Filistin Kurtuluş Örgütü: Dünü Bugünü

1964 yılında kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı ile bağımsız bir devlet kurma mücadelesini temsil etmektedir.

Haber Merkezi / El Fetih, Halk Cephesi (FHKC) gibi çeşitli Filistinli grupları bünyesinde barındıran FKÖ, Filistinlilerin siyasi ve askeri temsilcisi olarak tanınmıştır ve 1974’te Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Filistin halkının resmi temsilcisi olarak kabul edilmiştir.

FKÖ, Filistinlilerin İsrail işgaline karşı mücadelesini koordine etmek ve Filistin devletini kurmak amacıyla kurulmuştur. Başlangıçta silahlı mücadeleyi ön plana alan FKÖ, 1990’lardan itibaren diplomatik çabalara ağırlık vermiştir.

100’den fazla ülkede Filistin’in temsilcisi olarak tanınan FKÖ, BM’de gözlemci statüsüne sahiptir. FKÖ, 2015 yılında da Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) üye olmuştur.

1993’te İsrail ile imzalanan Oslo Anlaşmaları, FKÖ’nün İsrail’i tanımasını ve iki devletli çözüm için müzakerelere başlamasını sağlamıştır. Bu anlaşmalar, Filistin Yönetimi’nin (FÖY) kurulmasına yol açmıştır.

FKÖ, Filistin davasının uluslararası alanda savunulmasında hala önemli bir rol oynasa da, iç bölünmeler ve İsrail ile süren müzakerelerdeki tıkanıklıklar nedeniyle etkisi tartışma konusudur. Örgüt, iki devletli çözüm ve diplomatik çabaları desteklemeye devam etmektedir.

Yaser Arafat, 1969’dan 2004’teki ölümüne kadar FKÖ’nün lideriydi. Şu an ise Mahmud Abbas, FKÖ Yürütme Komitesi’nin başkanıdır.

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Dikkat Çeken Eylemleri:

FKÖ, kuruluşundan itibaren Filistin davasını hem silahlı mücadele hem de diplomatik yollarla ilerletmek için çeşitli eylemler gerçekleştirmiştir. FKÖ’nün dikkat çeken eylemleri, tarihsel olarak farklı dönemlerde farklı stratejilere dayanmıştır.

Silahlı Mücadele Dönemi (1960’lar-1970’ler):

FKÖ, özellikle 1960’lar ve 1970’lerde İsrail’e karşı silahlı mücadele yürütmüştür. Bu dönemde dikkat çeken eylemler:

1965 El Fetih Saldırıları: FKÖ’nün ana bileşeni El Fetih, 1965’te İsrail’e karşı ilk gerilla saldırılarını başlatmıştır. Bu, FKÖ’nün silahlı mücadele döneminin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.

Kara Eylül (1970): Ürdün’deki Filistin mülteci kamplarından Ürdün hükümetine karşı eylemler düzenleyen FKÖ, Ürdün ordusuyla çatışmıştır. Bu olay, FKÖ’nün Ürdün’den Lübnan’a sürülmesine yol açmıştır.

Münih Olimpiyatları Saldırısı (1972): FKÖ’nün bir kolu olan Kara Eylül örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli sporcuları rehin almıştır. Operasyon, 11 İsrailli sporcunun ölümüyle sonuçlanmış ve uluslararası alanda büyük yankı uyandırmıştır. FKÖ, bu eylemi resmî olarak üstlenmese de, olay örgüte bağlanmış ve büyük tartışma yaratmıştır.

Lübnan İç Savaşı (1975-1982): FKÖ, Lübnan’da üslendiği dönemde Lübnan İç Savaşı’na karışmış ve İsrail’e karşı sınır ötesi saldırılar düzenlemiştir. 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgaliyle FKÖ, Beyrut’tan Tunus’a çekilmek zorunda kalmıştır.

Diplomatik Eylemler (1980’ler-1990’lar):

FKÖ, 1980’lerden itibaren silahlı mücadeleden diplomasiye yönelmiş ve uluslararası alanda meşruiyet kazanmaya odaklanmıştır:

1988 Bağımsızlık İlanı: Yaser Arafat liderliğinde FKÖ, 15 Kasım 1988’de Filistin Devleti’ni ilan etmiştir. Bu, Filistin davasının uluslararası alanda tanınmasında önemli bir adım olmuş ve 100’den fazla ülke tarafından desteklenmiştir.

Oslo Anlaşmaları (1993): FKÖ, İsrail ile gizli görüşmeler sonucunda Oslo Anlaşmaları’nı imzalamıştır. Bu anlaşma, FKÖ’nün İsrail’i tanımasını ve iki devletli çözüm için müzakerelere başlamasını sağlamıştır. Filistin Yönetimi’nin kurulması, bu dönemin en önemli sonucu olmuştur.

BM’de Gözlemci Statüsü (1974 ve 2012): FKÖ, 1974’te Birleşmiş Milletler’de Filistin halkının temsilcisi olarak tanınmıştır. 2012’de ise Filistin, BM’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmıştır. Bu, FKÖ’nün diplomatik başarısı olarak görülmüştür.

İkinci İntifada ve Sonrası (2000’ler):

İkinci İntifada (2000-2005): FKÖ’nün ana bileşeni El Fetih, İkinci İntifada’da aktif rol oynamıştır. Bu dönemde hem silahlı eylemler hem de sivil direniş dikkat çekmiştir. Ancak FKÖ, Hamas’ın yükselişiyle etkisini kısmen kaybetmiştir.

Uluslararası Diplomasi: FKÖ, 2000’lerde ve sonrasında Filistin davasını BM, Avrupa Birliği ve diğer uluslararası platformlarda savunmaya devam etmiştir. Özellikle İsrail yerleşim politikalarına karşı uluslararası mahkemelerde (örneğin, Uluslararası Ceza Mahkemesi) girişimlerde bulunmuştur.

Paylaşın

Postfaşizm Ve Neofaşizmi Anlamak

Neofaşizm, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı (II. Dünya Savaşı) sonrası dönemde ortaya çıkan, klasik faşizmin ideolojik unsurlarını modern koşullar altında yeniden uyarlayan aşırı sağ akımdır.

