için Parmenion’un kuvvetlerine doğrudan saldırmak zordu, çünkü arazi Parmenion’un savunma yapmasına daha elverişliydi. Bu yüzden III. Darius, ordusunu daha dolaylı bir yol üzerinden Parmenion ve İskender’in etrafından yürütmeyi seçti. III. Darius, İskender’in izcileri tarafından görülmesine rağmen yürüyüşü başarılı bir şekilde tamamladı ve ordusunu İskender ve Parmenion’un kuvvetleri arasına yerleştirmeyi başardı.

İssos Muharebesi’nde Büyük İskender’in ordusunun 40 binden fazla olmadığı düşünülüyor, ancak çoğu tahmin 35 bin ile 37 bin arasında. III. Darius’un ordusunun ise 100 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

Her iki ordunun da bir tarafını Issos Körfezi, diğer tarafını ise dağ etekleri koruyordu. Ordular, Pinarus (Deliçay) Nehri tarafından ayrılmıştı. Savaş III. Darius’un hücumuyla başladı, Büyük İskender’in zaferiyle sona erdi. III. Darius’un ordusunun 20 bin ile 40 bin arasında bir kayıp verdiği, buna karşılık Büyük İskender’in ordusunun 5 binin hemen altında bir kayıp verdiği tahmin ediliyor.

III. Darius’un yenilmesiyle birlikte Büyük İskender’in imparatorluğu genişledi ve Doğu Medeniyeti ile Batı Medeniyeti, karşılaşma imkânı elde etti ve medeniyetler tanıştı. Tarihten gelen Doğu – Batı ayrımının temelleri bu savaşa dayanır.

Paylaşın

Britanya’nın Efsanevi Savaş Kraliçesi: Boudica

M.S. 61 yılında Romalıların Büyük Britanya’daki işgalci güçlerine karşı bir isyan başlatan Boudica, gizemli kalmaya devam eden tarihi bir figürdür. Romalılara karşı isyanındaki rolü dışında kendisi hakkında pek bir şey bilinmiyor.

Haber Merkezi / Ancak, tarihin en güçlü kadınlarından biri olarak tanımlanan Boudica, Britanya’da ulusal mirasın bir simgesi olarak kabul edilmektedir. Peki, Boudica kimdi?

Boudica’nın adı tarih boyunca farklı şekillerde yazılmıştır. “Boudica” en yaygın yazım şekli olsa da, Boudicca, Boadicea, Boudicea ve Buddug olarak da yazılmıştır. İlk iki yazım şekli Brythonic boudi (zafer, kazanmak) ve ka (sahip olmak) kelimelerinden gelir ve bu da isminin “Muzaffer Kadın” anlamına geldiğini gösterir. Boadicea ve Boudicea isimleri onun hakkında Latince anlatılanlardan gelir ve Buddug isminin Galce karşılığıdır. Galce “boudeg” kelimesi de zafer anlamına gelir.

Boudica’nın Camulodunum’da (şimdiki Colchester) seçkin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği ve bir savaşçı olarak eğitildiğine inanılıyor. Camulodunum, Roma tarafından işgal edildikten sonra Roma Britanya’sının ilk başkentiydi.

Boudica, 18 yaşına geldiğinde Kuzey Britanya’nın Norfolk bölgesinde yaşayan Iceni kabilesinin kralı Prasutagus ile evlendi ve Boudica’nın bu evlilikten iki kızı oldu. Boudica’nın kocası ve varlıklı bir ön-Romalı olan Iceni kralı Prasutagus ölünce, İmparatorluğa bağlı müvekkil krallıkların yaptığı gibi krallığını Roma’ya bırakmak yerine kızları ve Roma imparatoruna ortaklaşa olarak miras bıraktı.

Roma kanunlarına göre kadınlar varis olamadığından İmparatorluk bu kararı reddetti ve procurator Catus Decianus tüm mülkünü haczettirdi. Krallık fethedilmiş varsayılarak İmparatorluğa katıldı. Prasutagus’un dulu Boudica kırbaçlatıldı, kızlarına tecavüz edildi. Icenialıların tüm ileri gelenleri aile mülklerinden mahrum bırakıldı ve kralın akrabaları köle olarak muamele gördü. Bu olaylar doğrudan M.S. 60/61 ayaklanmasına yol açtı.

