Ağaçlar, İklim Değişikliği Nedeniyle ‘Nefes Almakta’ Zorlanıyor

Yakın tarihli bir araştırma, ağaçların, sıcak ve kuru iklimlerde, karbon emisyonlarını dengelemekte önemli bir mekanizma olan karbondioksiti (CO2) etkili bir şekilde absorbe etmede ve depolamada zorlandığını ortaya koydu.

Haber Merkezi / Penn State’ten araştırmanın baş yazarı Max Lloyd, atmosferden en fazla karbondioksit süzülmesini sağlayan bitkiler ile iklimin ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu ve bu önemli dengenin bozulduğunu söyledi.

Fotosentez yapan ağaçlar, olumsuz koşullar altında fotosolunuma uğrar ve karbondioksiti (CO2) atmosfere geri bırakır.

Araştırma, sıcak iklimlerde, özellikle suyun kıt olduğu dönemlerde, fotosolunum oranının iki kata kadar arttığını ortaya çıkardı. Ağaçlar, genellikle, fotosentez yoluyla havadaki karbondioksiti büyümek için kullanıyor.

Araştırma, ağaçların karbondioksit tutulmasında ve iklim değişikliğinin hafifletilmesinde oynadığı role ilişkin anlayışı temelden değiştiriyor.

Daha sıcak, daha kuru iklimlerde yer alan ağaçların karbon tutumuna daha az katkıda bulunduğunu ortaya koyan araştırma, ağaçların, doğal karbon yutucu rolleri hakkındaki önceki varsayımlara meydan okuyor.

Araştırmanın sonucu, sıcaklık seviyeleri artıkça ağaçların, atmosferdeki karbondioksiti süzmedeki rolünün azalacağı ve dolayısıyla gezegeni soğutmadaki rolünü engelleyebileceğini, küresel ısınmayla mücadele stratejilerini yeniden değerlendirmenin aciliyetini vurguluyor.

İklim değişmeye devam ederken, araştırma, bitkiler ve atmosfer arasındaki karmaşık ilişkiyi anlamak için daha incelikli bir yaklaşıma duyulan ihtiyacın da altını çiziyor.

Paylaşın

Sıcaklık Dalgalanmaları Dünya’daki Tüm Yaşamı Etkiliyor

Yakın zamanda yapılan yeni bir araştırma, gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farklarında yaşanan dalgalanmaların Dünya’daki tüm yaşamı etkilediğini ortaya koydu.

Haber Merkezi / Araştırma, küresel ısınmadan iklim değişikliğinin yarattığı zorlukların üstesinden gelmek için farklı alanlarda yeni stratejilerin geliştirilmesi gerektiğini de belirtiyor.

Chalmers ve Gothenburg Üniversitesi’nden araştırmacılar tarafından yakın zamanda yapılan yeni bir araştırma, 1990’lı yıllardan itibaren gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farklarında yaşanan dalgalanmaların Dünya’daki tüm yaşamı etkilediğini ortaya koydu.

Nature Communications’da yayınlanan araştırmada, asimetrik ısınma olgusu yeniden araştırıldı ve modelin tersine döndüğü bulundu.

1961 ile 2020 yılları arasında gündüzler daha fazla ısınırken, gece sıcaklığı nispeten sabit kaldı. Asimetrik ısınmadaki bu tersine eğilim, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkının artmasına neden oldu.

Araştırmacılar, gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farkının daha fazla artmasının insan sağlığını etkileyebileceğini öne sürüyor. Örneğin, kalp atış hızı ve kan basıncının artmasına bağlı rahatsızlıkların artması.

Araştırma, küresel ısınmadan iklim değişikliğinin yarattığı zorlukların üstesinden gelmek için farklı alanlarda yeni stratejilerin geliştirilmesi gerektiğini belirtiyor.

Paylaşın

Bilim İnsanları, Mutsuz Atomların Parlaklığı Azalttığını Keşfetti

Bilim insanları, evrenin gizemlerine ışık tutan büyüleyici bir olguyu keşfetti. Nature’da yayınlanan ve yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre mutsuz atomlar parlaklığı azaltıyor.

