Türkiye, Avrupa’da Emekliye En Az Kaynak Ayıran Üçüncü Ülke

Türkiye, Avrupa’da, emeklilere milli gelirinden ayırdığı payda sondan üçüncü sırada yer aldı. Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, ortalama milli gelirin yüzde 12,21, Türkiye ise milli gelirin sadece yüzde 5,27’si emeklilere ayrılıyor.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’ın, “Çok şükür emeklilerin maaşını zor koşulda olsak da ödüyoruz” sözleri ve olası tasarruf tedbirleri için emeklileri işaret etmesi, kamuoyunda büyük bir tartışma başlattı. Bakan Işıkhan’ın bu açıklamalarının hemen ardından, finansal analist İnan Mutlu’nun Eurostat verilerine dayanarak hazırladığı grafik, Türkiye’nin emeklilere milli gelirinden ayırdığı payda Avrupa’da sondan üçüncü olduğunu gözler önüne serdi.

Bakan Vedat Işıkhan, katıldığı bir televizyon programında sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğiyle ilgili endişelerini dile getirdi. “Almanya’da insanlar 40 yıl çalışıyor, 15-20 yıl emekli aylığı alıyor. Bizde ise 20 yıl prim toplayabiliyoruz, 40 yıl ödeme yapıyoruz” diyerek sistemin dengesizliğine dikkat çeken Işıkhan’ın, tasarruf tedbirlerinin emekli ve asgari ücretlilerden yapılabileceğini belirtmesi büyük tepki topladı. “Zor koşulda olsak da ödüyoruz” ifadesi ise, emekli maaşının bir hak değil, bir lütuf gibi sunulduğu eleştirilerine neden oldu.

Bakan’ın açıklamaları sonrası finansal analist İnan Mutlu, Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) verileriyle hazırladığı bir grafiği paylaşarak tartışmaya yeni bir boyut getirdi. Grafiğe göre Türkiye, emeklilik harcamalarının milli gelire oranında Avrupa’da en alt sıralarda yer alıyor:

Avrupa Birliği (AB) ortalaması: Milli gelirin yüzde 12,21’i emeklilere ayrılıyor.
Türkiye’nin oranı: Milli gelirin sadece yüzde 5,27’si emeklilere ayrılıyor.

Bu oranla Türkiye, 35 Avrupa ülkesi arasında sondan üçüncü sırada yer alıyor. İnan Mutlu’nun vurguladığı gibi, “Tüm Balkan ülkeleri dahi emeklilerine Türkiye’den çok daha fazla kaynak ayırıyor.”

Bakan Işıkhan’ın son “tasarruf” sinyali, geçmişte verdiği “kalıcı refah artışı” sözleriyle çelişmesi nedeniyle de eleştiriliyor. Işıkhan, daha önceki açıklamalarında en düşük emekli aylığını artırma çalışmaları yaptıklarını ve “Emeklilerimizin refahını artırmak için yeni çalışmalarımızı hayata geçirmeye devam edeceğiz” vaadinde bulunmuştu.

Paylaşın

Ekonominin Kötüye Gideceğini Düşünenlerin Oranı Yüzde 64,7

Ekonominin kötüye gideceğini düşünenlerin oranı yüzde 64,7, iyiye gideceğini düşünenlerin oranı yüzde 13,2, ekonomide değişim beklemeyenlerin oranı yüzde 16,1 oldu. Fikri olmayanların oranı ise yüzde 6 oldu.

Asal Araştırma’nın Türkiye genelinde 26 ilde 2.000 kişiyle gerçekleştirdiği ankette, vatandaşların adalet sistemi, ekonomik gidişat ve siyasal aktörlerin ekonomi yönetme becerisine ilişkin kanaatleri ölçüldü. Ortaya çıkan tablo, hem kurumsal güvensizliğin hem de geleceğe dair karamsarlığın yaygınlaştığını gösteriyor.

Katılımcılara yöneltilen “Türkiye’deki adalet sistemine güveniyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, yargıya yönelik toplumsal güvenin ciddi şekilde sarsıldığını ortaya koydu. Anket sonuçlarına göre vatandaşların yüzde 72’si açıkça “güvenmiyorum” dedi. “Güveniyorum” diyenlerin oranı sadece yüzde 20,3’te kalırken, yüzde 7,7’lik bir kesim ise ya fikrinin olmadığını ya da yanıt vermek istemediğini belirtti. Bu dağılım, adalet sistemine dair kuşkuların geniş toplum kesimlerine yayıldığını gösteriyor.

Araştırmada “Gelecek 6 ay içinde sizce Türkiye ekonomisi iyiye mi yoksa kötüye mi gider?” sorusu da yöneltildi. Bu soruya yanıt verenlerin yüzde 64,7’si, ekonominin kötüye gideceğini düşündüğünü söyledi. Sadece yüzde 13,2’lik bir kesim “iyiye gider” yanıtını verirken, yüzde 16,1 ise ekonomik görünümde değişim beklemediğini belirtti. Fikri olmayan veya cevap vermeyenlerin oranı ise yüzde 6 olarak kaydedildi. Veriler, toplumun kısa vadeli ekonomik beklentilerinde yaygın bir kötümserlik olduğunu ve umut dozunun son derece sınırlı kaldığını gösteriyor.