M.S. 60/61 Ayaklanması

60 ya da 61 yılında Roma eyalet valisi Gaius Suetonius Paulinus’un Gallere doğru bir sefere çıkmasını fırsat bilen Iceni, Trinovanteler ve diğerlerini Boudica liderliğinde ayaklandılar. Vali Suetonius Paulinus ve Lejyonları tarafından kesin olarak yenilgiye uğratılmadan önce, Camulodunum (Colchester), Londinium (Londra) ve Verulamium (St Albans) şehirlerini yıkıp, talan ettiler. (Yıkılıp talan edilen üç şehirde ölenlerin toplamı aşağı yukarı 70.000-80.000 kişi arasındadır.)

Britonlar sayıca Romalılardan fazla olduğu halde, Roma lejyonlarının mükemmel disiplin ve taktiği onlara mutlak bir zafer kazandırdı. Roma İmparatoru Nero’nun ortaya çıkan bu kriz karşısında adada bulunan tüm birlikleri geri çekmeyi tasarladığı sırada gelen Suetonius’un bu zaferi, adadaki Roma varlığını sağlamlaştırmıştır.

Bu olayların kayıtları, tarihçiler Tacitus[1] ve Cassius Dio’nun,[2] eserlerinden Rönesans döneminde yeniden öğrenildi ve Victoria devrinde, Kraliçe I. Victoria tarafından adaşı olarak ilan edilmesiyle birlikte Boudica’nın efsanevi ünü ortaya çıktı. Boudica, bu dönemden sonra Birleşik Krallık’ta önemli bir kültürel sembol olarak kalmıştır.

Romalı tarihçiler Claudius Cassius Dio ve Gaius Cornelius Tacitus, Boudica’nın nasıl öldüğüne dair anlatımları farklılık gösterir: Cassius Dio, Boudica’nın hastalandığını ve savaştan sonra öldüğünü öne sürerken, Tacitus ise Boudica’nın kendini zehirlediğini öne sürmüştür.

Cassius Dio’nun “Roma Tarihi” adlı eseridir şöyle yazmıştır: “Yerlileri uyandırmada ve onları Romalılara karşı savaşmaya ikna etmede başlıca etkili olan, onların lideri olmaya layık görülen ve tüm savaşı yöneten kişi, kraliyet ailesinden gelen ve kadınlara ait olandan daha fazla zekaya sahip olan Buduica adlı bir Britanyalı kadındı.

Boyu çok uzundu, görünüşü çok korkutucuydu, bakışları çok sertti ve sesi sertti; kalçalarına kadar uzanan koyu kahverengi saçlardan oluşan büyük bir kütle vardı; boynunda büyük bir altın kolye vardı; üzerinde kalın bir manto ve bir broşla tutturulmuş çeşitli renklerde bir tunik giyiyordu. Bu onun değişmez kıyafetiydi.”

Dio’nun Boudica’yı tasviri, bugün Boudica hakkında bilinen bilgilerin çoğunu sağlar. Dio ayrıca, Boudica’nın kızıl saçlı ve torc takan birçok tasvirine yol açan kahverengimsi turuncu bir renk olan “sarı” saçlara sahip olduğunu belirtir.

Tacitus’un Yıllıkları’nda Boudica’nın Britanyalıları savaşa teşvik etmek için yaptığı konuşma şöyle anlatılır: Biz İngilizler savaşta kadın komutanlara alışkınız. Güçlü insanlardan geliyorum! Ama şimdi krallığım ve servetim için savaşmıyorum. Kaybettiğim özgürlüğüm, yaralı bedenim ve istismara uğrayan kızlarım için sıradan bir insan gibi savaşıyorum.

Popüler kültürde: Boudica

Günümüzde nispeten popüler bir figür olmaya devam eden Boudica, özellikle antik tarihten gelen güçlü, kudretli bir kadın olarak konumlanıyor.

Paylaşın

Jaxartes Savaşı, Büyük İskender’in En İyi Savaşı Mı?

M.Ö. 329 yılında Jaxartes olarak bilinen Siri Derya (Seyhun) nehrinde yapılan Jaxartes Savaşı, Büyük İskender’in stratejik zekasını ve ordusunu rakiplerine karşı yönetme yeteneğini gösteren en iyi savaşlardan biri.

Jaxartes Savaşı, sadece İskender’in Orta Asya üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda Büyük İskender’in tarihin en büyük askeri beyinlerinden ve en büyük askeri liderlerinden biri olduğunu da ortaya koydu.