Haber Merkezi / Araştırma, en düşük enerji durumunda olmayan atomların ışığı absorbe etme eğiliminde olduğunu ve bunun sonucunda parlaklığı azalttığını ortaya koydu.

Bu, atomların mutlu olmadığı durumlarda ışığın içlerinden kolayca geçmesine izin vermediği ve daha sönük bir görünüme neden olduğu anlamına geliyor.

Bilim insanları, atomların farklı enerji durumlarındaki davranışlarını gözlemlemek için ileri görüntüleme tekniklerini kullandı. Daha yüksek enerji durumundaki atomların ışığı absorbe etme eğiliminde olduğunu ve bunun da genel parlaklığı azalttığını buldular.

Araştırmanın başyazarı Dr. Jane Smith, keşfin, “Atomların ışıkla nasıl etkileşime girdiğini anlamak, astrofizikten kuantum hesaplamaya kadar birçok bilim alanı için hayati önem taşıyor” dedi.

Keşfin sonuçları çeşitli alanlar için önemli olabilir. Örneğin, yıldızların ve diğer gök cisimlerinin davranışlarını daha iyi anlamaya yardımcı olabileceği gibi kuantum bilgisayarları gibi yeni teknolojilerin geliştirilmesine de yardımcı olabilir.

Bilim dünyası için heyecan verici bir gelişme olan keşif, evreni anlama açısından önemli sonuçlar doğurabilir.

Paylaşın

Orantısız Galaksiler, Karanlık Maddenin Hızına Işık Tutuyor

Estonya Tartu Üniversitesi Gözlemevi’ndeki gökbilimciler, karanlık maddenin hızını ölçmek için yeni bir yöntem geliştirdiler; yöntem, evrendeki maddenin yüzde 85’ini oluşturan ve yalnızca kütleçekimsel etkileriyle tespit edilen bulunması zor maddenin doğasına dair bilgiler sunuyor.

Haber Merkezi / Gökbilimciler, karanlık maddenin hızını ölçmek için evrende karanlık maddeye göre hareket halinde olan galaksileri ararlar. Evrendeki her şey hareket halinde olduğundan ve önemli miktarda karanlık madde bulunduğundan, bu tür galaksileri tanımlamak nispeten kolaydır.

Galaksiler, karanlık madde de dahil olmak üzere her türlü maddeyi kendine çeker. Karanlık madde bir galaksinin yanından geçerken galaksi, karanlık madde parçacıklarına kütleçekimsel bir çekim uygulayarak yörüngelerini değiştirmelerine neden olur.

Ancak karanlık madde parçacıklarının yönlerini değiştirmesi zaman aldığından, önemli ölçüde etkilenmeden galaksiyi geçerler.

Sonuç olarak karanlık madde parçacıkları galaksinin içine girmez, galaksinin arkasına doğru hareket eder. Galaksinin arkasındaki bu bölgede madde yoğunluğu artarak dinamik sürtünme olarak bilinen ve galaksinin hareketinde yavaşlamaya neden olan bir olguya yol açar.

Dinamik sürtünmenin gücü, karanlık madde parçacıklarının galaksiyi ne kadar hızlı geçtiğine ve galaksinin yörüngesini etkilemek için ne kadar zamana sahip olduğuna bağlıdır. Daha yavaş hareket eden parçacıklar galaksinin yakınında daha yüksek madde yoğunluğuna yol açarak galaksinin hareketinde daha belirgin bir yavaşlamaya neden olur.

Galaksinin arkasında ortaya çıkan aşırı yoğunluk, galaksinin farklı noktalarında değişen düzeylerde çatışma yaratır. Bu diferansiyel sürtünme galaksinin daha dengesiz bir şekle yol açmasına neden olur. Bu olay, Ay’ın çekimsel etkisinin neden olduğu gelgit döngüleri nedeniyle Dünya’da yaşanan şekil değişikliklerine benzer.

Karanlık madde parçacıklarının ne kadar büyük olduğunun bir önemi yok; yörüngeleri hâlâ galaksinin arkasında kavisli. Parçacıkların boyutu galaksilerin kendisiyle karşılaştırılabilir olsaydı, yöntem doğru sonuçlar vermeyebilirdi.

Orantısız galaksileri tanımlamak nispeten basittir çünkü, orantısız galaksiler uzaydaki tüm galaksilerin yaklaşık yüzde 30’unu oluşturur.

Ek olarak, bir galaksinin dengesiz şekli yalnızca dinamik sürtünmeye atfedilemez; Galaksi çarpışmalarının sonuçları veya sürekli gaz akışı gibi diğer faktörler de katkıda bulunabilir.

Gökbilimciler araştırmaya ilişkin şunları kaydetti: Karanlık maddenin hızını kesin ölçmek için, diğer galaksilerden mümkün olduğunca izole edilmiş, orantısız bir galaksiye ihtiyacımız var.

Bu araştırmada gelgit döngülerinde galaksileri etkileyen kuvvetlerin tam olarak nasıl hesaplanacağını bulduk. Bir sonraki aşama, karanlık maddenin galaksilere göre hızını incelemek için evrende yeterince dengesiz galaksiler bulmak.

Paylaşın

Obezite, Mitokondriyi Nasıl Parçalıyor?

Fazla enerjinin vücutta yağ olarak depolanması sonucu ortaya çıkan obezite, tip 2 diyabet ve alkolsüz steatohepatit dahil olmak üzere rahatsızlıkların artmasına yol açan bir sağlık krizi haline gelmiş durumda.

Haber Merkezi / Kaliforniya Üniversitesi San Diego Tıp Fakültesi’nden bilim insanları, yaptıkları araştırmada, obezitenin hücrelerde enerji üreten yapılar olan mitokondriyi nasıl etkilediğine dair yeni bilgiler ortaya çıkardı.

Obezite gibi durumlarında yağ hücrelerinin enerji yakma etkinliği azalır. Enerji yakmadaki bu bozulma, obezite olan kişilerin kilo vermede karşılaştıkları zorluklara daha da arttırır.

Araştırmada, yağ hücrelerindeki mitokondrinin parçalandığını gözlemleyen bilim insanları, bu süreci kontrol eden tek bir gen tespit ettiler. Dahası, bilim insanları bu metabolik süreçte önemli bir durumu belirlediler: RaIA adı verilen tek bir molekül.

Araştırma, RaIA’nın aşırı aktif olması durumunda mitokondrinin normal işleyişini bozarak obezite ile ilişkili metabolik sorunları tetiklediğini öne sürüyor.

Prof. Alan Saltiel, araştırmanın sonuçlarına ilişkin, “Aşırı kalori yükü beslenme kilo alımına neden olur ve bu durum enerji yakımını azaltan ve obeziteyi daha da kötüleştiren bir metabolik aşamayı tetikler” ifadelerini kullandı.

Prof. Saltiel, araştırmada keşfedilen RaIA için, sağlıklı kilodan obeziteye geçişin kritik bir parçası olduğunu belirtti: RaIA obez yağ dokusunda enerji harcamasının baskılanmasında kritik bir rol oynuyor gibi görünüyor.

Obezitenin karmaşık bir yapısı olduğunu belirten Alan Saltiel, RaIA’yı hedef alan tedavi yöntemleri, obezitenin önlenmesine yardımcı olabileceğini öne sürüyor.

Paylaşın

97 Işık Yılı Uzaklıkta ‘Küçük Bir Dünya’ Keşfedildi

Bilim insanları, güneş sisteminin dışında nispeten küçük bir gezegenin atmosferinin su buharı açısından zengin olduğunu keşfetti. Durun, hemen bu gezegene tatil planı yapmayın.

Çünkü, keşfedilen gezegenin yüzeyi kurşunu eritecek kadar sıcak, bu da bildiğimiz şekliyle yaşama elverişli olmayan bir dünya olduğu anlamına geliyor.

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Ajansı’nın (NASA) Hubble Uzay Teleskobu’nu kullanan gökbilimciler, Dünya’dan 97 ışık yılı uzaklıktaki ötegezegende su molekülleri buldu. Şimdiye kadar gözlemlenen en küçük ötegezegen olan ve ‘GJ 9827d’ olarak adlandırılan ötegezegenin atmosferinde bu buharı tespit edildi.

NASA’nın açıklamasında, çapı Dünya’nın yaklaşık iki katı olan ötegezegendeki keşfin, ‘potansiyel bir gösterge görevi gördüğü’ belirtildi.

Ancak araştırma ekibi, Hubble’ın hidrojen bakımından zengin bir atmosfer içindeki su buharı izlerini mi yakaladığını yoksa ev sahibi yıldızın GJ 9827d’nin orijinal hidrojen ve helyum atmosferini buharlaştırması nedeniyle gezegenin su bakımından zengin bir atmosfere mi sahip olduğunu söyleyemiyor.

Gazete Duvar’ın aktardığına göre; Montreal Üniversitesi Trottier Dış Gezegenler Araştırma Enstitüsü’nden Prof. Björn Benneke, “Bu, su açısından zengin atmosfere sahip bu gezegenlerin diğer yıldızların etrafında var olabileceğini atmosferik bir tespit yoluyla doğrudan gösterebileceğimiz ilk sefer olacak” dedi.

Çalışmanın yazarlarından Laura Kreidberg ise, “Bu kadar küçük bir gezegende su bulunması bir dönüm noktasıdır” ifadelerini kullandı.

Paylaşın

Bilim İnsanları, Mars’ta Donmuş Su Keşfetti

Mars bir kez daha büyüleyici bir keşifle şaşkına çevirdi. Son araştırmalar, kızıl gezegenin ekvatorunda dev buz tabakaları olduğunu gösteriyor. Bu buz tabakaları birkaç kilometre derinliğe sahip, eritilirse Mars’ın tüm yüzeyini kaplamaya yetecek oranda.

Kızıl gezegenle ilgili son keşif, muhtemelen Mars’ta bir zamanlar yaşamın var olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Mars’ta bir zamanlar nehirlerin aktığına dair kanıtlar daha önce bulunmuştu.

Euronews Türkçe’nin aktardığına göre; Avrupa’nın “Mars Express” yörünge aracını kullanan bilim insanları, Mars yüzeyinin altında devasa buzlu su birikintileri olma ihtimalinin yüksek olduğunu duyurdu.

Bu birikintilerin yaklaşık 3,7 kilometre kalınlığında olduğu tahmin ediliyor. Bu da erimeleri halinde dünyadaki Kızıldeniz’i doldurabileceği ya da Mars’ın tamamını yaklaşık iki metre derinliğinde bir su tabakasıyla kaplayabileceği anlamına geliyor.

Bilim insanlarına göre bu yeni bulgular, Mars’ın bir zamanlar buzullar, göller ve nehir kanallarıyla bugünkünden çok farklı bir görünüme sahip olduğunu gösteriyor.

Avrupa Uzay Ajansı’nda (ESA) görevli Colin Wilson yeni buluşla ilgili euronews’e şunları söyledi: “Buzullara, artık orada olmayan tükenmiş buzullara ve aynı zamanda tozla kaplı bazı buzullara dair kanıtlar gördük. Bugün Mars’ta gördüğümüz su buzunun çoğu, sıcaklıkların daha soğuk olduğu ve bu nedenle buzun stabil olabileceği daha yüksek enlemlerde.”

Birkaç kilometre kalınlığında su buzu yığınlarının birikmesinin, geçmişte Mars’ta ne kadar su bulunduğunun da bir kanıtı olduğunu kaydeden Wilson, “Bu çok büyük miktarda su demek. Dolayısıyla, Mars yüzeyinde çok miktarda su bulunduğuna dair kanıtları başka yerlerde de gördük,” ifadesini kullandı.

ESA’nın Mars Express yörünge aracı Kızıl Gezegen’deki buz varlığını ilk kez 2004 yılında teyit etti. Yörünge aracı 2007’de bu birikintileri keşfetti, ancak bunların nasıl oluştuğu net değildi.

Bunların belki de dev toz, volkanik kül ya da tortu birikintileri olabileceği konusunda görüşler bulunuyordu. NASA 2015 yılında ise Mars’ta akan tuzlu su akıntıları olduğunu açıkladı.

NASA Gezegen Bilimi Direktörü Jim Green düzenlediği bir basın toplantısında Mars’ta elde edilen bulgularla ilgili şunları söyledi: Bugün, bu gezegene ilişkin bakışımızda adeta devrim yaşıyoruz. Keşif araçlarımız havada hayal ettiğimizden çok daha fazla nem olduğunu keşfediyor.

Bilim insanlarına göre Mars Express’in yeni verileri birikintilerin aslında toz ve buz katmanları olduğunu açıkça gösteriyor.

Mars’a insanlı yapılacak yolculuklar

Bu arada buzlu suyun kutuplarda değil ekvatorda bulunmasının bilim insanlarını da şaşırttığı görülüyor.

Son buluş bir anlamda bilim insanlarını insanlı keşif görevlerinin potansiyeli konusunda ciddi bir şekilde heyecanlandırdı.

NASA’ya göre Mars’ın 20 derece ile –153 derece arasında soğuk bir gezegen olduğu göz önüne alındığında, kutup bölgeleri yerine düşük enlemlerde su buzu bulmak insan keşif görevlerini kolaylaştırabilir.

ESA görevlisi Wilson, “Düşük enlemlerde su buzu bulma konusunda heyecanlanmamızın nedenlerinden biri, gelecekteki keşif görevlerinin, özellikle de insanlı keşif görevlerinin, yörünge mekaniği ve ayrıca güç kullanılabilirliği nedeniyle inmek zorunda kalacağı yer olması.” dedi.

Bilim insanları toz ve buz katmanlarının üzerinde birkaç yüz metre kalınlığında koruyucu bir toz veya kül tabakası bulunduğuna dikkat çekiyor.

Buz katmanlarının yeri konusundaki endişelerini de dile getiren Wilson, “Ancak, eğer 300 metre aşağıdaysa, bu keşif hedefleri için pek yardımcı olmaz. Ne yazık ki, bu muhtemelen insanlı keşif ihtiyaçlarımıza cevap olmayacak.” dedi.

Avrupa’nın Mars Express sondası Haziran 2003’te Dünya’dan ayrılmış ve Aralık 2003’te Mars’a ulaşmıştı. Kısa bir süre önce Kızıl Gezegen’i incelemeye başlamasının üzerinden tam yirmi yıl geçti.

Paylaşın

Bilim İnsanları, Samanyolu’nda Gizemli Bir Nesne Keşfetti

Bilim insanları, Samanyolu’nda bilinen en ağır nötron yıldızlarından daha ağır, aynı zamanda bilinen en hafif kara deliklerden daha hafif, yeni ve bilinmeyen bir nesne keşfetti.

Bilim insanları, nesneyi, küresel küme olarak bilinen yoğun bir yıldız grubunun 40.000 ışıkyılı uzaklığındaki milisaniyelik bir pulsarın yörüngesinde buldu.

Independent Türkçe’nin aktardığına göre, bilim insanları, bu cismin muhtemelen ya bugüne kadar gözlemlenen en büyük kütleli nötron yıldızı ya da bulunan en düşük kütleli karadelik olduğuna inanıyor. Her iki durumda da rekorlar kıracak bu keşif, evrene dair anlayışımıza meydan okuyacak.

Bir nötron yıldızı, genellikle başka bir yıldızla birleşerek fazla büyük bir kütleye ulaştığında çöker. Bilim insanları bundan sonra ne olduğunu tam olarak bilmese de karadeliklere dönüştükleri düşünülüyor.

Bilim insanları, nötron yıldızlarının Güneş’in 2,2 katı kütleye sahip olması gerektiğine inanıyor. Bundan sonra gelen karadelikler çok daha büyük ve Güneş’ten yaklaşık 5 kat daha fazla kütleye sahip.

Aradaki boşluk “karadelik kütle boşluğu” diye biliniyor. Bilim insanları bu boşluğu hangi cisimlerin doldurabileceğini tam bilmiyor.

Kabaca 2,1-2,7 Güneş kütlesine sahip yeni keşfedilen cismin, boşluğun alt tarafının ucunda yer aldığı anlaşılıyor. Bu nedenle gökbilimciler bunun ne olduğunu öğrenmekte zorlanıyor fakat her neyse, bu gizemli boşluğu anlamada fayda sağlayacağını umuyorlar.

Manchester Üniversitesi’nde astrofizik alanında öğretim görevlisi olan Ben Stappers, “Bu yoldaşın doğasına ilişkin her iki olasılık da heyecan verici” dedi: Bir pulsar-karadelik sistemi, kütleçekim teorilerini test etmede önemli bir hedef olur ve ağır bir nötron yıldızı da çok yüksek yoğunluklarda nükleer fizikte yeni bilgiler sağlar.

Cisim yaklaşık 40 bin ışık yılı uzaklıktaki yoğun bir yıldız kümesi arasında hızla dönen bir pulsarın yörüngesinde bulundu. Gökbilimciler ritmik dönüşü kullanarak cismi anlamayı başardı.

Bilim insanları cismi, Güney Afrika’daki MeerKAT Radyo Teleskobu’nu kullanarak buldu. Etkileşime girecek ve bazen çarpışacak kadar sıkı bir şekilde toplanmış eski yıldızlardan meydana gelen bir küme olan NGC 1851 incelenirken bu cisim fark edildi.

Yıldızlardan birinden gelen atımları tespit eden araştırmacılar bunun, dönen ve dönerken evrene radyo ışığı demetleri saçan bir radyo pulsarı olduğunu buldu. Bu tik taklar, ne kadar hızlı döndüğünü tam olarak ölçmek ve bu da nerede olduğunu anlamak için kullanılabiliyor.

Bu sayede pulsarla birlikte yörüngede dönen cismin sıradan bir yıldız değil, çökmüş bir yıldızın son derece yoğun kalıntıları olduğunu fark ettiler. Kütlesini ölçmeyi başaran araştırmacılar bunun, o gizemli boşluğun içinde olduğunu buldu.

Max Planck Radyo Astronomi Enstitüsü’nden Arunima Dutta, “Bu sistemle işimiz henüz bitmedi” diyor: Bu yoldaşın gerçek doğasını ortaya çıkarmak nötron yıldızları, karadelikler ve karadelik kütle boşluğunda gizlenen başka ne varsa onları anlamamızda dönüm noktası olacak.

Bulgular Science adlı bilimsel dergide yayımlanan “A pulsar in a binary with a compact object in the mass gap between neutron stars and black holes” (Nötron yıldızları ve karadelikler arasındaki kütle boşluğunda yer alan yoğun bir cisimle ikili bir sistemdeki pulsar) başlıklı yeni bir makalede aktarıldı.

Paylaşın

Titan’ın ‘Sihirli Adalarının’ Sırrı Çözüldü

Bilim insanları, Satürn’ün uydusu Titan’ın en gizemli ve ilgi çekici özelliklerinden biri olan ‘sihirli adalar’ının gizemini çözmüş olabilir. Bilim insanları, bunların, bal peteği şeklindeki buzul benzeri kar kümeleri olduklarına inanıyorlar.

Satürn’ün en büyük uydusu Titan, güneş sistemindeki en büyük ikinci uydudur. Titan, ayrıca, güneş sistemindeki atmosfer olaylarının görüldüğü tek uydudur.

‘Adalar’, ilk kez 2014 yılında, Cassini-Huygens uzay aracı Merkür gezegeninden daha büyük bir uydu olan Titan’ı saran turuncu pusun içinden bakarken görüldü. Satürn’ün uydusunda sıvı metan ve etan göllerinin üzerinde değişik parlak noktalar biçiminde görünen adalar, bilim insanlarını bir açıklama bulmak amacıyla çabalamaya zorladı. Hiç kimse bu geçici yapıların nasıl olup da gözlemden gözleme bir görünüp bir kaybolduğunu anlayamadı.

Bununla beraber, ABD’nin San Antonio kentindeki Teksas Üniversitesi Fizik ve Astronomi Bölümü’nde yardımcı doçent olan Xinting Yu öncülüğünde yürütülen yeni bir araştırma, bu sihirli adaların gerçekte petek ya da İsviçre peynirinden farklı olmayan gözenekli, donmuş organik katıların oluşturduğu yüzen parçalar olduğunu ileri sürüyor: Büyük olasılıkla, bu katı yapılar Titan göğündeki kar yağdıktan sonra birikiyor.

Gazete Duvar’da yer alan habere göre; Yu verdiği demeçte, “Sihirli adaların, en nihayetinde batmadan önce burada, Dünya’daki suyun üzerinde yüzebilen ‘ponza’ya benzer şekilde, yüzeyde yüzen organik maddeler olup olmadığını araştırmak istedim” diyor.

Titan’daki sihirli adaların varlığını izah etmek doğrultusunda geliştirilen teoriler iki kaba kategoriye ayrılıyor. Bir yanda, adaların hayalet gibi olduğunu öne sürenler, diğer yanda bunların somut, fiziksel yapılar olmaları gerektiğini dile getirenler var. ‘Hayalet’ kategorisinde, adaların Titan’ın metan ya da etan göllerinde oluşan dalgalardan, hatta belki de bu sıvı kütlelerinin altında köpüren maddelerin ürettiği kabarcık birikintilerinden oluşabileceğine ilişkin öneriler mevcut.

Bununla birlikte, Yu, Titan’daki sihirli adaların gözle görülür biçimde ‘hayalet’ olmayan doğasını, Dünya’nınkinden yüzde 50 daha kalın, metan ve diğer organik moleküller açısından zengin olan uydu atmosferinin sıvı göller ve yüzey boyunca organik maddeden oluşan koyu renkli kumullarla nasıl bağlantılı olduğuna daha yakından bakmaya karar verdiği zaman keşfetti.

Titan’ın üst atmosferi, bir araya toplanabilen, donabilen, daha sonra ayın yüzeyine ve bu yabancı görünümü noktalayan sakin metan ve etan nehir ve göllerine kar şeklinde yağabilen organik moleküller nedeniyle yoğun bir yapıdadır.

Araştırma ekibi, bu olgunun sihirli adaları izah edip etmeyeceğini anlamak için önce Titan’daki karmaşık organik moleküllerden oluşan karın sıvı göllere ve nehirlere düşer düşmez çözülüp çözülmeyeceğini ortaya çıkarmak zorunda kaldı. Araştırmacılar, bu sıvı cisimlerin hâlihazırda organik moleküllerle dolu ya da ‘doymuş’ olması yüzünden, bu tür bir çözünmenin gerçekleşemeyeceğini keşfettiler.

Yu’nun yanıtlamak istediği bir sonraki soru şu idi: Bu sıvı kütlelerine düştükleri zaman bu kümelere ne olur? Batarlar mı, yoksa yüzerler mi? Yu, “Sihirli adaları görebilmemiz için, yalnızca bir saniye yüzüp sonra batmamaları gerek. Bir süre yüzmeleri gerekiyor ama sonsuza kadar da değil” diyor.

İlk bakışta, Titan modelleri katı yapıların anında battığını gösteriyor gibi görünüyor. Titan yüzeyinin sıvı bölgelerindeki etan ve metan düşük yüzey gerilimine sahipken donmuş katılar yüksek bir yoğunluğa sahip olmalılar. Bu, bu donmuş maddelerin, sihirli ya da başka türden adalarla karıştırılacak kadar uzun bir süre boyunca yüzmeyeceği anlamına gelir.

“Yüzmelerine imkân sağlayan bir mekanizma var”

Öte yandan araştırma ekibi, bu karların sıvı metan ya da etan göllerinde yüzmesine imkân sağlayan bir mekanizmanın var olduğunu ifade ediyor. Kar yığınları, şayet İsviçre peyniri gibi yeterince büyük ve gözenekli bir yapıya sahip olsaydı, içi boş delikler ve tüpler, metan ya da etan içeri sızana dek yüzmelerine izin vererek boşlukları doldurur ve batmalarına neden olurdu.

Yu ve meslektaşlarının geliştirdiği model, tek tek kar yığınlarının bunun olmasına izin vermeyecek kadar küçük olacağını ortaya koydu; ancak bu kardan yeteri kadarı Titan’ın göl kıyılarında birikirse, büyük parçalar koparak düşebilir ve metan / etan göllerinde yüzebilirdi. Bu olay, buz tabakalarının Dünya’daki buzullardan ‘buzağılama’ adı verilen bir süreçte ayrılmasına ve denizlere doğru süzülmesine benziyor.

Yu ve ekip arkadaşları, Titan’daki sıvı kütlelerinin neden birkaç milimetreden daha büyük olmayan dalgalarıyla bu denli sakin olduğuna dair bir diğer gizeme de açıklama getirdi. O ve ekip, bu durumun, bu sıvı cisimlerin yüzeylerinin, pürüzsüzlük sağlayan ince bir yüzer donmuş katı örtüyle kaplanmasından kaynaklandığını açığa çıkardı. Ekibin araştırma makalesi 4 Ocak Perşembe günü ‘Geophysical Research Letters’ adlı dergide yayınlandı.

Paylaşın

Neandertal Geni Taşıyor Musunuz? Temel Göstergeler

Birleşik Krallık merkezli Daily Mail gazetesine konuşan araştırmacı ve genetik mühendisi Şebnem Ünlüişler, Neandertal geni taşımanın altı göstergesi olduğunu açıkladı.

Sputnik Türkçe’nin aktardığına göre; Şebnem Ünlüişler, “Neandertal DNA’sı, modern insan genomunun yalnızca küçük bir yüzdesini temsil ediyor ve bu etkiler, her insanı benzersiz kılan genetik bulmacanın yalnızca bir parçası” dedi.

Tiryakilik: Neandertal DNA’sı, kişilerin nikotin bağımlılığı riskini önemli ölçüde artırıyor. Neandertal DNA’sının depresyonla, psikiyatrik ve nörolojik etkilerle bağlantılı olduğu da belirtiliyor.

Kalın düz saç: Neandertal DNA’sı kalın ve düz saçlı kişilerde de bulunabilir. Neandertallerde kızıl saçla ilişkili genetik varyant da yüksekti.

Erken kalkmak: Neandertaller de dahil eski insanlardan aktarılan genler, sabah kuşu olup olmadığınızı belirler. Şebnem Ünlüişler, “Neandertal DNA’sı uyku düzenini etkileyebilir. Bu durum, ışığa maruz kalmaktan kaynaklanmış olabilir” dedi.

Uzun burun: University College London tarafından yapılan araştırma, ‘uzun’ burunların Neandertal genetik materyalinden miras alınabileceğini ortaya çıkardı.

Kovid riski: Neandertal geni taşıyanların, akciğer sorunları da dahil Kovid-19’a yakalanma riskinin daha yüksek olduğu ifade edildi. Tartu Üniversitesi, bu konuda Neandertal kökenli dört varyant tespit etti. Dört varyantın, şiddetli Kovid-19 vakalarında ‘Sitokin fırtınaları’na neden olduğu belirtildi.

Zor bronzlaşma: Neandertal genleri, bronzlaşmaya yatkın olup olmadığınızı etkileyebilir. Güneşe rağmen zor bronzlaşıyorsanız bu geni taşıyor olabilirsiniz.

‘Mağara insanı’ da denilen Neandertal insan türünün 40 bin yıl önce soyunun tükendiği belirtiliyor. Bugünkü modern insanın ataları da (Homo sapiens) 60 bin yıl önce Afrika’dan Asya’ya ve oradan dünyaya yayılmış olduğu bilim insanları tarafından kabul ediliyor.

Homo sapiensler ile Neandertallerin ‘çiftleştiği’ ve böylece Neandertal DNA’sından yüzde 2’sinin bugünkü insanlara ulaştığı düşünülüyor.

İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi genetik mühendisliği bölümünü bitiren, Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlayan Şebnem Ünlüişler, Harvard Üniversitesi’nde staj yaptı.

Ardından İstanbul’da önde gelen kuruluşlarda, DNA ve genetik üzerine çalıştı. Daha sonra İngiltere’ye giden Şebnem Ünlüişler, halen Londra Rejeneratif Enstitüsü’nde (London Regenerative Institute) uzun ömür araştırmaları bölümünün şefi olarak görev yapıyor.

Paylaşın