Anketin bir diğer dikkat çekici başlığı ise “Sizce iktidar mı, muhalefet mi ekonomiyi daha iyi yönetir?” sorusuna verilen yanıtlarda görüldü. Katılımcıların yüzde 46,5’i hem iktidarın hem de muhalefetin ekonomiyi yönetemeyeceğini ifade etti.

“İktidar daha iyi yönetir” diyenlerin oranı yüzde 23,6 olurken, “Muhalefet daha iyi yönetir” diyenler yüzde 21,5’te kaldı. Her iki tarafın da iyi yönetebileceğini düşünenlerin oranı yüzde 3,4 gibi oldukça sınırlı bir seviyede. Görüş bildirmeyenlerin oranı ise yüzde 5 olarak ölçüldü.

Araştırma, 12-18 Eylül 2025 tarihleri arasında NUTS2 düzeyindeki 26 ilde gerçekleştirildi. Görüşmeler, 18 yaş üstü seçmen nüfusunu temsil edecek şekilde, bilgisayar destekli telefon anketi (CATI) yöntemiyle yapıldı. Hata payı yüzde 2,2 olarak belirtildi.

Paylaşın

Türkiye’de Kişi Başına Düşen Borç 116 Bin Lirayı Aştı

Türkiye’de kişi başına düşen ortalama borç tutarı yüzde 41 artışla 116 bin 148 liraya yükseldi. Kişi başına düşen ortalama kredi kartı borcu ise yüzde 48 artarak 61 bin 791 liraya ulaştı.

Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi’nin yayımladığı temmuz ayı raporu, yüksek enflasyon ve faiz ortamında vatandaşların yaşadığı ekonomik zorlukları ve artan borçluluk oranını gözler önüne serdi. Rapora göre, bireysel kredi borcu olan kişi sayısı son bir yılda 1,8 milyon artarak 42,7 milyona yükselirken, kişi başına düşen ortalama borç 116 bin 148 TL’ye ulaştı. Özellikle deprem bölgesi illerindeki borçluluk artışı ise dikkat çekici boyutlarda.

TBB Risk Merkezi’nin son verileri, geçim sıkıntısı yaşayan milyonlarca vatandaşın kredi ve kredi kartlarına artan bağımlılığını ve bunun sonucunda derinleşen borç yükünü ortaya koydu. Yüksek enflasyonist ortam ve artan faiz oranları karşısında alım gücü düşen vatandaşlar, çözümü borçlanmada ararken, toplam nakdi kredi hacmi 21 trilyon 19 milyar TL’ye ulaştı.

Rapora göre, bireysel kredi borç bakiyesi, geçen yılın temmuz ayına kıyasla yüzde 47’lik bir artışla 4 trilyon 959 milyar TL gibi devasa bir rakama yükseldi. Nefes’in haberine göre, bireysel kredi kullanan kişi sayısı son bir yılda 1,8 milyon artarak 42,7 milyona çıktı. Bu durum, kişi başına düşen ortalama borç miktarını da yüzde 41’lik bir artışla 116 bin 148 TL’ye taşıdı.

Bireysel borçların en büyük kalemini, 2 trilyon 452 milyar TL ile kredi kartları oluşturdu. Temmuz ayı itibarıyla Türkiye’de 39,7 milyon kişi kredi kartı borçlusu konumunda. Son bir yıllık süreçte kişi başına düşen ortalama kredi kartı borcu ise yüzde 48 artarak 61 bin 791 TL’ye yükseldi.

Kredi kartlarından sonra en yüksek borç kalemi 1 trilyon 214 milyar TL ile ihtiyaç kredileri oldu. Düşük maaşlar ve nakit sıkıntısı nedeniyle başvurulan Kredili Mevduat Hesabı (KMH) kullanımında ise adeta bir patlama yaşandı. KMH bakiyesi bir önceki yıla göre yüzde 98 gibi rekor bir oranda artarak 623 milyar TL’ye ulaştı. 30,8 milyon vatandaşın kullandığı KMH’larda kişi başına düşen ortalama borç, 20 bin 195 TL’ye çıkarak asgari ücrete yaklaştı.

Nefes’te yer alan habere göre; borçluluk oranındaki artışla birlikte, ödenemeyen ve takibe düşen kredilerdeki yükseliş de endişe verici bir tablo çiziyor. Rapor, tasfiye edilecek yani tahsili gecikmiş alacaklar kaleminin bir önceki yıla göre yüzde 82 artarak 566 milyar TL’ye yaklaştığını gösterdi.

Raporda yer alan il bazındaki veriler, özellikle depremden etkilenen bölgelerdeki ekonomik sıkıntıyı çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Son bir yılda bireysel kredi bakiyesinin en çok arttığı il yüzde 64,9 ile Tunceli olurken, onu yüzde 56 ile Adıyaman ve yüzde 55 ile Kahramanmaraş izledi. Bireysel kredi bakiyesi en çok artan ilk 10 ilin beşini deprem bölgesi illeri (Adıyaman, Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Malatya) oluşturdu.