Kurtuluş Aladağ / Temel olarak milliyetçilik, ırkçılık, otoriterlik ve yabancı/göçmen düşmanlığını ön plana çıkaran bu hareket, faşizmin “yeni” (neo-) versiyonu olarak tanımlanır.

Postfaşizm, neofaşizmden farklı olarak, faşizmin klasik unsurlarını daha inceltilmiş, modernize edilmiş ve genellikle demokratik sistemlerin içinde gizlenmiş bir şekilde yeniden üreten bir ideolojik ve siyasi akımdır.

Neofaşizm Nedir?

Neofaşizm, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı (II. Dünya Savaşı) sonrası dönemde ortaya çıkan, klasik faşizmin ideolojik unsurlarını modern koşullar altında uyarlayan bir aşırı sağ akımdır. Temel olarak milliyetçilik, ırkçılık, otoriterlik ve yabancı/göçmen düşmanlığını ön plana çıkaran bu hareket, faşizmin “yeni” (neo-) versiyonu olarak tanımlanır.

Neofaşizm, klasik faşizmden (örneğin Mussolini’nin İtalya’sı veya Hitler’in Nazizm’i) farklı olarak, açık bir totaliter rejim kurmak yerine demokrasi kisvesi altında popülist ve otoriter yapılar oluşturmayı tercih eder. Bu akım, ekonomik krizler, küreselleşme karşıtlığı ve kültürel kimlik kaygılarını besleyerek yayılır.

1950’lerden itibaren Avrupa’da (Özellikle İtalya, Fransa ve Almanya) ve diğer bölgelerde görülmeye başlayan neofaşizm, savaş sonrası faşist kalıntıların evrilmesiyle şekillenmiştir; örneğin İtalya’da MSI (İtalyan Sosyal Hareketi) gibi partiler neofaşizmin öncüleri olmuştur.

Günümüzde ABD’de Alt-Right hareketi, Avrupa’da AfD (Almanya), Ulusal Cephe (Fransa) veya Türkiye’de bazı milliyetçi gruplar neofaşizm eğilimler gösterir. Emperyalist sistemin çelişkileri ve neoliberalizmin yarattığı eşitsizlikler, bu akımın nesnel koşullarını hazırlar.

Neofaşizm, klasik faşizmle benzerlikler taşırken, moderniteye uyum sağlar.

Klasik Faşizmin (1920 – 1940’lar) Temel Özellikleri:

Açık totaliter diktatörlük, tek parti rejimi
Devlet kontrollü korporatizm
Irkçı ideolojiyi devlet şiddetiyle dayatma
Yahudiler, komünistler (açık nefret)
Orta ve alt sınıflar, işsizlik korkusu

Neofaşizmin (1950’lerden günümüze) Temel Özelikleri:

Seçimli otoriter popülizm, demokrasi kisvesi
Neoliberalizmle iç içe, millî ekonomi vurgusu
Sosyal medya ve popülist söylem (göçmen korkusu)
Göçmenler, azınlıklar, “kültürel yozlaşma”
İşçi kitleleri, küreselleşme mağdurları

Türkiye’de neofaşizm tartışmaları, özellikle 1970’ler ve 1990’lardaki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Ülkü Ocakları etrafında yoğunlaşmıştır. Bu gruplar, solcu akademisyenler ve medya tarafından neofaşist olarak nitelendirilmiştir.

12 Eylül öncesi MHP’nin paramiliter kanadı olarak görülen Ülkü Ocakları, radikal sağın simgesiydi. Günümüzde de MHP, “postfaşist” bir yapı olarak tartışılmaktadır; otarşik neoliberalizm (milli ekonomi içinde serbest piyasa) ve AB karşıtlığı vurgulanmaktadır.

2000’lerden itibaren ultra milliyetçilik popülerleşmiştir; bu medya, futbol ve devlet politikalarına da yansımıştır. Emre Arslan gibi yazarlar, MHP’yi “neofaşizmin Türkiye versiyonu” olarak tanımlamıştır.

Neofaşizm, emperyalizmin çelişkilerinden beslenir ve yok olmaz; değişerek varlığını sürdürür. Antifaşist mücadele, bu akımın krizlerdeki rolünü anlamaktan geçmektedir.

Postfaşizm Nedir?

Postfaşizm, neofaşizmden farklı olarak, faşizmin klasik unsurlarını daha inceltilmiş, modernize edilmiş ve genellikle demokratik sistemlerin içinde gizlenmiş bir şekilde yeniden üreten bir ideolojik ve siyasi akımdır.

Neofaşizm açıkça faşist semboller ve söylemler kullanırken, postfaşizm daha örtülü bir şekilde işler; demokrasi, popülizm ve kültürel muhafazakârlık kisvesi altında faşist eğilimleri normalleştirir. Bu terim, özellikle 21. yüzyılda aşırı sağın dönüşümünü ve ana akım siyasete entegrasyonunu tanımlamak için kullanılmaktadır.

Postfaşizm, klasik faşizmin otoriter, militarist ve totaliter yapısını doğrudan benimsemez; bunun yerine, modern demokrasilerin araçlarını (seçimler, medya, popülist söylemler) kullanarak otoriter bir düzen kurmayı hedefler.

Postfaşizmin Ana Özellikleri:

Popülist Söylem: “Halk” ve “seçkinler” arasında yapay bir karşıtlık yaratır. Göçmenler, azınlıklar veya “iç düşmanlar” (örneğin, “globalist elitler”) hedef alınır.

Kültürel Milliyetçilik: Açık ırkçılık yerine, kültürel homojenlik vurgusu yapılır. Örneğin, “Batı değerlerini koruma” veya “millî kimlik” söylemleriyle azınlıklara karşı ayrımcılık meşrulaştırılır.

Demokrasi Kılığı: Totaliter rejim yerine, seçimle gelen otoriter liderler veya partiler aracılığıyla güç konsolide edilir. Medya kontrolü ve yargı bağımsızlığının zayıflatılması bu süreçte yaygın araçlardır.