Yükselişte olan İskender, Ahameniş İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmaya kararlıydı. Büyük İskender, Granicus, Issus ve Gaugamela savaşlarıyla Ahameniş İmparatoru’na üç ölümcül darbe indirmiş ve imparator Darius III’ün iktidarını önemli ölçüde sarsmıştı.

Büyük İskender’in şimdi yapması gereken tek şey doğuya doğru daha fazla genişletmek ve imparatorluğun kuzey sınırlarını güvence altına almak, bu bölgelerde dolaşan göçebe kabilelerden gelebilecek tehditleri önlemek. Bu da Sakalar gibi savaşçı kabileler anlamına geliyordu.

Büyük İskit konfederasyonunun bir parçası olan Sakalar, hareketli ve atlı okçuluktaki uzmanlıklarıyla ünlü, zorlu bir rakipti. Sakalar, Büyük İskender’in tüm Orta Asya’yı ele geçirme hedefine önemli bir tehdit oluşturuyordu.

Savaşa hazırlık: M.Ö. 329 yazında Sakaların, Jaxartes olarak bilinen Dyr Darya Nehri’n yakınlarında topladığına dair bilgi alan İskender, Sakalarla doğrudan savaşmak için karar verdi ve ordusuyla birlikte bölgeye hareket etti.

Ordusunu yaklaşan savaşa iyi hazırlandığından emin olmak isteyen İskender, nehrin güney kıyısında müstahkem bir üs kurdu ve nehri hızlı geçmek için bir köprü inşa ettirdi.

Büyük İskender ve ordusunun nehrin kenarında üs kurduğu bilgisini alan Sakalar, bir dizi baskınla Büyük İskender’in planlarını bozmaya çalıştı. Ancak, Büyük İskender’in stratejik konumu ve birliklerinin disiplini, bu baskınları etkili bir şekilde püskürtmesine olanak sağladı.

Savaş: Savaş, Sakalar için kötü başladı ve kötü gitti. Sakalar, İskender’in askerlerinin nehri geçip karaya çıktıklarında yok edebileceklerine inanarak Jaxartes’in kuzey kıyısına yerleşmişlerdi. Bu savaşın gidişatını etkileyebilecek büyük bir yanlış hesaplamaydı.

Sakalar, hareketli ve atlı okçuluktaki uzmanlıklarıyla ünlüydüler, ancak İskender’in daha uzun menzilli savaş araçları vardı: Mancınıklar ve kuşatma yayları. İskender tüm birliklerini aynı anda nehrin karşısına çıkma emrini veri, bu Saka okçuları için vurabileceklerinden daha fazla hedef anlamına geliyordu.

Aynı zamanda mancınık ve kuşatma yayları gibi uzun menzilli silahlarda, Sakaları nehrin kıyısından uzaklaştırdı ve Büyük İskender’in birliklerinin nehri geçmesini kolaylaştırdı. Sakalar ağır kayıplar vermişlerdi, ancak Büyük İskender bu özel düşmanı tamamen ortadan kaldırmaya kararlıydı.

Sakaların geri çekilmeye başladığını gören Büyük İskender, bir tabur atlı mızrakçı askerini Sakalara yem olarak sundu. Atlı mızrakçı askerler Saka atlı okçular için kolay bir hedefti ve Sakalar İskender’in büyük bir hata yaptığını düşündüler. Saka kültüründe hiçbir askeri lider sadece ana kuvvetine yardım etmek için askerlerini feda etmeye cesaret edemezdi. Bu, ölen askerlerinin ailelerinin bir kan davası başlatmasına yol açardı.

Ancak İskender askerleri krallarına güveniyordu. İskender’in onları gerçekten feda etmeyeceğini biliyorlardı ve bu yüzden emirlerini yerine getirdiler. Saka atlı okçuları tuzağa düştüler ve İskender’in görünüşte savunmasız öncü birliklerini kuşattılar. İki güç savaşa girdiği anda İskender, kuşatma için piyadelerini ve okçularını gönderdi.

Sakalar kendilerini bir yanda atlı mızrakçılar, diğer yanda piyadeler arasında sıkışmış buldular. Sıkışmış haldeki Sakalar okçular tarafından avlandılar. Kaçmaya çalışan Sakalarda piyadeleri tarafından yok edildi.