Benzer şekilde, kredi kartı borçlarının en çok arttığı ilk 10 ilin altısı da yine deprem bölgesinden oldu. Adıyaman’da kredi kartı borçları son bir yılda yüzde 80 artarken, bu oran Kahramanmaraş’ta yüzde 76, Malatya’da yüzde 70, Hatay’da yüzde 68, Diyarbakır’da yüzde 64 ve Osmaniye’de yüzde 63 olarak kayıtlara geçti.

Paylaşın

2026’da Saray’ın Bir Günlük Masrafı 58 Milyon Liraya Çıkacak

Saray’a gelecek yıl için tam 21 milyar 286 milyon 534 bin lira ayrıldı. Bu, 2026 yılında Saray’ın günlük harcamasının yaklaşık 58 milyon lira olacağı anlamına geliyor.

Orta Vadeli Program’da (OVP) 2026 yılı için teklif edilen bütçenin tavan ödeneği belli oldu. OVP’de yer alan tabloya göre, Saray’a gelecek yıl için tam 21 milyar 286 milyon 534 bin TL ayrıldı. Geçen yılın bütçesinde 16 milyar 928 milyon 146 bin lira olan Cumhurbaşkanlığı ödeneği 2026’da yüzde 26 artırılacak.

BirGün’den Havva Gümüşkaya’nın haberine göre; Saray’a ayrılan kaynak, OVP’de 2026 yılsonu için öngörülen yüzde 16’lık enflasyonun yaklaşık 10 puan üzerinde oldu. Saray’ın günlük harcamasının yaklaşık 58 milyon TL’ye çıkması bekleniyor.

Bütçenin detayları da dikkati çekti. Cumhurbaşkanlığı için öngörülen toplam ödeneğin yarısından fazlası mal ve hizmet alımlarına ayrıldı. Bu başlık altındaki harcamaya 11 milyar 721 milyon 931 bin TL ayrıldı. Saray’ın devasa bütçesinin esas yükünü mal ve hizmet harcamaları oluşturdu.

Cumhurbaşkanlığı’nın personel giderleri ise 4 milyar 502 milyon 933 bin TL olarak öngörüldü. Cari transferler kaleminin 1 milyar 885 milyon TL, sermaye giderlerinin ise 2 milyar 906 milyon TL olması bekleniyor.

2027 yılına ilişkin bütçe ödeneği tavan tekliflerinin de yer aldığı OVP’de Cumhurbaşkanlığı için 23 milyar 616 milyon 950 bin liralık ödenek öngörüldü.

Paylaşın

Her Dört Üniversite Mezunundan Biri İşsiz

OECD’nin “Bir Bakışta Eğitim 2025” raporu göre; Türkiye’de 25 – 64 yaş aralığında yer alan üniversite mezunlarının yüzde 24,6’sı işsiz. Bu oran lise mezunlarında yüzde 37’ye kadar yükseliyor.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) her yıl yayımlanan “Bir Bakışta Eğitim 2025” raporu, Türkiye’nin eğitim ve istihdam alanındaki çarpıcı verilerini ortaya koydu. Rapora göre, Türkiye’de 18-24 yaş arasındaki gençlerin yüzde 31,3’ü ne eğitimde ne de istihdamda yer alıyor. Bu oran, OECD ülkelerinin ortalaması olan yüzde 14,1’in neredeyse iki katı.

Raporda dikkat çeken bir diğer önemli bulgu ise Türkiye’nin, hem lise hem de üniversite mezunları için OECD ülkeleri arasındaki en düşük istihdam oranına sahip olması. Lise mezunlarında istihdam oranı sadece yüzde 63 (OECD ortalaması yüzde 77,6), üniversite mezunlarında ise yüzde 75,4 (OECD ortalaması yüzde 87,1) olarak kaydedildi. 25-64 yaş aralığındaki üniversite mezunlarının ise yüzde 24,6’sı işsiz.

Türkiye’de ne eğitimde ne de istihdamda olan genç kadınların oranı yüzde 41,6 ile erkeklerin (yüzde 22,1) neredeyse iki katı. Bu durum, OECD ortalamasındaki 1,5 puanlık farkın çok üzerinde.

Eğitim sistemine bakıldığında ise, Türkiye’de yükseköğretime yeni başlayan öğrencilerin yüzde 42’si ortaöğretim sonrası en az bir yıl gecikmeyle üniversiteye başlıyor. Ancak, üniversitelerin ilk yılında okulu bırakma oranı sadece yüzde 1 olarak ölçüldü ki bu oran OECD ortalaması olan yüzde 13’ün oldukça altında.

Rapora göre Türkiye’de ilkokul düzeyinde okul tatilleri yılda 15 hafta sürerken, bu süre OECD genelinde 13,5 hafta olarak belirlenmiş durumda. Eğitim alanında ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, uzun tatiller ve mezunların istihdamındaki yetersizlikler, ülkenin eğitim sisteminin karşı karşıya olduğu temel sorunlar olarak öne çıkıyor.