Esnek İdeoloji: Postfaşizm, sabit bir ideolojiye bağlı kalmaz; yerel koşullara göre şekillenir. Örneğin, Avrupa’da İslam karşıtlığı, Türkiye’de ise Kürt veya Alevi karşıtlığı öne çıkabilir.

Neoliberalizmle İlişki: Klasik faşizmin devletçi ekonomisine karşın, postfaşizm genellikle neoliberal politikalarla uyumludur; ancak millî ekonomi söylemini kullanır.

Postfaşizm ve Neofaşizm Arasındaki Farklar:

Neofaşizm:

Açık milliyetçilik, ırkçı veya paramiliter
Demokrasiyi açıkça reddedebilir
Faşist semboller ve nostalji (örneğin, bozkurt, gamalı haç)
Daha dar, radikal sağ taban
Millî ekonomi vurgusu, korporatizm

Postfaşizm:

Örtülü milliyetçilik, popülist ve “kültürel”
Demokrasiyi araçsallaştırır, seçimle güç kazanır
Modern, ana akım semboller ve söylemler
Geniş kitleler, orta sınıf ve muhafazakârlar
Neoliberalizmle uyumlu, esnek ekonomi

Türkiye’de postfaşizm, özellikle 2000’lerden itibaren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ittifakıyla tartışılmaktadır. Bazı akademisyenler ve sol entelektüeller, bu ittifakın postfaşist eğilimler sergilediğini savunmaktadır:

Otoriter Popülizm: AKP’nin “millî irade” söylemi, muhalifleri “dış güçlerin maşası” olarak damgalama ve medya kontrolü postfaşist özellikler taşımaktadır.

Kültürel Hegemonya: Dinî ve millî değerler üzerinden toplumun homojenleştirilmeye çalışılması, Aleviler, Kürtler ve seküler kesimlere yönelik dışlayıcı söylemler.

Devlet Aygıtlarının Kullanımı: Yargı, emniyet ve eğitim gibi kurumların parti ideolojisi doğrultusunda yeniden yapılandırılması.

Milliyetçilik ve Dış Düşman: “Yeni Osmanlıcılık” veya “Batı karşıtlığı” gibi söylemler, postfaşist bir “biz ve onlar” ayrımını beslemektedir.

Örneğin, Emre Arslan gibi yazarlar, MHP’nin neofaşist köklerden postfaşist bir çizgiye evrildiğini, AKP ile ittifakının ise bu dönüşümü hızlandırdığını belirtmektedir. Ancak, bu görüşler tartışmalıdır; bazıları bu analizlerin ideolojik önyargı içerdiğini savunmaktadır.

Örneğin, Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’si (şimdi Ulusal Birlik), İtalya’daki Fratelli d’Italia veya Macaristan’da Viktor Orban’ın Fidesz partisi, postfaşist olarak nitelendirilmektedir. Bu partiler, açık faşizmden uzak durarak ana akım seçmenlere hitap etmektedirler.

ABD’de Donald Trump dönemi, “Make America Great Again” söylemiyle postfaşist eğilimler sergilemiştir; ancak doğrudan faşizmden ziyade popülist otoriterlik olarak sınıflandırılmaktadır. Hindistan’da Narendra Modi’nin BJP hükümeti, Hindu milliyetçiliği ve Müslüman karşıtı politikalarla postfaşist özellikler taşımaktadır.

Postfaşizm, açık diktatörlükten ziyade demokrasinin içinin boşaltılması yoluyla işlemektedir. Bu nedenle, klasik faşizmden daha sinsi kabul edilmektedir:

Normalleşme: Faşist söylemler, popülist politikalarla ana akıma taşınır, böylece bu söylemler toplum tarafından kabul edilir.

Polarization: Toplum, “biz” ve “onlar” olarak bölünür; bu, iç çatışmaları körüklemektedir.

Kurumsal Erozyon: Yargı, medya ve sivil toplumun bağımsızlığı zayıflatılarak otoriterlik yerleştirilmektedir.

Sonuç olarak; Postfaşizm, faşizmin modern bir uyarlaması olarak, demokrasinin araçlarını kullanarak otoriter bir düzen kurmayı hedeflemektedir. Türkiye’de bu eğilim, milliyetçilik ve dinî muhafazakârlıkla harmanlanarak kendine özgü bir biçim almaktadır.

Küresel çapta ise ekonomik krizler, kültürel kimlik kaygıları ve küreselleşme karşıtlığı, postfaşizmin yayılmasını beslemektedir. Antifaşist mücadele, bu akımın örtülü doğasını teşhis etmeyi ve demokratik kurumları güçlendirmeyi gerektirmektedir.

Paylaşın

Yaşlı Yetişkinler İçin En İyi Kan Basıncı Nedir?

Yüksek tansiyon veya hipertansiyon, kalp hastalığı, felç ve böbrek sorunları gibi ciddi durumlara yol açabilen bir sağlık sorunudur. Birçok yaşlı yetişkin için de kan basıncını yönetmek sağlıklı kalmanın önemli bir parçasıdır.

Haber Merkezi / Doktorlar, kan basıncını kontrol altında tutmak için beslenme, egzersiz ve ilaç değişiklikleri önerirler. Peki 60 yaş ve üzeri kişiler için ideal kan basıncı hedefi ne olmalıdır?

Yakın zamanda Cardiovascular Innovations and Applications dergisinde yayınlanan bir araştırma, yüksek tansiyonu olan yaşlılar için en iyi sistolik kan basıncı (SBP) seviyesini inceledi. Sistolik kan basıncı, kan basıncı ölçümündeki en üst sayıdır ve kalbiniz attığında atardamarlarınızdaki basınç miktarını gösterir.