Savaş sonrası: Savaş sona erdiğinde, Sakalar, komutanları Satraces de dahil olmak üzere yaklaşık bin 200 ölü verdi. 150’den fazla Saka da esir alındı, bunlar daha sonra İskender tarafından serbest bırakıldı.

Sakalara karşı kazanılan zafer, diğer göçebe kabilelere de İskender’in ordusuna direnmenin boşuna olduğu konusunda net bir mesaj gönderdi. Bu da imparatorluğun kuzey sınırlarını güvence altına alınmasına olanak sağladı.

Savaşın ardından İskender, zaferinin yaşandığı yerin yakınında “En Uzak İskenderiye” anlamına gelen İskender Eschate  (bugünkü Tacikistan’ın güneybatı ucu)  şehrini kurdu. Bu şehir daha sonraki seferler için stratejik bir nokta işlevi gördü.

Paylaşın

Antik Yunan Medeniyeti Neden Çöktü?

Demokrasinin beşiği, felsefe, edebiyat ve bilimin merkezi olarak bilinen Antik Yunanistan, MÖ 500 ile 300 yılları arasında zirveye ulaştı. Mimari ve kültüre yaptığı muazzam katkılara rağmen Yunanistan, MÖ 146’da Roma’nın egemenliğine girdi.

Haber Merkezi / Atina, Sparta ve Thebes gibi bağımsız şehir devletlerine bölünmesi Antik Yunanistan’ın, nihai çöküşünde önemli bir rol oynadı.

MÖ 337’de Makedonyalı Philip’in yönetimine kadar Antik Yunanistan birleşik bir yapıda değildi ve bu birlik, oğlu Büyük İskender’in ölümünden sonra dağıldı. İskender’in fetihleri ​​Antik Yunanistan’ı nispeten iç çatışmalardan uzak tuttu.

Büyük İskender’in MÖ 323’teki ölümü, imparatorluk üzerinde egemenlik kurmak isteyen generaller arasında iç çekişmelere neden oldu. Generaller arasındaki güç mücadelesi, Antik Yunanistan şehir devletlerini zayıflattı ve dış tehditlere karşı savunmasız hale getirdi.

Antipater ve oğlu Cassander gibi liderler yönetimindeki Makedonya, Antik Yunanistan üzerinde bir dönem kontrol sağlasalar da, sürekli iç çatışmalar ve Aetolian ve Achaean Birliği gibi yeni birliklerin ortaya çıkışı, bölgenin istikrarsızlığını derinleştirdi.

Bu arada, giderek güçlenen Roma, Yunan topraklarını taciz etmeye başladı. Belirleyici an, Roma’nın Pirus zaferi ve sonrasındaki çatışmalar sırasında Antik Yunanistan içişlerine müdahale etmesiyle geldi.

M.Ö. 198 yılında Kynoscephalae ve M.Ö. 146 yılında Achaean Savaşı gibi savaşlarda Makedonya ve Antik Yunanistan güçlerinin yenilgisi Roma hakimiyetini pekiştirdi. Antik Yunanistan’ın parçalanmış siyasi manzarası ve sürekli iç çatışmalar Roma’nın fetihlerini kolaylaştırdı.

Bu fetihlere rağmen, Antik Yunanistan kültürü Roma’yı derinden etkiledi. Romalılar Yunan sosyal yapılarını, askeri taktiklerini, mimarisini ve hatta dini uygulamalarını benimsedi.

Bu nedenle, Antik Yunanistan politik olarak düşerken, kültürel mirası devam etti ve Roma İmparatorluğu’nu ve dolayısıyla Batı dünyasını şekillendirdi.

Paylaşın

Uluslararası Kurumlar Gazze’deki Kültürel Mirası Neden Koruyamadı?

İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik sekiz aydan fazla bir süredir devam eden saldırılarında, bölgenin kültürel alanlarının ve anıtlarının yüzde 60’ından fazlasını yok etti.

Haber Merkezi / Çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde kültürel yıkım kaçınılmaz olsa da Filistinli yetkililer ve sivil hakları savunan örgütler, İsrail’in Gazze’deki kültürel alanları ve anıtları kasıtlı olarak yok ettiğini belirtiyorlar.

Batı Şeria’da yaşayan arkeolog Salah Al- Houdalieh, konuya ilişkin yaptığı bir açıklamada, Filistin’de kültürel kayıpların benzersiz olduğunu, tarihi yapıların ve eserlerin ‘sistematik olarak yıkıldığını’ ifade ediyor.

