Bilgisayar İşletim Sistemi Olmadan Çalışır Mı?

Temel olarak piyasada satın alabileceğiniz her bilgisayar, akıllı telefon ve oyun konsolunun ortak bir noktası vardır: hepsinin uygulamaları çalıştırmak ve temel görevleri yapmak için bir işletim sistemine (OS) ihtiyacı vardır.

Bilgisayarlara gelince, en popüler seçenekler Microsoft’un Windows’u ve Apple’ın MacOS’udur. Google’ın Chrome OS’u da daha ucuz dizüstü bilgisayarlar pazarına girmiş durumda. Ayrıca, açık kaynaklı olan ve çok sayıda kullanıcı özelleştirme seçeneği sunan Linux da var. Tüm bu işletim sistemleri bilgisayarların çalışması için olmazsa olmazdır, işletim sistemi kurulu olmadığında bir bilgisayar nasıl görünür?

Buna girmeden önce, işletim sisteminin tam olarak ne yaptığını açıklığa kavuşturalım. Bir işletim sistemi temel olarak bilgisayarın genel yüklenicisidir. Programlar açıkken, işletim sistemi hepsini denetler, ihtiyaç duydukları şeyleri iletir ve hepsine çalışabilecekleri ortak bir dil sağlar.

İşletim sisteminin yaptığı ve muhtemelen sizin bilmediğiniz birkaç şey daha var. Örneğin, belleğin nasıl yöneteceğine karar verecek olan işletim sistemidir (sadece sabit disk değil). Ayrıca bilgisayarın tek kullanıcılı, çoklu görevli bir işletim sistemi olduğunu unutmayın. Bu, yalnızca bir işlemci olduğu ancak aynı anda birçok programı çalıştırabileceği anlamına gelir.

Dosya indirirken, müzik dinlerken, bilgisayarınız bunları aynı anda yapıyormuş gibi görünür. Gerçekte, bilgisayar işlemler arasında son derece yüksek hızlarda geçiş yapar, o kadar yüksek ki, fark etmezsiniz.

Yani aslında işletim sistemi CPU’nun aynı anda tek bir şeyle ilgilenmesini sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Ancak bir bilgisayar olduğu ve telaşlı bir sekreter olmadığı için, kullanıcının farkına bile varmayacağı kadar hızlı çoklu görev yapabilir. Çok çekirdekli CPU’ların benimsenmesiyle, işlemciler artık aynı anda dört, altı veya daha fazla görevi yerine getirebilir. Ancak, işletim sistemi hala bu görevlerden hangisinin önceliğe sahip olduğuna karar vermekten sorumludur.

İşletim sisteminin nasıl çalıştığına dair birkaç şey öğrendiğimize göre, şimdi işletim sistemi olmayan bir bilgisayarın nasıl görüneceğine bakalım.

En eski bilgisayarların işletim sistemleri yoktu; bir programla görevlendirilmiş devasa makinelerdi. Bu nedenle, işletim sistemlerine ihtiyaç duymuyorlardı. Peki bBir işletim sistemi yoksa, bilgisayarın herhangi bir şey yapmasını sağlayabilir misiniz?

Evet. Bilgisayarı çalıştırmak için standart bir işletim sistemi olmadan, bilgisayara tam olarak ne yapması gerektiğini söylemesi gereken kod (veya programlar) yazma pozisyonuna getirilirsiniz.

Yani, bir işlem programında bir belge hazırlamak istiyorsanız, bilgisayarınıza klavyenizde bastığınız her karaktere yanıt vermesini söyleyen sıfırdan bir kod oluşturmanız, daha sonra, bilgisayara bu yanıtların ekrana nasıl çevrilmesi gerektiğini söyleyen başka bir kod yazmanız gerekir.

Kelime işlem programınızın sahip olduğu her bir seçeneği veya olasılığı düşünün. Bunların her biri için doğrudan sabit diskinize kod yazmanız gerekir.

Bir işletim sistemi olmadığında, bilgisayarınız BIOS (Temel Giriş/Çıkış Sistemi) olarak bilinen küçük bir aygıt yazılımı parçası kullanarak önyükleme yapacaktır. BIOS, saati sıfırlama, voltaj düzenleme veya sistem hatalarını teşhis etme gibi çok basit özellikleri yönetir. En kullanışlı işlevi, uygun işletim sistemini önyüklemek için yüklü bir disk seçme özelliğidir, bu nedenle kelime işleme veya WEB’de gezinme gibi karmaşık görevleri yerine getiremeyecektir.

Bir işletim sistemi olmadan bilgisayarınız yalnızca bir program çalıştırabilir. Nokta. Bir belge oluşturabilirdiniz. Kaydedebilirdiniz. Yazdırabilirdiniz. Ancak bu belgeye bakıp masaüstünüzde bir saat çalıştıramazdınız. Bir işletim sisteminiz yoksa, aynı anda yalnızca bir işlem yapmak zorunda kalırdınız.