Araştırmacılar, net bir cevap elde etmek için Bayes ağı meta-analizi adı verilen bir yöntem kullandılar. Bu yöntem, güvenilir sonuçlar elde etmek için birçok farklı çalışmadan elde edilen verileri bir araya getiriyor. Araştırmacılar, ciddi kalp rahatsızlıkları, kalp hastalığından ölümler, herhangi bir nedene bağlı ölümler, kalp krizi, kalp yetmezliği ve felç gibi sonuçlara odaklanan altı farklı çalışmayı incelediler.

Araştırmada, sistolik kan basıncının 130 mmHg’nin altında tutulmasının, kan basıncını 140 mmHg veya daha yüksekte tutmaya kıyasla ciddi kalp sorunlarının sayısını azaltmaya yardımcı olduğu bulundu. Araştırmada, daha düşük kan basıncı hedeflerine sahip kişilerde kalp krizi, felç ve ölüm vakaları da daha az görüldü. Ancak, gruplar arasındaki farklar her kategoride anlamlı olarak adlandırılacak kadar büyük değildi.

Sonuç, sistolik kan basıncını 130 mmHg’nin altında tutmanın 60 yaş ve üzeri kişiler için en iyi hedef olabileceği idi.

Kısacası, bu yeni araştırma, hipertansiyonu olan yaşlı yetişkinlerin kalplerini ve sağlıklarını korumak için sistolik kan basıncını 130 mmHg’nin altına düşürmeyi hedeflemenin en etkili yol olabileceğini öne sürüyor. Ancak sizin için en uygun planı bulmak için her zaman bir sağlık uzmanına danışın.

Paylaşın

NATO’dan Ukrayna’nın İşgal Altındaki Toprakları İçin “Baltık Modeli” Önerisi

NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, Donald Trump – Vladimir Putin görüşmesi öncesi, Ukrayna’nın işgal altındaki toprakları için “Baltık modeli”nin uygulanması önerisinde bulundu.

NATO Genel Sekreteri Rutte ayrıca görüşmelerde Ukrayna’nın da masada olması gerektiğini söyledi.

ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, 15 Ağustos Cuma günü, ABD’nin Rusya’ya komşu eyaleti Alaska’da bir araya gelmeleri bekleniyor.

Putin’in 2015’ten bu yana ilk kez ABD toprağına ayak basacağı görüşmeden beklentilere dair Amerikan ABC News kanalına mülakat veren NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, bu toplantının savaşı bitirmek konusunda Putin’in ciddi olup olmadığını test etme imkânı verdiğini söyledi.

Rutte, olası bir anlaşmanın Ukrayna’nın askeri kapasitesine yönelik sınırlamalar veya NATO’nun Letonya, Estonya ve Finlandiya gibi ülkelerdeki varlığına dair kısıtlama içermemesi gerektiğini vurguladı.

“Şu anda Rusya’nın Ukrayna topraklarının bir kısmını kontrol ettiğini kabul etmemiz gerekiyor” diyen Rutte, işgalin fiili olarak kabul edilebileceğini ancak resmen tanınmaması gerektiğini şu sözlerle ifade etti:

“Mesele gelecekteki bir anlaşmada Rusya’nın fiilen Ukrayna topraklarının bir kısmını kontrol ettiğinin kabul edilmesi olduğunda, bunun siyasi ve hukuki bir tanıma değil, fiili bir tanıma olması gerekir.”

Rutte, bu noktada Sovyetlerin Baltık ülkelerini işgalini hatırlatarak “Hepimiz hatırlıyoruz ki; Litvanya, Estonya ve Letonya’nın 1940 ile 1991 yılları arasında Washington’da büyükelçilikleri vardı; (ABD) Sovyetler Birliği’nin o toprakları kontrol ettiğini kabul ediyordu ancak bunu hukuken asla onaylamamıştı” dedi.

Rutte ayrıca Alaska’daki görüşmelerde Ukrayna’nın da masada olması gerektiğini belirtti. Kiev ve Avrupa başkentlerinde Trump’ın, Ukrayna olmadan Rusya ile bir anlaşmaya varmasından endişe ediliyor.

Trump geçen hafta yaptığı açıklamada, bir anlaşmanın “her iki tarafın (Rusya ve Ukrayna) da yararına olacak şekilde bazı toprak takaslarını içereceğini” söylemişti. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ise ülkesinin bulunmadığı bir masada alınacak kararın “ölü doğmuş” ve “uygulanamaz” olacağını belirtiyor.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın

Putin, Ukrayna’da Zafer İçin Nelerden Vazgeçebilir?

Çeyrek asırdır Rusya’nın başında bulunan Vladimir Putin, bu süre içerisinde, ülkede kendine özgü bir toplumsal yapı oluşturdu: iç düzen ve istikrar ile siyasi edilgenlik ve devlete sadakat.

Kurtuluş Aladağ / Putin bu durumu, milliyetçi söylem, kontrollü baskı ve ekonomik uyum arasında ustaca bir denge kurarak sağladı.

Ancak Ukrayna savaşı, Putin’in kurduğu bu dengeyi zorluyor gibi görünüyor.

Savaş, Putin’in kişisel iktidarını koruma çabasıyla yakından bağlantılı ve savaşta başarısız olması durumunda rejiminin sorgulanabileceğini biliyor.

Bu nedenle, zaferi garantilemek için iç muhalefeti daha fazla baskı altına alabilir, medya kontrolünü sıkılaştırabilir ve hatta nükleer tehdit gibi aşırı önlemleri dahi gündeme getirebilir.

Ancak, nükleer silah kullanımı gibi adımlar, hem kendisi hem de dünya için yıkıcı sonuçlar doğuracağından, bu konuda temkinli olduğu belirtiliyor.

Putin’in Ukrayna’da zafer için feda edebilecekleri, büyük ölçüde onun stratejik vizyonuna ve kişisel hırslarına bağlı. Rus halkının refahı, ekonomik istikrar, uluslararası itibar ve hatta kendi vatandaşlarının hayatları, onun için ikincil öncelikler gibi görünüyor.

Uzmanlar, Putin’in Ukrayna’da zaferi bir “hayatta kalma meselesi” olarak gördüğünü öne sürerken, eski bir Rus diplomat olan Boris Bondarev, Putin’in savaşı kazanmak için 10 ila 20 milyon Rus askerini feda edebileceğini söylemişti.