Uluslararası anlaşmalar, çatışmaların yaşandığı bölgelerde kültürel mirasın yok edilmesini savaş suçu olarak kabul ediyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından 2017 yılında kabul edilen 2347 sayılı karar, kültürel mirasın yok edilmesini ve yağmalanmasını kınamakta.

Kültürel mirası korumaya yönelik uluslararası çabaların kökeni 1874 Brüksel Deklarasyonu’na kadar uzanmaktadır. 1954 Lahey Sözleşmesi ile UNESCO’nun Arkeolojik Kazılara Uygulanabilir Uluslararası İlkeler Hakkında 1956 Tavsiye Kararını içermektedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından 1967’de kabul edilen 242 sayılı karar ise, İsrail’in işgalci güç olarak Filistin’de yer alan kültürel mirası korumasını zorunlu kılıyor. Ancak Filistin Kültür Bakanlığı’nın raporları, Gazze’de en az 200 kültürel alanın ve tarihi öneme sahip binanın İsrail güçleri tarafından tahrip edildiğini ortaya koyuyor.

Örneğin, İsrail saldırılarında, tarihi 7. yüzyıla kadar uzanan Ömer Ulu Camii ağır hasar gördü, en eski kiliselerden biri olan St. Porphyrius Kilisesi kısmen yıkıldı, antik liman olan Blakhiyya kültürel alanı ciddi hasar gördü.

Çatışmaların yaşandığı bölgelerde kültürel mirasın korunması inkar edilemez derecede zor olsa da, UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar bu tür yıkımların önüne geçecek araçlara sahip.

Örneğin, Aralık 2023’te, UNESCO Hükümetlerarası Silahlı Çatışma Durumunda Kültürel Varlıkların Korunması Komitesi (1954 Lahey Sözleşmesi), Gazze Vadisi’nin güney kıyısında bulunan Saint Hilarion manastır kompleksine “geçici koruma” verilmesine karar verdi.

St. Hilarion manastırına geçici koruma verildiğini ve izlendiğini belirten Al- Houdalieh, Dünya Arkeologlar Kongresi ile Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi’nin, kültürel alanların ve anıtların İsrail tarafından yok edilmesine ilişkin ‘zayıf açıklamalar’ yayınladığını belirterek, tepki gösteriyor.

Uluslararası sözleşmeler ve kararlar, çatışmaların yaşandığı bölgelerdeki kültürel mirasın korunmasına yönelik sağlam yasal temeller sağlamakta.

Ancak Gazze’deki kültürel alanların yok edilmesi, bu sözleşmelerin ya etkisiz olduğunu ya da tam anlamıyla uygulanmadığını gösteriyor. Gazze’deki kültürel mirasın korunması yalnızca bölgesel bir mesele değil, küresel bir sorumluluk.

Paylaşın

Tarihi Keşif: Mısır’ın En Güçlü Firavununun Lahiti Bulundu

Arkeologlar, Mısır’da M.Ö. 1279 yılından 1213 yılına kadar hüküm süren ve dönemin en güçlü firavunu olarak kabul edilen Ramesses II’nin kayıp lahitini ortaya çıkardı.

“O kadar etkiliydi ki, sonraki firavunlar ona “Büyük Ata” olarak atıfta bulundular. Ölümünden sonra, altın bir tabutta gömüldü, ancak bu tabut antik çağda çalındı ve yerine konulan alçı tabut ise daha sonra yok oldu.”

Mısır’da arkeologlar, Eski Mısır’ın en güçlü firavunu Ramesses II’nin kayıp lahitini ortaya çıkardı. Ramesses II, Ramesses Büyük olarak da bilinir ve Tutankhamun’dan sonra en tanınmış firavundur. Tutankhamun, mezarıyla daha çok bilinirken, Ramesses II, hükümdarlığı süresince gücü ve etkisiyle tanınır.

Ramesses II, MÖ 1279’dan 1213’e kadar hüküm sürdü ve Eski Mısır’ın en güçlü dönemlerinden birinde tahta çıktı. Ramesses’in gücünü ve etkisini göstermek için döneminde devasa heykeller yapıldı.

“O kadar etkiliydi ki, sonraki firavunlar ona “Büyük Ata” olarak atıfta bulundular. Ölümünden sonra, altın bir tabutta gömüldü, ancak bu tabut antik çağda çalındı ve yerine konulan alçı tabut ise daha sonra yok oldu.”