Paylaşın

Plüton’un En Büyük Uydusu Charon’da Beklenmedik Keşif

NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu, Plüton’un en büyük uydusu Charon’da şaşırtıcı kimyasal izler tespit ederek, bir kez daha oyun değiştirici özelliğini kanıtladı.

Haber Merkezi / Güneş’ten 4,83 milyar kilometre uzakta yer alan Charon’un buzlu yüzeyinde karbondioksit (CO₂) ve hidrojen peroksit (H₂O₂) izleri ilk kez tespit edildi, bu uzak uyduya dair yeni bakış açıları sunuyor.

Plüton’un yaklaşık yarısı büyüklüğünde olan Charon, Kuiper Kuşağı’nda yörüngede olan birçok buzlu cisimden biri. Charon, 2015 yılında NASA’nın New Horizons uzay aracı, yanından geçtiğinde bilim insanlarının ilgisini çekmişti.

New Horizons, belirli kızılötesi dalga boylarında karbondioksit veya hidrojen peroksit gibi kimyasalları tespit edememişti. Bilim insanları, James Webb’in güçlü kızılötesi özellikleri sayesinde, bu boşluğu doldurdular.

Keşif, yalnızca Charon’un karmaşık yüzey bileşimine ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda güneş sisteminde yer alan benzer buzlu uyduları şekillendiren süreçlere de işaret ediyor.

Bilim insanları, daha önce Charon’un yüzeyinde su buzu, amonyak ve organik maddelerin izlerini bulmuşlardı, ancak yeni tespit edilen karbondioksit ve hidrojen peroksit, uyduya ilişkin başka bir karmaşık durumu daha ortaya koyuyor.

Bilim insanları, hidrojen peroksitin, Charon’un yüzeyindeki su molekülleriyle etkileşime girmesiyle oluşabileceğine, karbondioksitin ise geçmişteki çarpışmaların sonucu olabileceğine inanıyor. Bu bulgular, uzak uyduların ve hatta Plüton’un ötesinde yer alan gezegenlerin oluşumuna ilişin önemli ipuçları sunuyor.

Gezegen bilimci Carly Howett, “Bu keşif, bu uzak uyduların nasıl oluştuğunu ve zorlu ortamlarıyla nasıl etkileşime girdiğini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir” dedi.

NASA’nın Jemes Webb Teleskobu, Charon gibi uyduların nasıl oluştuğu ve çevreleriyle nasıl etkileşime girdiği konusunda daha net bir anlayış sunarak dış güneş sistemini inceleme şeklinde devrim yaratmaya devam ediyor.

Paylaşın

Yeni Bir “Kıta” Keşfedildi

Kuzey Atlantik Okyanusu’nun buzlu sularının altında gizlenen yeni bir kıta keşfedildi. Keşif, Kanada’nın Baffin Adası ile Grönland arasında bulunan Davis Boğazı civarında yapıldı.

Haber Merkezi / Davis Boğazı, milyonlarca yıl önce iki ada arasındaki tektonik plakaların yer değiştirmesi ve Dünya’nın kabuğunun yeniden şekillenmesiyle oluşmuştur.

Bu durum, okyanusta kalın bir kıta kabuğunun oluşmasına neden oldu. Bilim insanları, bu kabuğu yeni kıta olarak tanımladı.

Gondwana Research dergisinde yeni yayımlanan araştırmada, bilim insanları, Davis Boğazı civarında yaklaşık 33 ila 61 milyon yıl önce meydana gelmiş olabilecek levha tektoniği hareketlerini yeniden yapılandırdı.

Popular Mechanics dergisinin belirttiğine göre, bunun sonucunda Grönland’ın batı sularında, 12 ila 15 mil uzunluğunda, kalın bir kıtasal kabuk levhasının oluştuğunu buldular.

Bilim insanlarına göre, bu yeni kara parçasının ve oluşumunun incelenmesi, benzer coğrafi yapıların daha geniş bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olacak.

Araştırmaya ilişkin yapılan değerlendirmede, “Mikro kıta oluşumuna ilişkin tespit ettiğimiz mekanizma, dünya genelindeki diğer mikro kıtalara da yaygın olarak uygulanabilir” ifadelerine yer verildi.

Paylaşın

Samanyolu’nu Daha Önce Hiç Böyle Görmediniz

Bilim insanları, 13 yıllık gözlemlerin ardından, yeni doğan yıldızların şiddetli doğumlarından galaktik çekirdeğin gizli gizemlerine kadar, Samanyolu Galaksisinin şimdiye kadar yapılmış en ayrıntılı haritasını ortaya çıkardı.

Haber Merkezi / Bilim insanları, Avrupa Güney Gözlemevi’nin (ESO) Görünür ve Kızılötesi Astronomi Araştırma Teleskobu VISTA tarafından 420 gece boyunca elde ettiği görüntüleri kullanarak, Samanyolu Galaksisinin şimdiye kadar yapılmış en büyük haritasını ortaya çıkardılar.

Bu yeni harita 2010 ile 2023 yılları arasında çekilen 200 binden fazla ayrı görüntüden oluşuyor. Harita, 2012 yılında yayınlanan önceki en büyük haritadan yaklaşık 10 kat daha fazla nesne içeriyor. Ortaya çıkan veri o kadar büyük ki, yaklaşık 124 bin adet yüksek çözünürlüklü filme eşdeğer olan 500 terabayt veri içeriyor.

Bilim insanlarının yayınladığı görüntülerde parlak ışıklı bulutsular ve geniş yıldız kümeleri görülüyor.

Şili’deki Andres Bello Üniversitesi’nden bilim insanı Dante Minniti, “O kadar çok keşif yaptık ki, Galaksimize dair bakış açımızı sonsuza dek değiştirdik” diyor. Dr. Minniti,, araştırmanın araştırmacılar tarafından WIT (‘Bu nedir?’) olarak bilinen bir dizi bilinmeyen nesneyi de ortaya çıkardığını söyledi.

Hertfordshire Üniversitesi’nden bilim insanı r. Philip Lucas, ‘Harita, önümüzdeki on yıllarda Samanyolu’nun güneyini incelemek için uluslararası standart haline gelecek” dedi.

Paylaşın

Dünya Genelinde Her Üç Çocuktan Biri “Miyop”

Yeni yayınlanan bir araştırmaya göre, dünya genelinde her üç çocuk veya gençten birinin miyop olduğunu ortaya koydu. Miyop tedavi edilemiyor, ancak gözlük veya lenslerle düzeltilebiliyor.

Dünya genelinde yapılan bir analiz, çocukların görme yetisinin giderek kötüleştiğini ve her üç çocuktan birinin artık miyop olduğunu, yani uzaktaki nesneleri net göremediğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, çocukların ekran başında daha fazla, açık havada ise daha az zaman geçirmelerine neden olduğu için Covid karantinalarının görme yetisi üzerinde olumsuz bir etki yarattığını söylüyor.

Çalışma, miyopluğun giderek büyüyen küresel bir sağlık sorunu olduğu ve 2050 yılına kadar milyonlarca çocuğu daha etkileyeceği uyarısında bulunuyor.

Çocuklar arasında miyop en fazla Asya’da yaygın. Japonya’daki çocukların yüzde 85’i, Güney Kore’deki çocukların yüzde 73’ü, Çin ve Rusya’da ise yüzde 40’tan fazlası miyop.

Paraguay ve Uganda yaklaşık yüzde 1 ile en düşük miyopluk seviyelerine sahipken, İngiltere ve ABD’de bu oran yüzde 15 civarında.

British Journal of Ophthalmology dergisinde yayınlanan çalışma, altı kıtada 50 ülkeden beş milyondan fazla çocuk ve genci kapsayan araştırmayı inceledi.

Veriler, 1990 ile 2023 yılları arasında miyopluğun üç kat artarak yüzde 36’ya yükseldiğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, Covid pandemisinden sonraki artışın “özellikle dikkat çektiğini” söylüyor.

Miyopluk genellikle ilkokul yıllarında başlıyor ve yaklaşık 20 yaşında gözün büyümesi durana kadar kötüleşme eğilimi devam ediyor.

Bu aynı zamanda genetiğe de bağlı. Ancak Singapur ve Hong Kong gibi yerlerde çocukların eğitime özellikle küçük yaşta (2 yaşında) başlaması gibi başka faktörler de var.

Araştırmalara göre, çocukların ilk yıllarında kitaplara ve ekranlara odaklanmış halde daha fazla zaman geçirmeleri göz kaslarını zorlayarak miyopluğa yol açabiliyor.

Türkiye’den uzmanlar benzer durumun Türkiye için de geçerli olduğunu söylüyor.

Okullaşmanın 6 – 8 yaşlarında başladığı Afrika’da miyopluk Asya’ya kıyasla çok daha az yaygın.

Dünya genelinde milyonlarca insanın Covid kısıtlamaları sırasında uzun süre kapalı ortamlarda kalması nedeniyle de çocukların ve gençlerin görme yetisi zarar gördü.

Araştırmacılara göre, “Ortaya çıkan kanıtlar, pandemi ile genç yetişkinler arasında görme bozukluğunun hızlanması arasında potansiyel bir bağlantı olduğunu gösteriyor”.

Araştırma, 2050 yılına kadar miyopun dünya genelindeki gençlerin yarısından fazlasını etkileyebileceğini öngörüyor. Çalışmaya göre, kız çocukları büyüdükçe okulda ve evde açık hava etkinlikleri için daha az zaman harcama eğiliminde oldukları için, erkeklere göre daha yüksek oranlara sahip olabilirler.

Ergenlik de dahil olmak üzere kız çocuklarının büyüme ve gelişmesi daha erken başlıyor, bu da daha erken yaşta miyop olmaları anlamına geliyor.

Araştırmacılar, 2050 yılına kadar Asya’nın yaklaşık yüzde 69 miyop oranıyla diğer tüm kıtalara kıyasla en yüksek seviyelere ulaşması bekleniyor; gelişmekte olan ülkelerin de yüzde 40’a ulaşabileceği belirtiliyor.

Göz uzmanları, çocukların miyop olma ihtimallerini azaltmak için şu tavsiyelerde bulunuyor: Özellikle 7-9 yaş arasında her gün en az iki saat dışarıda vakit geçirmeliler. Bu konuda fark yaratan şeyin güneş ışığı mı, açık havada yapılan egzersiz mi ya da çocukların gözlerinin daha uzaktaki nesnelere odaklanması mı olduğu net değil.

Çocuklar daha erken yaşta göz kontrolüne götürülmüş olsa bile, özellikle 7-10 yaşlarında göz testine götürülmeli.
Ebeveynler de çocuklarını dikkatli gözetlemeli: Miyopluk aileden geçer; siz miyopsanız, çocuklarınızın da miyop olma ihtimali diğerlerine göre üç kat daha fazladır.

Tedavisi var mı?

Miyopi tedavi edilemiyor, ancak gözlük veya lenslerle düzeltilebiliyor.

Takılan özel lensler, gözün farklı şekilde büyümesini teşvik ederek, küçük çocuklarda miyopluk gelişimini yavaşlatabilir, ancak bunlar pahalı.

Bu özel lenslerin çok popüler olduğu Asya’da ayrıca açık havada ders havası yaratmak üzere, boydan boya camla kaplı sınıfların sayısı da artıyor.

Yüksek miyopluk oranlarının ileri yaşlarda birçok olağandışı göz rahatsızlığına yol açabileceğinden endişe ediliyor.

Miyop belirtileri neler?

Okulda tahtayı görmede ve kelimeleri uzaktan okumakta zorluklar,
Televizyona veya bilgisayara yakın oturmak ya da cep telefonunu veya tableti yüze yakın tutmak,
Baş ağrısı çekmek,
Gözleri sık sık ovuşturmak.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Stephen Hawking’in Kara Delik Paradoksu Çözülmüş Olabilir

Yeni bir araştırma, kara deliklerin Albert Einstein’ın genel görelilik kuramının öngördüğü gibi özelliksiz, yapıdan yoksun varlıklar olmayabileceğini öne sürüyor.

1916 yılında ilk kez Karl Schwarzschild tarafından tanımlanan klasik kara delik modeli, kara delikleri iki temel özelliğe sahip olarak tasvir eder: tüm kütlenin yoğunlaştığı bir tekillik ve hiçbir şeyin, hatta ışığın bile kaçamadığı bir sınır olan olay ufku.

1970’lerde Stephen Hawking, olay ufkuna yakın kuantum etkilerinin uzay boşluğundan parçacıklar yaratılmasına yol açması gerektiğini keşfetti, bu süreç Hawking radyasyonu olarak bilinir. Bu radyasyon, kara deliğin kademeli olarak kütle kaybetmesine ve sonunda tamamen buharlaşmasına neden olurdu.

Paradoks, bu radyasyonun başlangıçta kara deliği oluşturan madde hakkında hiçbir bilgi taşımaması nedeniyle ortaya çıkar. Kara delik tamamen buharlaşırsa, bu bilgi sonsuza dek kaybolmuş gibi görünür ve bilginin korunması gerektiğini öne süren kuantum mekaniğinin ilkelerini ihlal eder. Bu çelişki, bilgi kaybı paradoksu olarak bilinir ve teorik fizikteki en önemli zorluklardan biridir.

Hakemli bilimsel dergi Physical Review D’de yayımlanan araştırmada, kara deliklerin aslında ‘donmuş yıldızlar’ adı verilen, soğumuş ve artık ışık veya ısı yaymayan yıldızlar olduğu öne sürüldü.

Kara delikler, bilimin kurallarına meydan okuyan ve birçok paradoksla ilişkilendirilen nadir gök cisimlerinden biri. Ancak yeni bir araştırma, kara delikler hakkında bilinen her şeyi değiştirebilecek bir hipotez öneriyor.

Hakemli bilimsel dergi Physical Review D’de yayımlanan araştırmada, kara deliklerin aslında “donmuş yıldızlar” adı verilen, soğumuş ve artık ışık veya ısı yaymayan yıldızlar olduğu öne sürüldü. Kara cüceler olarak da adlandırılan donmuş yıldızlar, bir yıldızın yaşam döngüsünün son aşaması anlamına geliyor.

Bilim insanları genellikle yıldızların kara cüce aşamasına ulaşmasının trilyonlarca yıl alacağına inanıyor. Ancak evren, sadece 13,7 milyar yaşında olduğundan henüz donmuş yıldızları olamayacağı tahmin ediliyor.

Yeni çalışmada ise araştırmacılar, donmuş yıldızlarla kara delikler arasındaki benzerlikleri detaylı bir şekilde analiz etti ve teorilerinin geleneksel kara delik modeliyle bağlantılı birçok paradoksu çözdüğünü belirtti. Bu hipotez doğrulanırsa kara delikler, ünlü fizikçi Albert Einstein’ın genel görelilik kuramının öngördüğü gibi özelliksiz, yapıdan yoksun varlıklar olmayabilir.

Kara delikler konusunda bilim camiası, Einstein’ın 1915’te ortaya koyduğu genel görelilik kuramını takip ediyor. Einstein’a göre, bir kara deliğin iki temel özelliği var. Birincisi, merkezinde tekillik olarak adlandırılan sonsuz yoğunlukta bir nokta olması. İkincisi ise kara deliğin hiçbir şeyin, ışığın bile kaçmasına izin vermeyen bir olay ufku olması.

Bu teori yaygın kabul görse de, bazı büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Örneğin, bildiğimiz fizik kurallarınca her şeyin bir sonu olmalı. Ayrıca bir diğer ünlü fizikçi Stephen Hawking’in radyasyon paradoksu, kara deliklerin radyasyon yayabileceğini, zamanla yavaşça kütle kaybedebileceğini ve sonunda tamamen buharlaşacağını öne sürüyor.

Bu da başka bir çelişkiyi ortaya çıkarıyor: Einstein hiçbir şeyin bir kara delikten kaçamayacağını öne sürdüğüne göre, bu nasıl mümkün olabilir? Ancak yeni araştırmanın yazarlarına göre, kara delikler donmuş yıldızlar, yani hem tekillikten hem de olay ufkundan yoksun nesneler olarak kabul edildiğinde tüm bu paradokslar çözülüyor.

‘Donmuş yıldızlar’ teorisi ne kadar mantıklı?

Yeni çalışmada araştırmacılar, kara deliklerin entropi ve termal radyasyon gibi termodinamik özelliklerinin teorik değerlerinin, donmuş yıldızlarınkine benzer olduğunu ortaya koydu.

İsrail’deki Ben-Gurion Üniversitesi’nde fizik profesörü ve çalışmanın ilk yazarı Ramy Brustein, Live Science’a yaptığı açıklamada, “Donmuş yıldızlar bir tür kara delik taklitçisidir: tekilliklerden arınmış, ufuk çizgisi olmayan ancak yine de kara deliklerin tüm gözlemlenebilir özelliklerini taklit edebilen ultra kompakt, astrofiziksel nesnelerdir,” dedi.

Ayrıca, bir olay ufkunun olmaması, radyasyonların ve parçacıkların kara delik olarak görülen nesnelerin sınırlarından kaçabileceğini gösteriyor. Bu da Hawking’in kara deliklerden çıkan ışık emisyonu hakkında söyledikleriyle örtüşüyor.

1970’lerde Stephen Hawking, olay ufkuna yakın kuantum etkilerinin uzay boşluğundan parçacıkların üretilmesine yol açtığını ve kara deliklerden kütle azaltacak bir ışıma sızması gerektiğini ortaya koymuştu. Bu fenomen bugün Hawking radyasyonu olarak adlandırılıyor.

Öte yandan, kara deliklerin gerçekten donmuş yıldızlar olduğunu teyit edecek deneysel bir kanıt yok. Bu da söz konusu hipotezi doğrulamak için daha fazla araştırma gerektiği anlamına geliyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Dünya Tarihindeki En Büyük Kitlesel Yok Oluşunun Nedeni Neydi?

Yeni bir araştırma, yaklaşık 252 milyon yıl önce gerçekleşen, Dünya tarihinin en büyük yok oluşunun tetiklenmesinde büyük El Nino’nun rol oynamış olabileceğini ortaya koydu.

Bristol Üniversitesi ve Çin Jeoloji Bilimleri Üniversitesi’nin (Wuhan) ortaklaşa yürüttüğü ve Science dergisinde yayımlanan araştırma, Permiyen – Triyas döneminde meydana gelen ve karada ve denizlerde yaşamın yıkımına yol açan aşırı çevresel değişimlere ışık tutuyor.

Günümüzde hava koşullarında ve sıcaklıklarda büyük değişimlere neden olan El Nino, Permiyen – Triyas döneminde çok daha aşırı ve uzun sürüyordu.

Yeni bir araştırma, dünya tarihindeki en kötü kitlesel yok oluşta bugün de iklim olaylarında adından sıkça söz ettiren El Nino olgusunun rol oynamış olabileceğini ortaya koydu.

Yaklaşık 250 milyon yıl önce meydana gelen ve Permiyen – Triyas Yok Oluşu diye adlandırılan kitlesel ölüm olayı, Dünya’daki tüm deniz türlerinin yüzde 96’sının ve karadaki omurgalı türlerinin de yüzde 70’inin tükenmesine yol açmıştı.

“Büyük Ölüm” veya “Büyük Yok Oluş” diye de adlandırılan bu olayda gezegendeki biyoçeşitlilik büyük oranda tahrip olduğu için yaşamın kendini toparlaması diğer soy tükenmesi olaylarından daha uzun sürdü. Bu nedenle Permiyan – Triyas Yok Oluşu, “tüm kitlesel yok oluşların anası” olarak da nitelendiriliyor.

Ayrıca bu olay, şimdiye kadar böceklerde gözlemlenen tek kitlesel yok oluş olarak da biliniyor.

Permiyen döneminin sonunda Dünya’daki türlerin yüzde 90’ını yok ettiği düşünülen bu kitlesel ölüm olayında hangi faktörlerin rol oynadığına dair pek çok teori ortaya atıldı.

Bu teorilerden bazılarında daha erken bir evrede yavaş yavaş gerçekleşen bazı çevresel değişimlere, bazıları da meteorit çarpmaları ve volkanlar gibi daha ani olaylara atıfta bulunuluyor.

Son olarak perşembe günü (12 Eylül) hakemli bilimsel dergi Science’ta yayınlanan bir araştırma makalesi, kitlesel yok oluşta El Nino’nun da rol oynamış olabileceğini ortaya koydu.

El Nino, bugün halen gözlemlenen ve Pasifik Okyanusu’nda Ekvator boyunca yayılan sıcak suyun neden olduğu geniş kapsamlı bir iklim modeli. Bu modelde Pasifik’teki bol miktarda ısı atmosfere aktarıldığı için ekstra sıcaklıklar ortaya çıkıyor.

Hatta uzmanlar, 2023 yazının son derece sıcak geçmesinde El Nino’nun da önemli bir faktör olduğunu belirtmişti.

Çin Jeoloji Bilimleri Üniversitesi’nde yer bilimci ve yeni araştırmanın baş yazarı Yadong Sun, konodont adı verilen yılan balığı benzeri Permiyen canlılarının dişlerini inceleyerek okyanus sıcaklıkları hakkında bilgi topladı. Yer bilimcinin verileri, Pasifik’in öncülü eski bir okyanus olan Panthalassa’nın batı kısmının başlangıçta doğu kısmından daha sıcak olduğunu ortaya koyuyordu.

Öte yandan Sun, Permiyen sonunda iklim ısındıkça doğuda daha yüksek sıcaklıklar oluştuğunu keşfetti. Bu örüntü bugün Pasifik’te yaşanan El Nino olaylarında da görülüyor.

Sun ve ekibi Permiyen sonunda bir dizi çok şiddetli ve çok uzun süreli El Nino yaşandığı sonucuna vardı. Bu olayların etkilerini simüle eden ekip, kitlesel yok oluşla benzer bir tabloyla karşılaştı.

Araştırma ekibi bu etkiler nedeniyle önce orman türlerinin yok olduğunu tespit etti. Atmosferde biriken ısının sonunda Panthalassa’yı tropik bölgelerde 40 dereceye kadar ısıttığı ve bunun da okyanus türlerini öldürdüğü saptandı.

Washington Üniversitesi paleontoloğu Peter Ward, “Bu, Permiyen’de olanları günümüze bağlayan, gördüğüm en iyi makale” ifadelerini kullandı.

Live Science’a konuşan paleontolog, insan kaynaklı iklim krizinin de benzer bir yok oluşa sebebiyet verebileceğine dair endişesini dile getirdi: “Medeniyetimizin istikrara ihtiyacı var ve Dünya sisteminde devasa bir istikrarsızlık yaratıyoruz.”

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Beyaz Delikler Var Mı? Teorik Temelleri

Beyaz delik, astrofizikte, madde ve ışığın uzayda belirli bir alana çekilmek yerine oradan çıktığı teorik bir fenomeni temsil eder. Başka bir ifadeyle kara deliğin tam tersidir.

Haber Merkezi / Kara deliği, basitçe, kaçış hızının ışık hızını geçtiği ve ışığın kaçmasının imkansız olduğu bir alan olarak tanımlayabiliriz.

Kaçış hızı, bir şeyin Dünya gibi bir gezegenin yerçekimi alanından kaçıp uzaya doğru hareket edebilmesi için kat etmesi gereken hızı ifade eder.

Alman fizikçi ve astronom Karl Schwarzschild, beyaz delik fikrini, Albert Einstein’ın genel görelilik kuramına yanıt olarak ortaya atmıştır. Schwarzschild, kara delikleri tanımlayan denklemleri formüle ederken, beyaz deliklerin kara delikleri yöneten aynı fizik yasaları altında var olabileceğini ortaya koymuştur.

Einstein’ın genel görelilik kuramı

Einstein’ın genel görelilik kuramı, kütle çekimini Newton’un kuramı gibi nesneler arasındaki bir kuvvet olarak değil, kütle ve enerjinin neden olduğu uzay ve zamanın eğriliği olarak tanımlayan bir kuramdır.

Genel görelilik kuramına göre gezegenler, yıldızlar ve diğer büyük kütleli cisimler etraflarındaki uzayı bükerler ve uzayın bu bükülmesine biz kütle çekimi adını veririz.

Esasında nesneler uzayda bu kıvrımlar boyunca hareket ederler, örneğin Dünya’nın Güneş etrafında dönmesinin nedeni budur.

Nokta tekilliği nedir?

Nokta tekilliği, uzayda belirli niceliklerin (yoğunluk veya yer çekimi gibi) sonsuz büyüklükte olduğu bir konumdur.

Daha basit bir ifadeyle, bu, evrende aklımıza gelebilecek her şeyin, fizik yasaları da dahil, çöktüğü, her şeyin hayal edilemeyecek kadar küçük bir alana sıkıştırıldığı bir noktaya benziyor.

Fizikçiler bu kavramı, genellikle, kara deliğin tüm kütlesinin tek bir noktada yoğunlaştığı çekirdeği tanımlamak için kullanırlar.

Olay ufku nedir?

Olay ufku, özünde, hiçbir şeyin, hatta ışığın bile kaçamayacağı bir kara deliğin etrafındaki sınırdır.

Bunu geri dönüşü olmayan bir nokta gibi düşünün; bir şey bu sınırı geçtiğinde, dışarı çıkma şansı olmadan kara deliğe çekilir. Bu, olay ufkunu bir kara deliğin en dış katmanı yapar ve çekim gücünün herhangi bir şeyin kaçamayacağı kadar güçlü hale geldiği sınırı tanımlar.

Schwarzschild’in teorileştirdiği gibi, beyaz deliklerde olduğu gibi zamanın tersine dönmesi gibi ilginç bir durumda, bu olay ufku, madde ve ışığın ancak kaçabileceği, emilemeyeceği bir sınır haline gelir.

Beyaz deliklerin kuantum değerlendirmeleri

Kuantum mekaniği, kuantum çekim teorileriyle birlikte, kara deliklerin olay ufkuna yakın bir noktada kuantum etkilerinden dolayı radyasyon yaymasıyla oluşan Hawking radyasyonu gibi olayları öngörür.

Bazı bilim insanları, bu süreçlere zamanın tersine çevrilmesini uygulayarak, beyaz deliklerin de Hawking radyasyonunu yansıtan fiziksel bir süreç olarak madde ve ışık yayabileceğini ileri sürüyorlar.

Beyaz delikler var mı?

Beyaz deliklerin var olup olmadığı sorusu zorluklarla doludur. Gözlemlenebilir evrende bu tür nesnelerin varlığını doğrudan destekleyen hiçbir gözlemsel kanıt yoktur.

Ancak teorik fizik, beyaz deliklerin teorik olarak ortaya çıkabileceği senaryolar sunar.

Döngü kuantum yerçekimi teorisi

Astrofizikçi Andrew Hamilton, eğer beyaz delikler varsa, bunların, rollerini kütle ve enerjiyi emmekten dışarı atmaya çeviren kuantum kütle çekimsel dönüşümü geçiren süper kütleli kara deliklerin kalıntıları olabileceğini öne sürüyor. Bu teoriye döngü kuantum kütle çekimi denir.

Bu dönüşüm, evreni etkilediği bilinen karanlık enerji veya karanlık maddenin etkisi altında potansiyel olarak gerçekleşebilir. Ancak fizikçiler, karanlık maddenin temel parçacıklarla nasıl etkileşime girdiğine dair hala net bir anlayışa sahip değiller.

Diğer teorik çerçevelerle bağlantılar

Beyaz delikler kavramını keşfetmek fiziğin birkaç başka alanına da değinir. Örneğin, kütle çekimsel merceklenme – ışığın kara delikler gibi büyük nesnelerin etrafında büküldüğü bir fenomen, benzer şekilde beyaz delikler için de geçerli olabilir ve arkalarındaki uzay algımızı değiştirebilir.

Ayrıca, ana evrenin dış katmanlarından bir beyaz delikten doğma potansiyeli olan bir bebek evren fikri, çoklu evren teorisiyle derin bir bağlantıya sahiptir ve evrenimizin çok sayıda evrenden sadece biri olabileceğini öne sürer.

Beyaz delikler aynı zamanda evrendeki termal denge anlayışımızı da zorluyor.

Enerji ve maddeyi emmek yerine yaydıkları için teorik olarak kozmik tohumlar olarak hizmet edebilir, enerji yoğunluğunu ve temel parçacıkları evren boyunca dağıtabilir ve böylece galaksilerin oluşumunu ve evrimini kara deliklerden temelde farklı şekillerde etkileyebilirler.

Paylaşın

DSÖ: Cep Telefonları İle Beyin Kanserleri Arasında Bağlantı Yok

Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yaptırdığı yeni bir inceleme, cep telefonu kullanımı ile beyin kanseri riskinin artması arasında bir bağlantı olmadığını ortaya koydu.

Haber Merkezi / İnceleme, cep telefonu kullanımındaki büyük artışa rağmen beyin kanseri vakalarında buna karşılık gelen bir artışın olmadığı belirlendi.

İncelemenin baş yazarı yardımcı doçent Ken Karipidis, incelemenin 1994 ile 2022 yılları arasında yayımlanan 63 gözlemsel çalışmayı içerdiğini ve bunun “bugüne kadarki en kapsamlı inceleme” olduğunu söyledi ve ekledi:

“Cep telefonları ile beyin kanseri veya boyun kanserleri arasında bir bağlantı olduğunu gösteren kanıtların olmadığı sonucuna vardık.”

Sonuçlardan oldukça emin olduklarını belirten Karipidis, cep telefonu kullanımında büyük bir artış olsa da beyin kanseri oranlarının sabit kaldığını söyledi.

İncelemede, merkezi sinir sistemi kanserleri (beyin, meninksler, hipofiz bezi ve kulak dahil), tükürük bezi tümörleri ve beyin tümörleri ele alındı.

Avustralya Radyasyon Koruması ve Nükleer Güvenlik Ajansı (Arpansa) öncülüğünde gerçekleştirilen incelemede, 5 binden fazla çalışma incelendi ve bunların arasından bilimsel açıdan en iyi olanlar tercih edildi.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2011 yılında radyo frekanslı elektromanyetik alanları olası kanserojen alanlar olarak sınıflandırmıştı.

Karipidis, söz konusu sınıflandırmadan bu yana çok sayıda araştırmanın yayınlandığını ve 2019 yılında DSÖ’nün radyo dalgalarının sağlık üzerindeki etkilerini incelemek için bir dizi sistematik çalışma yaptırdığını ifade etti.

Kanser ile cep telefonları arasındaki bağlantıya dair endişelerin ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyen Karipidis, ancak teknolojinin gelişmeye devam etmesi nedeniyle araştırmaların sürdürülmesinin önemli olduğunu vurguladı.

Paylaşın

Kuş Embriyoları Ebeveynlerini Dinliyor!

Martılar üzerine yapılan yeni bir araştırma, yavru embriyoların yumurtanın içinden ebeveynleri arasındaki konuşmaları dinlediğini ve embriyoların duyduklarından davranışsal olarak etkilerini ortaya koydu.

Haber Merkezi / Glasgow Üniversitesi’nde Francisco Ruiz-Raya ve Vigo Üniversitesi’nden Alberto Velando, İspanya’nın Sálvora Adası’nda yaşayan 44 sarı bacaklı martı ailesini inceledi. Ruiz-Raya ve Alberto Velando, her yuvadan iki kardeş yumurta aldılar ve bunları yapay kuluçka makinelerinde farklı seslere maruz bıraktılar.

Yumurtaların yarısı çok konuşan ebeveynlerin ses kayıtlarını dinlerken, diğer yarısı ise daz az konuşan ebeveynlerin seslerine maruz bırakıldı. Yavrular yumurtadan çıktıktan hemen sonra, her iki kardeş martılar birlikte büyütülmek üzere bir martı koruyucu ailesine yerleştirildi.

Ruiz-Raya. “Kardeş martılar arasındaki tek fark, doğum öncesi gelişim sırasında ebeveyn iletişiminin farklı ipuçlarına maruz kaldıkları bu kısa dönemdi” dedi ve ekledi: “Ortak bir genetik geçmişe sahiplerdi ve aynı aile bağlamında yetiştirildiler.”

Ruiz-Raya ve Velando’nun bulguları, doğum öncesi sese maruz kalmanın martı yavruları üzerinde uzun süreli fizyolojik ve davranışsal etkilere sahip olduğunu göstermektedir.

Daha çok konuşan ebeveyn seslerine maruz kalan yumurtaların çatlaması daha uzun sürdü. Ayrıca, kardeş martılar arasındaki gelişim mekanizmalarında değişiklikler gözlemlendi. Araştırmacılar özellikle, daha az konuşan ebeveynlere doğum öncesi maruz kalan yavru martılar hormonal stres tepkisinde ve DNA metilasyonunda (hangi genlerin hangi zamanlarda aktif olduğunu değiştiren biyolojik bir değişiklik) artışlar buldular.

Araştırmacılar, yavruların uçmaya başlayana kadar büyümesini ve beslenmesini, koruyucu ebeveynleriyle ne kadar iyi iletişim kurduklarını değerlendirmek için izlediler. Daha fazla konuşan ebeveyn seslerine maruz kalan yavruların, daha az konuşan ebeveynlere maruz kalanlara göre daha sesli yalvarma davranışı gösterdiğini ortaya koydular.

Araştırma sonuçlarını değerlendiren Ruiz-Raya, “Embriyoların bilgi edinebildiğini ve ebeveyn – yavru çatışmasında aktif rol oynadığını göstermek heyecan verici” dedi ve ekledi:

“Bu çalışmanın diğer şaşırtıcı sonucu, bu belirli doğum öncesi olayların doğum sonrası yaşamda, hatta muhtemelen yetişkinlikte bile kalıcı bir etkiye sahip olabilmesiydi. Bu, sosyal çevrenin gelişmekte olan embriyolar için bile ne kadar önemli ve sonuç verici olduğunun farkında olmamız gerektiğini gösteriyor.”

Paylaşın