Bu da, savaşın Putin için siyasi bir ölüm – kalım meselesine dönüştüğünü gösteriyor.

Savaşı “Rusya’ya ait olanı geri almak” olarak nitelendiren ve Kırım ile Donetsk, Luhansk, Zaporojya ve Herson gibi bölgelerin Rusya’nın olduğunu söyleyen Putin, bu bölgeleri kontrol etmek için Ukrayna’nın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü yok saymayı sürdürebilir.

2014 yılında başlayan Rusya – Ukrayna savaşı, 24 Şubat 2022’de Rusya’nın tam ölçekli işgaliyle tırmanan çatışmalarla devam ediyor. Rusya, özellikle Ukrayna’nın doğusundaki Donbas bölgesinde (Donetsk ve Luhansk) istikrarlı bir ilerleme kaydediyor.

Rus güçleri 2024’te önceki yıla kıyasla altı kat daha fazla toprak ele geçirdi ve stratejik lojistik merkezlere doğru ilerliyor.

Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ne göre, 2022’den beri 1 milyondan fazla Rus askeri öldü veya yaralandı. Rusya, Ukrayna’ya ait 3.593 askeri altyapı tesisi, 141 uçak, 110 helikopter ve 2.576 tank imha ettiğini iddia ediyor.

Ukrayna tarafında ise 3.375 sivil, 4.150 asker öldü; 1,8 milyon kişi ülke içinde yerinden edildi, 7,6 milyondan fazla kişi mülteci oldu.

UNESCO’ya göre, Rusya 500’den fazla Ukrayna kültürel alanını yok etti veya zarar verdi.

Paylaşın

İki Süper Güç Arasında Nükleer Gerilimi: Blöf Mü Askeri Manevra Mı?

ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı ve eski Rusya Devlet Başkanı Dmitry Medvedev arasında sosyal medya üzerinden yaşanan söz düellosu, nükleer gerilimi artıran bir boyuta ulaştı.

Kurtuluş Aladağ / ABD Başkanı Trump, Ukrayna’daki savaşın sona ermesi için Rusya’ya önce 50 gün, ardından 10 gün gibi kısa bir süre tanıyan ültimatomlar vermiştii. Bu ültimatomlar, Rusya’ya ekonomik yaptırımlar ve Rusya’nın petrol alıcılarına ikincil yaptırımlar uygulanacağı tehdidini içeriyordu.

Medvedev, sosyal medya hesabı üzerinden Trump’ın bu ültimatomlarını “tehdit oyunu” olarak nitelendirmiş ve “Rusya ne İsrail ne de İran’dır. Her yeni ültimatom, Rusya ile ABD arasında doğrudan bir savaş tehdididir” diyerek sert bir yanıt vermişti.. Medvedev ayrıca, Trump’ı “Sleepy Joe (Biden) yoluna gitmemesi” konusunda uyarmıştı.

31 Temmuz’da Medvedev, Telegram’da Trump’a hitaben, Sovyet döneminde geliştirilen ve nükleer bir karşı saldırıyı otomatik olarak tetikleyebilen “Dead Hand” (Perimeter) sistemine atıfta bulunmuştu. Medvedev, Trump’ın favori dizisi “The Walking Dead” ile kıyamet sonrası senaryoları hatırlatarak nükleer tehdidi dolaylı olarak vurgulamıştı.

1 Ağustos’ta Trump, Medvedev’in bu “son derece kışkırtıcı” açıklamalarına karşılık olarak iki nükleer denizaltının “uygun bölgelere” konuşlandırılması emrini verdiğini duyurmuştu. Trump, kendi sosyal medya platformu Truth Social’da yaptığı paylaşımda, “Sözler çok önemlidir ve istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Umarım bu durum öyle olmaz” demişti. Trump, nükleer kelimesinin ciddiyetine vurgu yaparak “Bu nihai tehdittir, hazırlıklı olmalıyız” ifadesini kullanmıştı.

Trump, denizaltıların nükleer güçle çalışan mı yoksa nükleer silah taşıyan mı olduğuna dair detay vermemişti. ABD’nin Ohio sınıfı nükleer denizaltılarının Trident II D5 balistik füzeleri taşıyabildiği biliniyor, ancak Pentagon veya Beyaz Saray bu konuda “stratejik belirsizlik” politikası izlemeyle yetindi.

Trump, Ukrayna savaşını bitirme vaadiyle ikinci dönemine başladı, ancak Rusya’nın barış görüşmelerine yanıt vermemesi ve devam eden saldırılar (örneğin, Temmuz 2025’te Ukrayna’ya 6.443 insansız hava aracı saldırısı) Trump’ın sabrını zorluyor gibi görünüyor.

Medvedev, 2008 – 2012 yılları arasında Rusya Devlet Başkanı iken daha ılımlı bir figür olarak ifade ediliyordu. Ancak 2022’deki Ukrayna işgalinden sonra Kremlin’in en şahin seslerinden biri haline gelmiş durumda. Analistlere göre, Medvedev’in kışkırtıcı açıklamaları Kremlin tarafından onaylanıyor ve Putin’e doğrudan eleştiri yapmadan Trump’ın hedefi olarak kullanılıyor.

Kremlin, Trump’ın denizaltı hamlesine şu ana kadar resmi bir yanıt vermedi. Rus medyası, Trump’ın hareketini “öfke nöbeti” veya “anlamsız blöf” olarak nitelendirirken, Rus yetkililer sessiz kalmayı tercih etti. Rus milletvekili Viktor Vodolatsky, Rusya’nın daha fazla nükleer denizaltıya sahip olduğunu ve ABD’nin hareketinin kontrol altında olduğunu iddia etmişti.

Güvenlik uzmanları, Trump’ın denizaltı hamlesini daha çok retorik bir tırmanış olarak değerlendiriyor. ABD’nin nükleer denizaltıları zaten dünya genelinde rutin devriyelerde bulunuyor, bu nedenle fiziksel bir yer değişikliği olup olmadığı belirsiz.