Arkeologlar şimdi, Mısır’ın en büyük firavununun kalıntılarını içermiş olabilecek bir lahit buldular. Bu lahit, dini bir merkezin zemininde bulundu ve içinde Ramesses’in değil, yüksek bir rahibin mumyalanmış kalıntıları yer alıyordu. Ramesses’in mumyalanmış kalıntıları ise 1881’de sıradan bir ahşap tabutta yeniden keşfedildi.

Fransız Sorbonne Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Mısırbilimci Frédéric Payraudeau, keşfi değerlendirdi. Cumhuriyet’in aktardığına göre; Payraudeau, “Sonuçları okuduğumda şüpheye düştüm. Amerikalı meslektaşımdan dosyayı yeniden incelememi istedim,” dedi.

Payraudeau, “Meslektaşlarım, ‘kral’ kelimesiyle başlayan kartuşun, MÖ 1000 civarında güney Mısır’ı yöneten yüksek rahip Menkheperre’yi belirttiğine inanıyordu. Ancak, bu kartuş aslında önceki bir oymadan kalmıştı ve ilk sahibini belirliyordu,” dedi.

İlk sahibi ise Ramesses II çıktı. Payraudeau, “Kraliyet kartuşu, Ramesses II’ye özgü olan taç giyme adını içerir, ancak bu, taşın durumu ve yeniden kullanım sırasında eklenen ikinci bir oymayla gizlenmişti,” diye ekledi.

Bu keşif, Krallar Vadisi’nin sadece yağmalanmadığını, aynı zamanda sonraki hükümdarlar tarafından defin objelerinin yeniden kullanıldığını gösteren yeni bir kanıt olarak öne çıktı.

Paylaşın

Bağdat Bataryası’nın Gizemi: Antik Eser Mi, Tıbbi Mucize Mi?

1936 yılında Alman arkeolog Wilhelm König tarafından keşfedilen Bağdat Bataryası, Paul T. Keyser’in 1990 yılında yazdığı bir makale sonrası antik teknolojiye ilgi duyanlar tarafından ilgiyle karşılandı.

Haber Merkezi / Yakın Doğu Çalışmaları Dergisi’nde yazan Keyser, eski pillerin ve elektrikli yılan balıklarının tıbbi amaçlarla, muhtemelen ağrı kesici veya anestezi için kullanılmış olabileceğini öne sürdü.

Bu hipotez, antik çağlardan kalma gizemli bir eser olan Bağdat Bataryası’nın gerçek işlevi hakkında ilgi çekici soruları da beraberinde getirdi.

Part Bataryası olarak da anılan Bağdat Bataryası, bakır bir silindiri içine alan toprak bir kaptır. Bu silindirin ortasında asılı duran ancak ona değmeyen bir demir çubuk vardır. Hem bakır silindir hem de demir çubuk bir asfalt tapası ile yerinde tutulur.

Bu eserler (birden fazla “Bağdat Bataryası” bulunmuştur) 1936 yılında Irak’ın başkenti Bağdat yakınlarındaki eski Khujut Rabu köyünde yapılan kazılarda keşfedilmiştir. Köyün yaklaşık 2 bin yıllık olduğu ve MÖ 250 ile MS 224 yılları arasına kadar uzanan Part döneminde inşa edildiği kabul ediliyor.

Bağdat Bataryası, arkeolojik çevrelerde tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor: Bazı araştırmacılar Bağdat Bataryası’nın eski Mezopotamya teknolojisine ışık tuttuğunu düşünürken, bazı araştırmacılarda, onu sıradan bir eser olarak görüyor.

Alternatif tarihçiler ve antik gizem meraklıları, Bağdat Bataryası’nın esrarengiz doğasını büyüleyici buluyor ve ilkel bir elektrikli cihaz veya elektrokaplama potansiyeli hakkında spekülatif teoriler öneriyor.

Paul T. Keyser’e göre ise Akkad ve Babil’de iki tür hekim görev yapıyordu. Asipu, hastanın rahatsızlığını kehanet yoluyla veya semptomları gözlemleyerek teşhis ederken, Asu, ilaç veya büyü ile tedavi ediyordu. Keyser, Asu’nun etkilenen bölgeyi tedavi etmek için hastaya elektrik akımı vermiş olabileceğini öne sürüyor.