Paylaşın

Okula Başlama Masrafı Asgari Ücretin Üç Katı

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, alnızca okula başlama maliyetinin asgari ücretin 3 katına çıktığını vurgulayarak, “Eğitim ciddi bir maliyet haline dönüşmüş durumda. Velilerin kara kara düşündüğü bir tablo ile karşı karşıyayız” dedi.

Yeni eğitim-öğretim yılı, milyonlarca öğrenci, veli ve öğretmen için başlıyor. Okulların açılmasıyla birlikte beslenmeden ulaşıma, kırtasiye giderlerinden eğitim kurumlarının fiziki koşullarına kadar pek çok başlık yeniden gündeme taşındı.

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay da eğitimde yaşanan yapısal sorunları ve veliler ile öğrenciler üzerinde artan ekonomik yükleri Radyo Sputnik’te yayınlanan İsmet Özçelik’le Ankara Farkı programında değerlendirdi. Özbay, şunları söyledi:

Yeni eğitim-öğretim yılının tüm paydaşlar için sorunlarla başladığını belirten Özbay, eğitimde fırsat eşitsizliğinin derinleştiğini, velilerin ekonomik yük altında ezildiğini, öğretmen ve eğitim emekçilerinin ise yetersiz koşullar ile karşı karşıya olduğunu dile getirdi:

“Okullar açılırken öğretmeni, eğitim çalışanı, velisi, öğrencisi dertlenmiş durumda. Sorunları ile bir kez daha eğitim ortamlarında baş başa bırakılacakları bir süreci yaşıyoruz. Eğitimin bütün yükünün velinin sırtına, ailelerin cüzdanına yüklendiği bir süreç. Eğitim emekçileri, öğretmenler, eğitim çalışanları açısından da hem çalıştıkları ortamın yetersizliği hem de ekonomik açıdan, mesleki açıdan sorunlarla beraber başlıyor.

Eğitimin ülkede artık tamamen bir ayrıcalık haline dönüştüğünü görüyoruz. Türkiye’de eğitim hakkına ulaşmak tamamen velilerin cüzdanı ile alakalı bir durum. Öğretmenin, eğitim çalışanının mesleki itibarının yerle bir edildiği bir süreci yaşıyoruz. Ekonomik olarak daha da fazla yoksullaştığını, yoksulluğun daha da derinleştiğini görüyoruz.

Ülkenin geleceğini ilgilendiren bir konu olan eğitimdeki sorunlar aslında ülkenin en esaslı sorunu olarak görülmesi lazım. 20 milyona yakın öğrenciden bahsediyoruz. Gençlerin bir ülkenin geleceği olduğu şiarından yola çıktığımızda eğitim ortamlarındaki birçok yoksunlukları da aslında ülkenin geleceğindeki yoksunlukları, eksiklikleri de beraberinde getirecek.”

Özbay, kayıt parası, servis, kırtasiye ve giyim masraflarının asgari ücretin çok üzerinde olduğunu açıkladı. Velilerin yalnızca okul başlangıcında bile büyük bir mali yük altına girdiğini söyleyen Özbay, şu ifadeleri kullandı:

“Öncelikle veliler kayıt parasıyla karşılaşıyor. 3 bin lira isteyen de, yüz bin lira isteyen de var. Türkiye’de eğitim tamamen taşımalı hale gelmiş. Servislerde kısa ve uzun mesafeye göre rakamlar değişiyor. Kısa mesafede 30 bin, uzun mesafede 45 bin liralara da yıllık ücretlerin olduğunu görüyoruz. Kırtasiye ihtiyaçları var; 5 bin lira gibi. Tabii bu söylediğim rakamlar minimum rakamlar.

Ortalama rakamları aldığımızda; çocuğun kırtasiye, giyim ihtiyacını karşılasa asgari ücretin yüzde 80’inden fazla bir ücret çıkıyor. Bugün asgari ücretli maaşı ile çocuğunun okula başlangıcını karşılayamıyor. Buna servis de girerse, peşin ödemeye kalktığında asgari ücretin 2-3 katı rakamlar ortaya çıkıyor. Bugün çalışanların yüzde 40’ı asgari ücret ya da ona yakın ücretle çalışıyor. Bu ortamda yalnızca okula başlama maliyeti, servis de devreye girerse 2-3 katı üzerinde olduğunu görüyoruz.

Bir de bunun okula gittiğinde kantin masrafı var. Bu beslenme değil, yalnızca çocuğun midesine bir şey gitmesi. En az 100 lira. O nedenle eğitim çok ciddi bir maliyet haline dönüşmüş durumda. Her okul döneminde velilerin artık kara kara düşündüğü, çocuğunun okula gidişinden, dönüşünden mutlu olmadığı kara bir tablo ile karşı karşıyayız. Asgari ücretli ağırlıklı yaşam standardının olduğu bir ülkede ücretlerin okula başlama masraflarını karşılamaya yetmediğini görüyoruz.”

Velilerden ‘bağış’ adı altında zorunlu ödemeler alındığını dile getiren Özbay, bunun aslında açıkça kayıt parası olduğunu söyledi. Okul yöneticileri ve öğretmenlerin de Bakanlığın yetersiz bütçesi nedeniyle bu sisteme mecbur bırakıldığını kaydeden Özbay, şöyle konuştu:

“Eğitim bir hak olmaktan çıktı. Tamamen bir ayrıcalık. Ciddi rakamlar harcayarak eğitim almaya çalışan 1 milyonun üzerinde çocuğumuz olduğu özel okul sistemi var. Bunun yanında devlet okullarına geldiğimizde devletin, yani aslında siyasi iktidarın bir tercihi bu, ayırdığı bütçenin okulların ve oradaki öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olduğunu görüyoruz. Her adım paralı hale geldi. Bakıyoruz ki okula kayıt da bir sorun ile karşı karşıya kalıyor.

Adına kayıt parası denmiyor ama ‘bağış’ adı altında ya da çeşitli kurumlara, şirketlere yapılan yardım adı altında aslında birebir kayıt parası alınıyor. Sizin aracılığınızla sesleneyim, hodri meydan; bütün Okul-Aile Birlikleri’nin hesaplarını inceleyelim. O okulların iş birliği içerisinde oldukları, kırtasiyeleri, temizlik şirketlerini inceleyelim. Bunların hesaplarına nerelerden para gitmiş, bu kadar yüklü para gitmesinin sebebi ne? Anayasanızda güvence altına aldığınız, en temel insan hakkı olan eğitim hakkında yurttaşlar neden bağış yapmak zorunda kalır?

Bunun aslında bağış değil bir zorundalık olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun adı çok net kayıt parası. Bu kayıt parası dediğimiz sistemi oradaki okul müdürü ve öğretmene mi yükleyeceğiz? Tabii ki hayır. Çünkü okul müdürü ve öğretmen de okulun temel ihtiyaçları karşılanamadığı için aslında Milli Eğitim Bakanlığı’nın mecbur bıraktığı bir sisteme maalesef ki uyum sağlamış oluyor. Yani kendi mesleğinin dışında, bir nevi tahsildara dönüşmüş oluyor.”

‘Eğitim kurumları ticarethaneye dönüşmüş halde’

Özel okulların sayısındaki artışı eleştiren Özbay, devlet okullarının ise kalabalık sınıflar, yetersiz temizlik ve güvenlik gibi sorunlarla baş başa bırakıldığını ifade etti. Eğitimin metalaştığını ve ticarethaneye dönüştüğünü söyleyen Özbay, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Eğitim ile paranın yan yana gelmesi büyük bir utanç. Bunun devlet tarafından sağlanması lazım, yani kamucu bir bakış açısına sahip olmak lazım. Özel okul diye okul olmaz. Çünkü velilerden, yurttaşlardan vergi alıyorsunuz. Bu verginin karşılığında ilk sağlayacağınız hak eğitim, sağlık. Bunlar devletin asli görevlerindendir. Ama maalesef eğitim bizde tamamen metalaşmış durumda. Eğitim kurumları adeta ticarethaneye dönüşmüş durumda.

Özel okulların olmadığı bir sistemi var etmek gerekir. Cumhuriyetin temeli de bu. Çünkü okullarda sadece bireyin akademik gelişimini sağlamıyorsunuz, okullarda yurttaş yetiştiriyorsunuz, o topluma insan yetiştiriyorsunuz. O nedenle onlara eşit eğitim hakkını sağlama zorunluluğunuz var. Peki neden yurttaşlar özel okullara yönleniyor? Kendi çocuğumdan bahsedeyim, şimdi ortaokula geçti.

Sınıfı 44 kişi. Özel okullarda 30 kişilik sınıf bulamazsınız. 50-60 kişilik okullar var. Devlet okullarında sınıflar kalabalık, temizlenmeyen okullar, güvenlik görevlisi olmayan okullar var. Öğrencinin sosyal alanları yok. Temel ihtiyaçlar anlamında birçok eksiklikler var. Bu eksiklikler velilere mecburi bir istikamet oluşturuyor.”

Ailelerin eğitim harcamaları için kredi çekmek zorunda kaldığına dikkat çeken Özbay, “Eskiden çocuklar okula başlarken evde bayram havası olurdu. Artık televizyon kanallarına bakın; en çok reklamı yapılan şey ne? Eğitim kredisi. Olay bu noktaya geldi. Türkiye ailelerin eğitime en çok para harcamak zorunda kaldığı ülkelerin başında geliyor. Kamunun buradan çekildiği, piyasalaşmanın ve gericiliğin içerisindeki kıskaçta can çekişen bir eğitim sisteminden bahsediyoruz” dedi.

Paylaşın

TÜİK’e Göre Türkiye Ekonomisi Yüzde 4,8 Büyüdü

TÜİK’e göre, GSYH, 2025 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine kıyasla yüzde 4,8 arttı. TÜİK verileri, Türkiye ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde 2,3 büyüdüğünü ortaya koymuştu.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) bu yılın Nisan-Haziran dönemine ilişkin gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) verilerini açıkladı. Buna göre GSYH, 2025 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine kıyasla yüzde 4,8 arttı.

GSYH’yi oluşturan faaliyetler incelendiğinde; 2025 yılı ikinci çeyreğinde bir önceki yıla göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak; inşaat sektörü toplam katma değeri yüzde 10,9, bilgi ve iletişim faaliyetleri yüzde 7,1, sanayi sektörü yüzde 6,1; ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmetleri yüzde 5,6; mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri yüzde 5,4, ürün üzerindeki vergiler eksi sübvansiyonlar yüzde 3,0, finans ve sigorta faaliyetleri yüzde 2,6, gayrimenkul faaliyetleri yüzde 2,6 ve diğer hizmet faaliyetleri yüzde 2,1 arttı.

Tarım sektörü yüzde 3,5, kamu yönetimi, eğitim, insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri ise yüzde 1,2 azaldı.

TÜİK verilerine göre, Nisan-Haziran döneminde Türkiye ekonomisinin çeyreklik bazdaki büyüme oranı yüzde 1,6 olarak gerçekleşti. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH zincirlenmiş hacim endeksi, bir önceki çeyreğe göre yüzde 1,6 arttı.

Takvim etkisinden arındırılmış GSYH zincirlenmiş hacim endeksi, 2025 yılı ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 4,6 yükseldi.

Üretim yöntemiyle GSYH tahmini, yılın ikinci çeyreğinde cari fiyatlarla bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 43,7 artarak 14 trilyon 578 milyar 556 milyon lira oldu. GSYH’nin ikinci çeyrek değeri cari fiyatlarla ABD doları bazında 377 milyar 622 milyon olarak gerçekleşti.

Yerleşik hane halklarının nihai tüketim harcamaları 2025 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak yüzde 5,1 arttı. Devletin nihai tüketim harcamaları yüzde 5,2 azalırken gayrisafi sabit sermaye oluşumu ise yüzde 8,8 arttı.

Mal ve hizmet ihracatı, 2025 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine kıyasla zincirlenmiş hacim endeksi olarak yüzde 1,7, ithalatı ise yüzde 8,8 yükseldi.

İş gücü ödemeleri, 2025 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine kıyasla yüzde 42 arttı. Net işletme artığı/karma gelir yüzde 46,3 arttı.

İş gücü ödemelerinin cari fiyatlarla gayrisafi katma değer içerisindeki payı geçen yılın ikinci çeyreğinde yüzde 38,8 iken, bu oran 2025 yılında yüzde 38,4 oldu. Net işletme artığı/karma gelirin payı ise yüzde 39,5 iken yüzde 40,2 olarak gerçekleşti.

Paylaşın

Bu Yaz 10 Kişiden 6’sı Tatile Gitmedi

Araştırma şirketi Ipsos’un yaptığı son çalışma, halkın tatil alışkanlıklarında yaşanan dramatik değişimi ortaya koyuyor. Bulgulara göre, her 10 kişiden 6’sı bu yaz tatil yapmadı ve yapmayı da düşünmüyor.

Türkiye’de ekonomik koşullar, yaz tatilini pek çok kişi için ulaşılması güç bir hayale dönüştürdü. Araştırma şirketi Ipsos’un yaptığı son çalışma, halkın tatil alışkanlıklarında yaşanan dramatik değişimi ortaya koyuyor. Bulgulara göre, her 10 kişiden 6’sı bu yaz tatil yapmadı ve yapmayı da düşünmüyor. Katılımcıların yüzde 90’ı bu durumun sebebini doğrudan ekonomik sıkıntılar olarak açıklıyor.

Araştırmada dikkat çeken bir diğer veri, tatil planı yapanların oranındaki düşüş oldu. 2024’te yüzde 24 olan oran bu yıl yüzde 20’ye geriledi. Yükselen enflasyon ve artan yaşam maliyetleri, tatili birçok kişi için lüks haline getirdi.

Ekonomim’de yer alan habere göre, katılımcıların neredeyse tamamı tatil yapamama gerekçesi olarak ekonomik koşulları gösteriyor. Barınma, ulaşım ve yeme-içme fiyatlarındaki artış, özellikle yurt içi tatili pahalı bir seçenek haline getiriyor.

Araştırmaya göre, yurt dışı tatil tercihinde artış gözleniyor. Katılımcıların yüzde 10’u tatilini yurt dışında geçirdiğini belirtirken, bunun temel sebebi yurt içi maliyetlerinin bazı komşu ülkelere kıyasla daha yüksek olması. Vize istemeyen ülkelerdeki uygun fiyatlı turlar, tatilciler için cazip bir alternatif yaratıyor.

Eskiden aile yanında tatil yaygınken, bu eğilim gerilemeye başladı. Araştırma, insanların “gerçek anlamda dinlenmek” için otel ve pansiyon gibi konaklama seçeneklerini daha çok tercih ettiğini gösteriyor. Bu seçenekler, bireylere yemek ve temizlik gibi detaylarla uğraşmadan konforlu bir tatil imkânı sunuyor.

Halk yorgun bıkkın ve endişeli

Araştırmada, katılımcılara son dönemdeki ruh hallerine dair sorular da yöneltildi. Cevaplar; yorgunluk, bıkkınlık ve endişe duygularının hâkim olduğunu gösterdi. Uzmanlara göre bu ruh halinin en önemli nedenlerinden biri, dinlenme fırsatlarının azalması.

Tatil yapabilenlerin büyük çoğunluğu yurt içi destinasyonları tercih etti. Ancak otel ve pansiyon konaklamalarında artış gözlenirken, aile yanında geçirilen tatiller azaldı. Ödeme yöntemi olarak kişisel gelir hâlâ ilk sırada, fakat banka kredisiyle tatil yapanların sayısı geçen yıla göre artış gösterdi.

Ekonomik zorluklar nedeniyle tatil artık ertelenen veya iptal edilen bir plan haline geldi. Araştırma sonuçları, yaz tatilinin pek çok kişi için hayal olmaktan öteye geçemediğini ortaya koyuyor.

Paylaşın

Türkiye’de Finans-Kapitalin Tekelci Yapısı

Finans-kapital, bankacılık sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesiyle oluşan, piyasaları kontrol eden tekelci bir ekonomik yapılanmadır. Bu sistemde, büyük bankalar ve holdingler, kredi, yatırım ve fiyatlandırma üzerinde hakimiyet kurarak rekabeti sınırlandırırlar.

Kurtuluş Aladağ /Finans-kapital kavramı, Marksist kuramcı Lenin tarafından kapitalizmin emperyalist aşamasında bankaların ve büyük şirketlerin piyasaları kontrol etmesi olarak ele alınmıştır. Kavram Türkiye’de de Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünürler tarafından sıkça kullanılmıştır.

Türkiye’de bankacılık sektörü, finans-kapitalin temel taşıdır. Ziraat Bankası, Halkbank, VakıfBank gibi kamu bankalarının yanı sıra, QNB Finansbank, Türkiye Finans Katılım Bankası ve Kuveyt Türk gibi yerli ve yabancı sermayeli özel bankalar, ekonomik kaynakların büyük bir kısmını kontrol ederler.

Örneğin, Türkiye Finans Katılım Bankası’nın çoğunluk hissesi 2008 yılında Suudi Arabistan merkezli National Commercial Bank (şimdi Saudi National Bank) tarafından satın alınmıştır. Bu satın alma ile birlikte uluslararası sermayenin Türkiye’deki etkisi artmıştır. Kuveyt Türk’ün sermayesinin yüzde 57,81’i Kuveyt Finans Evi’ne aittir, bu da yabancı sermayenin tekelci yapıda önemli bir rol oynadığının başka bir göstergesidir.

Türkiye’de finans-kapital, büyük holdingler aracılığıyla sanayi, ticaret ve finans sektörlerinde yoğunlaşmıştır.

Örneğin, Yıldız Holding ve Boydak Holding gibi büyük sermayeli gruplar, Türkiye Finans Katılım Bankası’nın önceki ortakları arasında yer almışlardır. Bu tip ortaklıklar ve işbirlikleri, serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişin bir göstergesidir, çünkü büyük sermaye grupları rakiplerini saf dışı bırakarak piyasada dominant hale gelirler.

“Piyasanın birkaç büyük oyuncunun kontrolüne geçmesi”

Lenin, finans-kapital tanımında, bankaların ve büyük şirketlerin uluslararası bağlantılarıyla emperyalist bir yapı oluşturduğunu belirtir. Türkiye özelinde bakarsak, yabancı sermayenin bankacılık sektöründeki etkisi oldukça belirgindir.

Örneğin, QNB Group’un Finansbank’ı 2016 yılında satın alması ve National Commercial Bank’ın Türkiye Finans’taki çoğunluk hissesi, küresel finans-kapitalin Türkiye piyasasındaki tekelci etkisini artırmıştır. Bu durum, yerel sermayenin uluslararası sermayeyle entegrasyonunu ve piyasanın birkaç büyük oyuncunun kontrolüne geçmesini hızlandırmıştır.

Üzerinde durulması gereken başka bir nokta da katılım bankacılığı. Her ne kadar katılım bankacılığı faizsiz finans prensiplerine dayansa da tekelci yapının bir parçasıdır. Türkiye Finans ve Kuveyt Türk gibi bankalar, katılım bankacılığı sektöründe önemli bir pazar payına sahiptir ve bu bankaların sermaye yapısı, genellikle yabancı ortaklıklar veya büyük yerel sermaye gruplarıyla şekillenir.

Örneğin, Türkiye Finans’ın 2025’te ekonomiye 235,8 milyar TL’lik finansman desteği sağladığı ve sermaye yeterlilik rasyosunu yüzde 17,23’te tuttuğu rapor edilmiştir, bu da Türkiye Finans’ın sektördeki güçlü konumunu göstermektedir.

Finans-kapitalin tekelci yapısı, piyasada rekabetin azalmasına yol açar. Büyük bankalar ve holdingler, kredi dağıtımı, yatırım kararları ve piyasa fiyatlandırması üzerinde belirleyici bir rol oynarlar. Örneğin, Türkiye Finans’ın masrafsız bankacılık hizmetleri ve dijital altyapıya yaptığı yatırımlar, müşteri tabanını genişletirken, daha küçük oyuncuların piyasada tutunmasını zorlaştırabilir.

Sonuç olarak; Türkiye’de finans-kapitalin tekelci yapısı, bankacılık sektörünün ve büyük holdinglerin piyasadaki dominant konumlarıyla şekillenmektedir. Yabancı sermayenin etkisi, katılım bankacılığının büyümesi ve dijital bankacılık gibi yenilikler, bu yapıyı hem güçlendirmekte hem de dönüştürmektedir.

Ancak, tekelci yapının rekabeti sınırlaması ve ekonomik kaynakların yoğunlaşması, uzun vadede sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri derinleştirebilir. Bu nedenle, finans-kapitalin tekelci yapısının etkilerini azaltmak için daha kapsayıcı ekonomik politikalar ve rekabeti teşvik eden düzenlemeler gereklidir.

Paylaşın

Türkiye, Yoksullukta Avrupa Birincisi

Türkiye’de yaşayan her 100 kişiden 39,3’ü, maddi yetersizlik nedeniyle iki günde bir et, tavuk, balık veya eşdeğer vejetaryen bir öğün tüketemiyor. Bu oran, ülkeyi Avrupa Birliği ülkeleri arasında en kötü duruma sahip ülkelerden biri haline getiriyor.

Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) tarafından yayımlanan güncel verilere göre, Türkiye’de halkın önemli bir kesimi en temel gıda ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyor.

2024 yılı verilerine göre, Türkiye’de yaşayan her 100 kişiden 39,3’ü, maddi yetersizlik nedeniyle iki günde bir et, tavuk, balık veya eşdeğer vejetaryen bir öğün tüketemiyor. Bu oran, ülkeyi Avrupa Birliği ülkeleri arasında en kötü duruma sahip ülkelerden biri hâline getiriyor.

2023’te aynı oran yüzde 45,8 düzeyindeydi. Bu 6,5 puanlık düşüş, görünürde olumlu bir değişimi işaret etse de, hala Türkiye’de milyonlarca insanın temel beslenme hakkından mahrum kaldığını ortaya koyuyor.

Verilere göre tablo, yoksulluk riski altındaki bireyler için çok daha karanlık. Medyan gelirin yüzde 60’ından daha az gelirle yaşamaya çalışan bu grupta, yeterli öğün tüketemeyenlerin oranı 2024’te yüzde 54,0 olarak kaydedildi. Bu oran 2023’te yüzde 58,5 idi. Yani yoksulların yarısından fazlası protein bazlı sağlıklı bir öğüne ulaşamıyor.

Karar’dan Berfu Kargı’nın aktardığına göre; Eurostat aynı zamanda şiddetli maddi ve sosyal yoksunluk (SMD) içinde yaşayan kesimin verilerini de açıkladı. Bu grupta iki günde bir et ya da eşdeğeri bir öğün yiyemeyenlerin oranı 2024 itibarıyla yüzde 57,9 seviyesinde.

Bu veriler, Türkiye’nin artık yalnızca yoksulluk altındaki kesimlerde değil, toplam nüfus bazında da Avrupa’nın en yüksek oranına sahip ülkesi olduğunu ortaya koyuyor. 2024 itibarıyla Türkiye, yüzde 39,3’lük oranla Avrupa genelinde ilk sıraya yerleşti. Onu izleyen Romanya’da bu oran yaklaşık yüzde 33, Bulgaristan’da ise yüzde 20 civarında.

Buna karşılık, Almanya’da iki günde bir protein içeren bir öğün tüketemeyenlerin oranı sadece yüzde 8,2, Fransa’da ise yüzde 7,9. Avrupa Birliği ortalaması ise yüzde 8,3 seviyesinde. Yani Türkiye, AB ortalamasının yaklaşık beş katı kadar daha yüksek bir yoksunluk oranıyla dikkat çekiyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) küresel et fiyatlarındaki rekor artışı ortaya koyan verileri, Türkiye’deki kırmızı et piyasasına da yansıdı. Ulusal Kırmızı Et Konseyi’nin kesimhane verilerine göre, Türkiye’de dana ve kuzu etinde yıllık fiyat artışları yüzde 30’u aştı. Dana bıçak yağsız etin kilogram fiyatı 452,57 TL’ye ulaştı. Bu rakam geçen yıla kıyasla yüzde 32,7 artış anlamına geliyor.

Bölgesel bazda en yüksek dana eti fiyatı 463,40 TL ile Karadeniz’de görülürken, en düşük fiyat 425,50 TL ile Ege Bölgesi’nde kaydedildi. Kuzu etinde de ortalama fiyat 476,06 TL oldu. Yıllık artış oranı yüzde 26,2’ye ulaşırken, Marmara ve Ege Bölgeleri 500 TL’yi aşan fiyatlarla öne çıktı.

Ankara Ticaret Borsası verileri ise dana butun 496,9 TL, karkas etin 460,33 TL ve dana kolun 416,1 TL’den işlem gördüğünü ortaya koydu. Türkiye’de kırmızı et fiyatlarındaki artış oranı, yıllık tüketici enflasyonunu aşarak dar gelirli tüketicinin alım gücünü zorlayan bir tablo oluşturdu.

Paylaşın