Bazı analistler ise, Trump’ın Medvedev’i hedef alarak Putin’le doğrudan diyaloğu açık tutmaya çalıştığını öne sürüyor. Eski ABD Moskova Büyükelçisi Mike McFaul, Trump’ın nükleer denizaltı hamlesini eleştirerek, Ukrayna’ya daha fazla silah sağlamanın daha etkili olacağını savunmuştu.

Medvedev’in nükleer tehditleri ve Trump’ın buna karşılık askeri hareketliliği, yanlış anlaşılmalara yol açabilecek bir gerilim yaratıyor. Ancak uzmanlar, Medvedev’in Kremlin’de karar alma yetkisinin sınırlı olduğunu ve bu atışmaların daha çok propaganda amaçlı olduğunu düşünüyor.

Haziran 2025’te Medvedev, ABD’nin İran nükleer tesislerine yönelik saldırıları sonrası İran’a nükleer savaş başlığı sağlanabileceği imasında bulunmuş, Trump buna sert tepki göstermişti. Medvedev daha sonra Rusya’nın böyle bir niyetinin olmadığını belirtmişti.

Trump, 2016’da Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile benzer bir nükleer söz düellosuna girmiş, ancak bu diyalog diplomasiye dönüşmüştü. Rusya ile durumun daha karmaşık olduğu belirtiliyor.

START Anlaşması

2010 yılında imzalanan ve 2026 yılına kadar uzatılan Yeni START Anlaşması, ABD ve Rusya’nın nükleer savaş başlıklarını sınırlamayı amaçlıyor. Ancak Rusya, 2022 yılında Ukrayna işgali sonrası anlaşma kapsamındaki denetimleri askıya aldı ve görüşmelere katılmayı reddetti. ABD, Rusya’yı anlaşmaya uymamakla suçlarken, Moskova da ABD’nin denetimleri engellediğini iddia ediyor.

Kasım 2024’te Vladimir Putin, nükleer silah kullanım eşiğini düşüren yeni bir doktrin imzalamıştı. Bu doktrin, Ukrayna’nın Batı tarafından sağlanan konvansiyonel füzelerle Rusya’ya saldırması durumunda nükleer yanıt verilebileceğini belirtiyor. Kremlin, bunu caydırıcılık politikası olarak savunurken, ABD’nin Ukrayna’ya uzun menzilli füzeler için kullanım izni vermesi bu gerilimi tetiklemişti.

Temmuz 2025’te ABD’nin, 2008’den bu yana ilk kez İngiltere’ye taktik nükleer silahlar konuşlandırdığına dair haberler, Rusya’da tepki yaratmıştı. Rusya, buna karşılık Belarus ve Kaliningrad’da nükleer kapasitesini güçlendirebileceğini belirtmişti. Ayrıca, Rusya’nın S-500 anti-nükleer füze sistemlerinin üretimini hızlandırdığı raporlanmıştı.

Araştırmalar, ABD ve Rusya arasında olası bir nükleer savaşın milyonlarca insanın ölümüne ve uzun vadeli çevresel felaketlere yol açabileceğini gösteriyor. Örneğin, Rutgers Üniversitesi’nin 2022 çalışması, böyle bir savaşın 5 milyardan fazla insanın açlıktan ölmesine neden olabileceğini öngörüyor. Princeton Üniversitesi ise ilk saatlerde 34 milyon ölüm tahmin ediyor.

Paylaşın

Rusya’nın Kafkasya’daki Etkisi Azalıyor Mu?

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rusya’nın hegemonya kurduğu Kafkasya’da güç dengeleri değişiyor. Azerbaycan daha bağımsız hale gelirken, Ermenistan Moskova’dan uzaklaşıyor. Gürcistan’da karşıt güçlerin savaşı ise sürüyor.

Kurtuluş Aladağ / Rusya’nın Kafkasya’daki etkisi, son yıllarda azalıyor gibi görünse de bu konuda kesin bir yargıya varmak için birkaç faktörü değerlendirmek gerekiyor.

Geleneksel olarak Rusya’nın en yakın müttefiki olan Ermenistan’da, özellikle 2020 İkinci Karabağ Savaşı’ndan sonra Moskova’ya yönelik güven sarsılmış durumda. Rusya’nın Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (CSTO) kapsamında Ermenistan’a yeterince destek vermediği algısı, Nikol Paşinyan hükümetinin Batı’ya yönelme eğilimini artırdı.

2023’te Azerbaycan’ın Karabağ’ı tamamen kontrol altına alması ve Rus barış güçlerinin etkisiz kalması, Rusya’nın bölgedeki prestijini zedeledi. Ermenistan’ın CSTO üyeliğini askıya alması ve Batı ile yakınlaşma çabaları, Rusya’nın etkisinin azaldığına işaret ediyor.

Rusya ile pragmatik bir ilişki sürdüren Azerbaycan, enerji kaynakları ve Türkiye ile yakın bağları sayesinde daha bağımsız bir politika izliyor. 2020 savaşı sonrası Rusya’nın barış anlaşmasındaki rolü, Moskova’nın hala bölgede bir aktör olduğunu gösterse de, Azerbaycan’ın Türkiye ve İsrail gibi aktörlerle ilişkileri, Rusya’nın etkisini dengeleyici bir unsur olarak öne çıkıyor.

Gürcistan, 2008 Rusya – Gürcistan Savaşı’ndan bu yana Rusya ile ilişkileri soğuk tutuyor ve NATO ile Avrupa Birliği (AB) entegrasyonuna odaklanıyor. Ancak, Gürcistan’daki mevcut hükümetin Moskova ile daha ılımlı bir yaklaşım sergilemesi, Rusya’nın dolaylı etkisini koruduğunu gösteriyor. Yine de, halk nezdinde Rusya’ya karşı güçlü bir şüphecilik var.