Bazı araştırmacılar Bağdat Bataryası’nın elektrokaplama için kullanıldığını öne sürüyor. Eğer Bağdat Bataryası elektrokaplama için kullanıldıysa neden elektrolizle kaplanmış hiçbir nesne keşfedilmedi?

Araştırmacılar, sızdırmazlık maddesi olarak kullanılan asfaltın varlığının ve kavanozun içindeki aşındırıcı özelliklerin, mekanizmanın bir zamanlar yakıcı bir sıvı içerdiğini kanıtladığına inanıyor.

Keyser, Bağdat yakınındaki antik kent Seleucia’da çıkarılan bronz ve demir iğnelerin, o dönemde Çin’de yaygın bir uygulama olan akupunktur için kullanılmış olabileceğini öne sürdü. Aynı dönemde Yunanlılar ve Romalılar gibi diğer eski uygarlıkların da elektrikli yılan balığını baş ağrısı ve gut gibi rahatsızlıkların tedavisinde kullandıkları düşünülüyor.

Keyser, Basra Körfezi’nde veya Mezopotamya nehirlerinde elektrikli yılan balığı bulunmadığından, bu bölgede yaşayanların elektriği kontrol altına almanın alternatif bir yolu olarak Bağdat Bataryası’nı icat etmiş olabileceğini öne sürüyor.

2003 yılında Amerika’nın Irak işgalini izleyen dönemde Irak Ulusal Müzesi’nin yağmalanması sonucu, burada saklanan Bağdat pili kayıplara karışmıştır ve henüz nerede olduğu bilinmemektedir.

Paylaşın

Anadolu’da İlk Şirket 4 Bin Yıl Önce Kuruldu

Kayseri şehir merkezinden 18 kilometre uzaklıkta yer alan Kültepe’de yapılan kazılarda bulunan 4 bin yıllık bir tablet, Anadolu’da ilk şirketin 12 kişi tarafından 15 kilo altınla kurulduğunu ortaya koydu.

Kültepe’de 75 yıldır devam eden kazılarda, dönemin ticari hayatına da dair zengin bilgiler sunan 20 binin üzerinde çivi yazılı tablet ortaya çıkarıldı. Kültepe Kazı Başkanı Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu, bu tabletlerin dönemin ekonomik ve sosyal dinamiklerinin anlaşılmasında önemli olduğunu vurguladı.

Asurluların Anadolu’da kurduğu on Karum’un yönetim merkezi olan Kültepe Karum’da yapılan kazılarda bulunan 4 bin yıllık bir tablet, Anadolu’da ilk şirketin 12 kişi tarafından 15 kilo altınla kurulduğunu ortaya koydu.

Kayseri kent merkezine 18 kilometre uzaklıktaki Kültepe’de kazılar 75 yıldır devam ederken, şu ana kadar 20 binden fazla çivi yazılı tablet bulundu. Bu tabletler dönemin ticari faaliyetlerini ayrıntılı olarak ortaya koymakta.

Anadolu Arkeolojisi’nde yer alan habere göre; Kültepe Kazı Başkanı Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu, Kültepe’deki tabletlerin çoğunun ticari amaçlı olduğunu ve her türlü mali işlemin kayıt altına alındığını söyledi.

Fikri Kulakoğlu, kervan harcamalarından borç ve kredi ilişkilerine kadar pek çok ayrıntının bu tabletlerde yer aldığını, bu da Kültepe’nin o dönemde çok hareketli ve büyük bir ticaret merkezi olduğunu gösterdiğini belirtti.

Anadolu’da ilk şirketin Kültepe’de kurulması, yalnızca Asur ticaret kolonilerinin ulaştığı ileri düzey ekonomik örgütlenmeyi vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda Kültepe’nin bir ticaret merkezi olarak stratejik önemini de vurguluyor.

Eski Anadolu toplumunun ekonomik uygulamalarına ve yasal çerçevelerine dair nadir bir bakış açısı sağlayan tabletler, dönemin ekonomik faaliyetlerini belgelemekle kalmıyor, aynı zamanda antik ticaret uygulamalarının temelini oluşturan organizasyon ve yasal yapıları da ortaya koyuyor.

Paylaşın

Aragon Kalesi’ndeki Ölüm Sandalyeleri: Çürüyen Cesetlerle Günlük Dualar

Aragon Kalesi, İtalya’nın Napoli Körfezi’nin kuzey tarafında yer alan Ischia adasında bir kayalık üzerine inşa edilmiştir. Kalenin tarihi M.Ö. 5. yüzyılda kadar uzanmaktadır.

Haber Merkezi / Aragon Kalesi, 1575 ile 1810 yılları arasında Saint Clare Tarikatı’na (Fakir Clares olarak da bilinir) mensup rahibelerin kaldığı ‘Convento delle Clarisse’ olarak adlandırılan bir manastıra ev sahipliği yapmıştır.

Saint Clare Tarikatı oldukça alışılmadık bir cenaze töreni uygulaması yapıyordu: Ölüm Sandalyeleri. Ölüm Sandalyeleri, ölen rahibelerin cesetlerinin çürümek üzere yerleştirildiği taş sandalyelerdi.

Bir rahibe öldüğünde, cesedi ‘Cimitero delle Monache Clarisse’ mezarlığına götürülür ve çürümek üzere bir ‘Ölüm Sandalyesi’ üzerine oturur pozisyonda yerleştirilirdi.

Manastırdaki diğer rahibeler, ölen ve ‘Ölüm Sandalyesi’ üzerine yerleştirilmiş rahibeleri her gün ziyaret ederek, onlar için dualar okurlardı.

Her ‘ölüm sandalyesinin’ oturma yerinin altında, özel bir kabın yerleştirildiği bir delik vardır. Bu delik, çürüme süreci sırasında ortaya çıkan sıvıları topluyordu. Ceset tamamen çürüdükten sonra geri kalan kemikler toplanıyor ve bir kemik sandığa yerleştiriliyordu.

Manastır artık rahibelere ev sahipliği yapmasa da, ‘ölüm sandalyeleri’ Aragon Kalesi’ndeki varlığını devam ettirmektedir.

Paylaşın

Kiros Silindiri: Kadim İnsan Hakları Bildirisi

Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden 2 bin yıl önce, en eski insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen bir bildiri yayınlandı: Kiros Silindiri.

Haber Merkezi / Günümüzde Londra’daki Britanya Müzesi’nde sergilenmekte olan Kiros Silindiri, 1879 yılında Asur bilgini Hormuzd Rassam tarafından Babil’deki Marduk Tapınağı’nda bulundu.

Silindirin üzerinde, dönemin en büyük imparatorluğunu kuran Ahameniş İmparatorluğu’nun kurucusu Pers kralı Büyük Kiros’un MÖ 539 yılında Babil’i fethini ve Babil’in son kralı Nabonidus’un ele geçirilmesini anlatan bir metin yer alıyor.

Silindirdeki metinde Aynı zamanda, Kiros’un dini, ırksal ve dilsel özgürlüğü desteklediğinden ve Babilliler tarafından yurtlarından edilenlerin anavatanlarına dönmelerine izin verdiğinden söz ediyor.

Kiros Silindiri’nde yer alan metnin bazı bölümleri şöyle: 

“İmparatorluğumdaki ulusların gelenek, görenek ve dinlerine saygı duyacağımı ve ben hayatta olduğum sürece hiçbir valimin ve astımın onları küçümsemesine veya aşağılamasına asla izin vermeyeceğimi duyuruyorum.

Bundan sonra… kimsenin kimseye zulmetmesine izin vermeyeceğim, böyle bir şey olursa onun hakkını geri alacağım ve zalimin cezasını vereceğim.

Kimsenin zorla veya tazminatsız olarak başkalarının taşınır ve taşınmaz mallarına el koymasına asla izin vermeyeceğim. Hayattayken ücretsiz, zorla çalıştırmayı yasaklıyorum.

Bugün herkesin din seçmekte özgür olduğunu duyuruyorum. İnsanlar başkalarının haklarını ihlal etmemek koşuluyla her bölgede yaşamakta ve çalışmakta özgürdürler.”

Kiros’un bildirisi, temel olarak Babilli kölelerin serbest ve özgür olması gerektiğinden bahsettiği için, “ilk insan hakları bildirgesi” olarak da kabul edilmektedir.

Kölelik, Pers toplumunun ayrılmaz parçası olarak kalmaya devam eden bir kurum olmasına rağmen, eski Mezopotamya geleneklerini derinden etkilemiştir. Öyle ki, hükümdarlar tahta geçiş törenlerinde, reform bildirgeleri yayımlamıştır.

Paylaşın