Kuzey Kafkasya (Çeçenistan, Dağıstan, İnguşetya gibi bölgeler), Rusya Federasyonu’nun bir parçası olduğundan Moskova’nın doğrudan kontrolü altında. Ancak, bu bölgede istikrar sorunları devam ediyor. Çeçen lider Ramazan Kadirov gibi yerel aktörler, Moskova’ya sadık görünse de, kendi özerk güç alanlarını oluşturmuş durumda.

Ukrayna Savaşı nedeniyle Rusya’nın kaynaklarının önemli bir kısmı farklı alanlara kaymış durumda, bu da Kuzey Kafkasya’daki ekonomik ve sosyal sorunların çözümünü zorlaştırıyor. Bu durum, uzun vadede Rusya’nın bu bölgelerdeki kontrolünü zayıflatabilir.

Dış aktörlerin artan rolü

Özellikle Azerbaycan üzerinden Kafkasya’da etkisini artıran Türkiye, Karabağ zaferi ve Zengezur Koridoru gibi projelerle bölgesel gücünü pekiştirmiş görünüyor.

ABD ve AB, Ermenistan ve Gürcistan üzerinden bölgede daha fazla varlık göstermeye çalışıyorlar. Çin, ekonomik yatırımlarla Kafkasya’da yavaş yavaş rol oynarken, İran da özellikle Azerbaycan – Ermenistan geriliminde kendi çıkarlarını koruma peşinde.

Sonuç olarak; Rusya’nın Kafkasya’daki etkisi, özellikle Güney Kafkasya’da, bir miktar azalmış görünüyor. Ermenistan’daki güven kaybı, Azerbaycan’ın bağımsız politikaları ve Gürcistan’ın Batı’ya yönelimi, Moskova’nın geleneksel hegemonyasını zorluyor.

Kuzey Kafkasya’da ise Rusya hala kontrolü elinde tutsa da, iç dinamikler ve ekonomik sorunlar uzun vadeli riskler taşıyor. Dolayısıyla, etki azalıyor olsa da, Rusya’nın Kafkasya’da tamamen devre dışı kaldığını söylemek yanlış olur.

Paylaşın

“Kilise İle Hükümet” Arasında Gerilim: Ermenistan’da Neler Oluyor?

Ermenistan’da “Kilise ile Hükümet” arasındaki gerilim, derin bir krize işaret ederken, Hükümet ülkeyi istikrarsızlaştırma planlarını engellediğini öne sürüyor. 

Haber Merkezi / Başbakan Nikol Paşinyan, 25 Haziran’da, Başpiskopos Bagrat Galstanyan liderliğindeki bir grubun “darbe planı” yaptığını ve bu planın güvenlik güçleri tarafından engellendiğini duyurdu.

Galstanyan ve 14 şüpheli, Kasım 2024’ten beri hükümeti yasal olmayan yollarla devirme ve “terör eylemleri” planlama suçlamasıyla gözaltına alındı.

Ermenistan Ulusal Güvenlik Servisi, Galstanyan’ın evinde geniş çaplı bir arama yaparken, Soruşturma Komitesi, Galstanyan ve suç ortaklarının anayasal düzeni şiddet yoluyla değiştirme amacı taşıdığını açıkladı.

27 Haziran’da, Apostolik Kilisesi’nin Eçmiadzin’deki merkezine operasyon düzenlendi. Şirak Başpiskoposu Mihail Ajapahyan, darbe çağrıları yaptığı gerekçesiyle gözaltına alındı. Paşinyan, bu operasyonları “kriminal oligarşik ruhban sınıfının iktidarı gasp planı” olarak nitelendirdi.

Paşinyan’a göre, darbe girişimi 23 Haziran’da başlayıp 30 Haziran’da yönetimi ele geçirmeyi hedefliyordu. İddialara göre, eski devlet başkanları Robert Koçaryan ve Serj Sarkisyan ile bazı muhalif partiler ve Rusya bağlantılı iş adamları da bu plana dahildi.

Galstanyan ve suç ortaklarının darbe planlarını tartıştığına dair ses kayıtları yayınlandı, bu da darbe iddialarını güçlendiren bir unsur olarak öne çıkıyor.

Son gelişmeler, din ve devlet arasındaki gerilimin bir yansıması olarak görülüyor. Peder Zareh Aşuryan’ın Paşinyan’ı “sünnetli” olmakla suçlayarak Hristiyan olmadığını ima etmesi, tansiyonu yükseltti. Paşinyan bu iddiaya alaycı bir şekilde yanıt vererek, Ermeni Kilisesi Başkanı II. Karekin’e penisini göstermeyi teklif etti.

Paşinyan, kilisenin siyasi ve mali çıkarlar peşinde olduğunu ima ederken, muhalefet ve kilise destekçileri, bu suçlamaların Paşinyan’ın iktidarını sağlamlaştırmak için bir bahane olduğunu öne sürüyor.

Rusya, olayları Ermenistan’ın “iç meselesi” olarak nitelendirerek tarafsız bir duruş sergiledi, ancak ülkede hukukun üstünlüğü ve istikrarın korunmasını desteklediğini belirtti.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in sözcüsü Dmitry Peskov, yaşanan olayları “Ermenistan’ın iç meselesi” olduğunu söyledi ve Rusya vatandaşı olan iş adamının tutuklanması konusunda Erivan ile temas halinde olduğunu belirtti.

Ermenistan’da din ve devlet arasındaki çatışma, ekonomik sorunlar (yüksek işsizlik, yoksulluk) ve dış politikadaki gerginliklerle (Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkiler) birleştiğinde, toplumda ciddi bir kutuplaşma yaratıyor.

Nikol Paşinyan, Serj Sarkisyan’ın istifasına yol açan 2018’deki protestoların ardından iktidara geldi. Paşinyan, Türkiye ile ilişkileri iyileştirme, Azerbaycan ile ateşkes sağlama ve ülkeyi Rus etkisinden uzaklaştırma vaadiyle seçilmişti.

Gelecek yıl Ermenistan’da parlamento seçimleri yapılacak. Son kamuoyu yoklamalarına göre, katılımcıların yalnızca yüzde 15’i Başbakan Paşinyan’a hala destekliyor.

Paylaşın

Vladimir Putin: Ukrayna’nın Tamamı Bizim

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusların ve Ukraynalıların tek bir halk olduğunu ve bu bağlamda tüm Ukrayna’nın kendilerine ait olduğunu söyledi: Rus askerinin ayağı nereye basarsa, orası bizimdir.

Haber Merkezi / Petersburg’da düzenlenen uluslararası bir ekonomi forumunda konuşan Vladimir Putin, Rusya’nın kendi güvenliğini korumak için Ukrayna’da savaştığını belirtti.

Rusya Devlet Başkanı Putin, askeri güçlerin Rusya topraklarını korumak amacıyla Ukrayna’nın Sumi bölgesinde bir tampon bölge oluşturduğunu belirterek, aynı birliklerin bölgenin başkenti Sumi’nin kontrolünü ele geçirme olasılığını da dışlamadığını söyledi.

Rusya, Kırım da dahil olmak üzere Ukrayna topraklarının yaklaşık beşte birini, Luhansk bölgesinin yüzde 99’undan fazlasını, Donetsk, Zaporijya ve Herson bölgelerinin yüzde 70’inden fazlasını ve Harkov, Sumi ve Dnipropetrovsk bölgelerinin bazı kısımlarını kontrol ediyor.

Kiev ve Batılı müttefikleri, Moskova’nın Ukrayna’nın dört bölgesi ve Kırım üzerindeki iddialarının yasadışı olduğunu söylerken, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, Ruslar ve Ukraynalıların tek bir halk olduğu fikrini defalarca reddetti. Zelenskiy, Putin’in barış için öne sürdüğü şartların teslimiyete benzediğini de söyledi.

Rusya’nın İngiltere Büyükelçisi Andrei Kelin, daha önce yaptığı açıklamada, Ukrayna’nın savaşı sona erdirmek için Moskova’nın şartlarını kabul etmesi gerektiği, aksi takdirde Rusya’nın ilerlemeye devam edeceği ve sonunda “teslim olacağı” uyarısında bulunmuştu.

Kelin, Rusya’nın saldırılarını sürdürdüğünü ve operasyonları durdurmak için bir neden görmediğini belirterek, ABD’nin desteklediği ateşkes önerilerini de açıkça reddetti.

Paylaşın

Nükleer Güçlerin Rekabeti Tırmanıyor

Nükleer güç olan ABD, Rusya, Kuzey Kore, Çin, Fransa, İngiltere, Hindistan, Pakistan ve İsrail’in 2024’te nükleer silahlar için harcamaları yüzde 11 oranında artarak 100 milyar 200 milyon dolara ulaştı.

Bu artışın nükleer silahların modernizasyonu ve nükleer silah cephaneliğinin güçlendirilmesi için yapılan yatırımları yansıttığı belirtiliyor. Beş yıl önce nükleer güçlerin nükleer silahlara toplam harcaması 68 milyar dolar tutarındaydı. Yani son beş yılda nükleer silahlara harcamalar yüzde 47’den fazla artmış olması dikkat çekiyor.

Dünyada nükleer silahlara sahip dokuz devletin nükleer silahlarını modernize etme ve cephanelerini arttırma yarışı yeni bir boyut kazanıyor.

Nükleer Silahların İmha Edilmesi Koalisyonu (ICAN) tarafından bugün Cenevre’de açıklanan rapor, nükleer güçlerin nükleer cephanelerini modernize etmek ve güçlendirmek için geçtiğimiz yıl harcamalarını dikkat çekici bir oranda artırdığına dikkat çekiyor.

ICAN raporuna göre nükleer güç olan ABD, Rusya, Kuzey Kore, Çin, Fransa, İngiltere, Hindistan, Pakistan ve İsrail’in 2024’te nükleer silahlar için harcamaları yüzde 11 oranında artarak 100 milyar 200 milyon dolara ulaştı.

Bu artışın nükleer silahların modernizasyonu ve nükleer silah cephaneliğinin güçlendirilmesi için yapılan yatırımları yansıttığı belirtiliyor. Beş yıl önce nükleer güçlerin nükleer silahlara toplam harcaması 68 milyar dolar tutarındaydı. Yani son beş yılda nükleer silahlara harcamalar yüzde 47’den fazla artmış olması dikkat çekiyor.

ABD, 2024’te 56 milyar 800 milyon dolara ulaşan tutar ile nükleer silahlara diğer tüm ülkelerin toplamından daha fazla harcama yapan ülke oldu. ABD’yi, 12 milyar 500 milyon dolar ile Çin, 10 milyar 400 milyon dolar ile İngiltere izledi.

Raporda, “Nükleer silaha sahip ülkelerin 2024’te nükleer silah geliştirmek ve bunları muhafaza etmek için harcadıkları para, neredeyse Birleşmiş Milletler bütçesinin 28 katına eşit” tespitine yer verildi. Bu verileri açıklayan ICAN, küresel çapta nükleer silahsızlanma için mücadele sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu bir koalisyon.

ICAN 2017’de Birleşmiş Milletler’de (BM) 122 ülke tarafından kabul edilen ve 2021’de yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın yolunun açılmasına öncülük etmişti. Bu başarısından dolayı 2017’de Nobel Barış Ödülü’nü layık görülmüştü.

ICAN’ın politika ve araştırma koordinatörü Alicia Sanders-Zakre, özellikle İngiltere ve Fransa’daki harcama artışının Ukrayna’daki savaş ve artan gerginliklerle ilişkili olabileceğini belirtti. Sanders-Zakre “İngiltere ve Fransa’daki harcama artışında, en azından siyasi liderlerin söylemlerinde, Ukrayna’daki devam eden savaşa ve gerginliklere atıfta bulunulduğunu gördük ve bu bir rol oynuyor olabilir” dedi.

İngiltere ve NATO’daki diğer müttefikler artık Rusya’yı Avrupa için en önemli tehdit olarak görüyor. Bu nedenle Almanya gibi pek çok ülke savunma harcamalarını devasa boyutta artırarak silahlanmaya hız veren planlarını da uygulamaya başladı.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın