Konya: Arkeoloji Müzesi

Arkeoloji Müzesi; Konya’nın Meram İlçesi, Sahibiata Mahallesi sınırları içerisinde yer almaktadır.

Konya Arkeolojik Müzesi, 1901 yılında Karma Orta Okulu’nda açılmıştır. Daha sonra 1927 yılında Mevlana Müzesi’ne 1953 yılında İplikçi Camii’ne taşınmıştır.

1962 yılında ise bugünkü müze binası kurularak hizmete girmiştir. Müzede, Neolitik, Eski Tunç, Orta Tunç (Asur ticaret kolonileri), Demir (Frig, Urartu), Klasik, Helenistlik, Roma ve Bizans çağlarına ait eserler sergilenmektedir.

Arkeoloji Müzesinin görülmeye değer eserleri Roma lahitleridir. Roma ve Bizans çağından sunak mezarlar müze iç teşhirinde ve bahçede sergilenmektedir.

Sille Tatköy ve Çumra Alibeyhöyük’de müze tarafından yapılan kabartma kazılarında M.S 6. yüzyıla ait kilise taban mozaikleri yerinden kaldırılarak müzede teşhir edilmektedir.

Paylaşın

İzmir: Arkeoloji Müzesi

Arkeoloji Müzesi; İzmir’in Konak İlçesi, Halil Rifat Paşa Caddesi üzerinde yer almaktadır. Çarpıcı eserlere sahip İzmir Arkeoloji Müzesi ile ziyaretçilerini Ege tarihi ve sanatına dair zevkli ve büyüleyici bir yolculuğa çıkartmaktadır.

İzmir Arkeoloji Müzesi ilk olarak 1924 yılında Basmane semtindeki terkedilmiş Ayavukla kilisesinde kurulmuş ve üç senelik eser toplama ve derleme çalışmalarından sonra 1927’de halka açılmıştır.

1951 yılında İzmir Arkeoloji Müzesi Kültürpark’ta bulunan ve müze haline dönüştürülen Milli Eğitim Pavyonuna taşınmıştır. Ancak İzmir ve Çevresindeki antik kentlerden çok sayıda eşsiz eserin gelmesinden dolayı yeni bir müzeye ihtiyaç duyulmuş, bunun üzerine Konak’ta Bahribaba Parkı içinde bulunan 5000m2’lik yeni müze binası 1984 yılında hizmete girmiştir.

Bayraklı (Smyrna), Efes, Bergama, Milet, Klazomenai, Teos ve İasos gibi Ege Bölgesi çeşitli belgelerinde kazılarda ortaya çıkarılan ve Batı Anadolu tarihine ışık tutan buluntular müzede ve müze bahçesinde sergilenmektedir. Üç katlı olan binasında, zemin katta, tüm eserlerin aynı kategorilerde korunup saklandığı eser depoları, restorasyon laboratuvarı, kütüphane; birinci katta idari bölümler, ikinci ve üçüncü katlarda ise sergileme salonları yer almaktadır.

Müzenin giriş salonunun ortasında yer alan korkuluklu kısımdan kuşbakışı olarak zemin kattaki mozaik döşeme görülür. Hayvan ve bitki motifleri ile bezenmiş mozaik Kadifekale’den getirilmiş olup, deretaşı ve cam parçacıkları ile yapılmıştır. Taş Eserler Salonu’nun tam girişinde tarih boyunca Anadolu toprakları üzerinde varolmuş uygarlıkları göstererek ziyaretçilere Anadolu’nun tarihsel gelişimini gözler önüne seren ve sergilenen eserlerin daha iyi algılanmasına olanak sağlayan bilgilendirici bir harita bulunmaktadır.

Müzedeki göz alıcı taş eserler, Helenistik (M.Ö. 330-30) ve Roma (M.Ö. 30 – M.S. 395) dönemlerine aittir. Salonlarda bulunan 4 adet vitrin içerisinde, yine mermerden yapılmış küçük boyutlardaki eserler, kendi aralarında guruplandırılarak teşhir edilmektedir.

Ekrem Akurgal Seramik Eserler Salonu

İzmir Arkeoloji Müzesi’nde kronolojik bir sıra ile düzenlenmiş olan ve Türkiye’nin en ünlü arkeologlarından olan Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’a (1911 – 2002) ithaf edilmiş seramik eserler salonunda çeşitli kazılardan elde edilmiş olan Prehistorik çağlardan Bizans dönemine kadar çok sayıda eser, ziyaretçileri tarihte kısa ancak çekici bir yolculuğa götürür. Her dönemin sanatı ve gelenekleri hakkında bilgiler, fotoğraflı panolarla anlaşılabilir bir düzende sunulmaktadır.

İzmir

Türkiye’nin üçüncü büyük kenti olan İzmir; çağdaş ve gelişmiş bir kent olmasının yanı sıra önemli bir kültür, sanat, turizm ve ticaret merkezidir. Ege Denizi, lacivertten turkuaza mavinin tüm renklerine hakim koyları ve plajlarıyla bir dantel zarafetinde ilin batı kıyısı boyunca uzanır.

“Güzel İzmir” olarak da adlandırılan İzmir; 8500 yıllık tarihi ile Anadolu yarımadasının batısında uzun ve dar bir körfezin başlangıcında yer alır. Antik Dönem’in ünlü tarihçisi Herodot, tipik Akdeniz ikliminin yaşandığı kenti binlerce yıl öncesinde; “Onlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü ve en güzel iklimlerinde kurdular…” ifadesiyle tanımlamıştır.

Şehrin güneyinde yer alan Efes ve kuzeyinde yer alan Bergama, Antik Çağ’ın en büyük ve en ünlü kentleri arasında yer almaktaydı. Tüm İyon kültürünün zenginliklerini bünyesinde barındıran bu kentler yoğun sanatsal, kültürel, ticari ve dini etkinliklerle de adını duyuruyordu. Günümüzde de dünyaca bilinen Efes ve Bergama Antik Kentleri tarih meraklıları için büyüleyici birer çekim merkezidir. Şairlerin ustası Homeros’un doğduğu yer olan İzmir, Anadolu’nun hızla değişen tarihi ile Ege’nin renkli tarihinin bir harmanıdır. Kent, modern Türkiye’nin batıya açılan çağdaş yüzü olarak kültür, sanat, turizm, ticaret ve sanayi alanlarındaki gelişimini hızla sürdürmektedir.

İzmir; Tepekule(Bayraklı), Symrna, Efes, Pergamon(Bergama), Teos (Sığacık), Lebedos (Ürkmez), Kyme (Aliağa), Allianoi (Yortanlı), Thyrea (Tire), Phokaia (Foça), Kolophon (Değirmendere), Erythrai (Çeşme), Klazomenai (Urla), Metropolis (Torbalı), Claros (Ahmetbeyli) ve Myrina (Aliağa) gibi tarihte hüküm sürmüş olan uygarlıkların yaşadığı topraklara ve hâlâ gün yüzüne çıkmamış pek çok uygarlık merkezinin miraslarına sahip binlerce yıllık yerleşim yeridir.

İzmir tarihin her döneminde insan sağlığına hizmet etmiş dünyaca bilinen Agamemnon, Asklepion, Allianoi, Karakoç ve Çeşme-Şifne, Ilıca vb. şifa merkezleri ile günümüzde de özellikle İskandinav ülkelerinden ve dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerine sağlıklı yaşam alternatiflerini sunan ve potansiyeli çok yüksek olan sağlık ve termal turizm merkezidir.

Paylaşın

Mersin: Arkeoloji Müzesi

Arkeoloji Müzesi; Mersin’in merkez Akdeniz İlçesi, Atatürk Caddesi üzerinde yer alır. Mersin Arkeoloji Müzesi’nde eserlerin sergileneceği salonların yanı sıra geçici sergi salonları, çocuklar için arkeopark uygulama alanları, kütüphane, hediyelik eşya satış yeri, kafeterya gibi sosyal alanlar da yer almaktadır.

Müzede toplam 1435 adet eser sergilenmektedir. Ziyaretçiler, giriş katında bulunan zaman tünelinde tarihe bir yolculuk yapma, kronolojik sergi salonunda uygarlıkların her alanda nasıl geliştiği ve neler yapabildiklerini izleme, ölü kültü alanında farklı kültürlerde ölü gömme geleneklerini öğrenme, etnografik salonda insanların geçmişten günümüze kullandığı etnografik eserlerin yanında Yumuktepe Höyüğü yakınında bulunan Huğ Evi’nin replikasını görme fırsatı bulmaktadır.

Birinci katta sergilenen sikkeler ile aynı salonda 9 bin yıldır kesintisiz yerleşim gören Yumuktepe Höyüğü’nün canlandırması ve kazıdan çıkan eserleri uygarlıklar hakkında bilgi vermektedir.

Ziyaretçiler, Mezitli İlçesi’nde bulunan ve M.Ö. 3’üncü bin yıldan M.S. 6’ncı yüzyılın sonlarına kadar iskân gören Soli-Pompeipolis Antik Kenti ve Erdemli İlçesi’ndeki M.Ö. 4’ncü yüzyıldan günümüze kadar yerleşim gören ve Antik Dönem’de zeytinyağı ticareti ile ünlenen Elaiussa-Sebaste Antik Kenti’nin arkeolojik zenginliğine tanık olmaktadır.

Mersin’in kısa tarihi

Klasik devirde Klikya olarak adlandırılmış olan Mersin; sırası ile Hititler, Frigler, Asurlular, Persler, Makedonyalılar, Romalılar ve Bizanslıların, XI. yüzyılda Selçukluların, XIV. yüzyılda Karamanoğulları ve Ramazanoğullarının XV. yüzyılda da Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyetine geçmiştir.

Yumuktepe ve Gözlükulede yapılan kazılarda Mersin’in tarihten önceki devirlerden beri önemli bir yerleşme merkezi olduğu anlaşılmaktadır. İl Merkezi Mersin’de bulunan Yumuktepe’de, 1937’de Liverpool Üniversitesi Arkeologlarınca başlatılan kazıda; en alt tabaka olarak “Neolitik Devri” tespit edilmiştir.

Kazı çalışmalarının devamı bu yörenin Neolitik dönemden sonra Maden Devri ve Tunç Devri arasına bir geçiş yaptığını göstermiştir. Yumuktepe’deki kalıntılar hemen hemen aynı şekilde Tarsus’taki Gözlükule’de de yer almaktadır.

Bir süre yörede Etilerin hüküm sürdüğü görülür. Eti Kralı Hattuşil yöreyi imar ve ıslah etmiştir. Daha sonra Asur kralı III. Salomossa’ın ele geçirdiği Mersin yöresi, M.Ö.528 tarihinde İran Hükümdarlığına geçer, M.Ö.527 de yöreyi ve Kıbrıs’ı Yunanlılar ele geçirirler.

M.Ö.334 senesinde yöre Büyük İskender’le Makedonyalıların eline geçer. M.Ö.261-246 da yöreyi Mısır Hükümdarı Batlenios Ogustos zapt eder. M.Ö.70’li yıllarda Romalıların eline geçen Mersin Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma toprakları içerisinde kalır.

İslamiyet’in yayılmasından sonra Halife Osman zamanında Mersin ve civarı Arapların eline geçer. Daha sonra bölge 718 yılında halifeliğin Abbasilere geçmesiyle 853 yılında Sultan Mehdi, yöreyi Abbasi’lere katar. Daha sonra Selçukluların eline geçen yöre bu dönemde kısmi “Haçlı İstilası”na uğrar ve Selçukluların zayıflamasından sonra Karamanoğulları’na geçer.

Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt zamanında yöre Osmanlı idaresi altına girer. I. Dünya Harbinde İtilaf Devletlerinin istilasına uğrayan Mersin, Milli Mücadele ile 3 Ocak 1922’de tekrar Türk hakimiyetine girmiştir. 1924 yılında Mersin Adıyla Vilayet olmuş, 1933 yılında da Mersin İçel ile birleştirilerek İçel adını almıştır. 28 Haziran 2002 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 4764 sayılı Kanunla da İl’in ismi yeniden Mersin olmuştur.

XII. yüzyılda Göksu ırmağının iki yanındaki bölgeye Türkler “İçel” demişlerdir. Dağlar arasından girilmesi ve görülmesi güç bir yer olduğu için Selçukluların bölgeyi böyle isimlendirdiği düşünülmektedir.

Mersin adının kökeni konusunda iki değişik görüş yaygın olarak kabul edilir. Bunlardan birincisi, civarda yetişen ve Akdeniz ikliminin tanıtıcı bir bitkisi olan Arapların da Hambales dedikleri Myrtus-Mersin ağacı nedeniyle bölgeye Mersin adı verildiğidir.

İkincisi ise Mersin adının bu bölgede yaşayan “Mersinoğulları veya Mersinoğlu” adındaki bir Türkmen ailesinden geldiğini kabul eden görüştür. Evliya Çelebi’de seyahatnamesinde bölgede yetmiş evli bir Türkmen ailesinin bulunduğunu ve bu ailenin adının da Mersinoğlu olduğunu belirtmiştir.

Bir başka görüşe göre ise, Mersin adı bir bitkiden değil, yörede yaşayan Mersinoğlu adındaki aşiretten kaynaklanmaktadır. Mersin adına Anadolu’nun çeşitli yörelerinde rastlamak mümkündür. Örneğin; İzmir, Ordu ve Trabzon’da Mersin, Mersinlik adında köyler bunlardan birkaçıdır.

Paylaşın

Isparta: Yalvaç Arkeoloji Müzesi

Yalvaç Arkeoloji Müzesi; 2018 itibariyle eser sayısı, çeşitliliği ve ziyaretçi sayısı bakımından bölgenin en büyük müzesi olma özelliğine sahiptir. Müzedeki eserler, Prehistorya Salonu, Klasik Eserler Salonu, Etnografya Salonu ve St. Paul Salonu olmak üzere dört adet sergi salonu bulunmaktadır.

Prehistorya Salonunda, Yalvaç’ın Tokmacık Beldesi, Güztepe mevkiinde keşfedilen Geç Miyosen (Turoliyen) Döneme (günümüzden yaklaşık 10-5 milyon yıl öncesi) ait fosiller, Tunç Çağ pişmiş toprak vazoları, ana tanrıça heykelcikleri ve idoller sergilenmektedir.

Klasik Eserler Salonunda, Klasik Döneme ait değişik formda pişmiş topraktan yapılmış vazolar, Roma İmparatorluk Dönemine ait mermer heykeller, portreler, Pisidia Antiokheia antik kenti yakınlarındaki Men Kutsal Alanında bulunan eserler görülebilir.

Bunun dışında ilk Roma imparatoru Augustus’un yaşarken yaptığı işlerin anlatıldığı Res Gestae Divi Augusti adlı Latince metnin Antiokheia’da ele geçen bölümleri, yine aynı metnin Uluborlu’da (Apollonia) bulunan Yunanca yazılmış bazı parçaları sergilenmektedir.

Etnografya Salonunda ise yaklaşık olarak 12. yüzyılda Yalvaç’a yerleşen Türklerin kültürlerini yansıtan zengin bir koleksiyon görülebilir. St. Paul Salonunda bölgedeki Hristiyanlık Dönemine ait değişik eserler, Bizans Dönemine ait vaftiz havuzları bulunmaktadır.

Isparta’nın kısa tarihi

Tarih boyunca sürekli yerleşim gören “Göller Bölgesi” Pisidia olarak adlandırılmıştır. Çeşitli zamanlarda sınırları değişen bu bölgede, kendi dillerini konuşan “Pisidialılar” yaşamış ve yerel bir dil olarak da “Pisidçe” dilini konuşmuşlardır. Bu dilin varlığı Aksu İlçesindeki Timbriada, Sofular Köyü ve Senitli Yaylasında ele geçen mezar taşlarından anlaşılmaktadır. Bölgeye ilk yerleşimlerin tarihi Üst Paleolitik (MÖ 35.000-10.000) ve Mezolitik (MÖ 10.000-8.000) dönemlere iner. Neolitik Dönemde (MÖ 8.000-5.500) bölge Anadolu’nun en önemli kültür bölgeleri arasındadır. Kalkolitik Çağda da (MÖ 5500-3000) bölge önemini sürdürmüştür.

İl sınırları içinde 12 höyükte Kalkolitik Dönem malzemesi bulunmuştur. Tunç Çağ (MÖ 3000-1200) yerleşiminin bol olduğu Isparta ilinde Neolitik ve Kalkolitik yerleşimlerin de üzerinde olduğu toplam 56 adet höyük tespit edilmiştir. Hitit Döneminde (MÖ 1800-1200), bölgenin adı “Pitaşşa” olarak geçmektedir. Hitit Döneminde, Pisidia toprakları hiçbir zaman tam olarak Hitit egemenliği altına girmemiştir. Tarihi kaynaklarda Pisidia adına ilk kez Perslerin Döneminde, MÖ 5. yüzyıl sonunda rastlanır.

MÖ 334 yılında, Büyük İskender’in egemenliğine geçen bölge, Büyük İskender’in ölümünden sonra MÖ 281 yılında yapılan savaşla Seleukosların eline geçmiştir. Bu dönemde Pisidya bölgesinde Seleukoslar tarafından Seleukeia Sidera (Atabey-Bayat), Apollonia (Uluborlu), Antiokheia (Yalvaç) kentleri kurulmuştur. Seleukos Kralı Büyük Antiokhos’un Roma ordusuna yenilmesi (MÖ 190-188) sonucunda, Seleukoslar Anadolu’da Toroslara kadar olan tüm topraklarını kaybetmiş ve bu topraklar Romalılarca Bergama ve Rodoslular arasında paylaştırılmıştır. Pisidia bölgesi bu tarihten sonra Bergamalıların egemenliğine geçmiş, Attalos III’ün MÖ 133 yılından ölümüne kadar Bergama Krallığına bağlı kalmıştır.

Kralın vasiyeti üzerine Pisidia bölgesinin de içinde bulunduğu topraklar Roma’ya bırakılmıştır. Bölge, MÖ 102 yılında M. Antonius tarafından Kilikia Eyaleti içine alınmış ve MÖ 49 yılına kadar ismen de olsa Kilikia eyaleti içinde kalmıştır. Daha sonra Asia Eyaletine bağlanmıştır. Galat Kralı Amyntas, Antonius tarafından Pisidia ve çevresinde Roma idarecilerinin kuramadığı otoriteyi kurması için MÖ 39 yılında bölgeye kral olarak atanmış ve MÖ 25 yılında öldürülünceye kadar görevini sürdürmüştür. Amyntas’ın ölümüyle krallığın toprakları Roma İmparatoru Augustus (MÖ 27-MS 14) tarafından Galatia Eyaleti haline getirilmiştir. Bu eyaletin sınırları zaman içinde değişmiş olsa da Pisidia bölgesi içinde kalmıştır.

Pisidia bölgesinde özellikle İmparator Augustus döneminde Roma egemenliğinin simgesi olan koloni kentleri kurulmuştur. Bunlar Antiokheia (Yalvaç), Kremna (Çamlık), Komoma (Ürkütlü), Olbasa (Belenli), Parlais (Barla)’dır. Türk Egemenliğinde Isparta Isparta, Roma İmparatorluğu’nun MS 395 yılında ikiye ayrılmasından sonra Bizans İmparatorluğu’na bağlanmıştır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra hızla Anadolu’ya yayılan Selçuklular, Batı Anadolu’yu eline geçirmek için Bizans ile bir çok savaş yapmıştır. II. Kılıç Arslan zamanında (1156-1192) yoğunlaşan Bizans-Selçuklu savaşlarının en önemlisi olan Miryakefalon Savaşı, 1176 yılında Isparta topraklarında olmuştur.

Isparta yöresi bütünüyle, 1204’te III. Kılıç Arslan döneminde ele geçirilmiştir. XIII. yüzyıl başlarında, Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona ermesinden kısa bir süre önce, bu yörede Hamidoğulları Beyliği kurulmuştur (1301). Beyliğin kurucusu Feleküddin Dündar Bey, önce Uluborlu’yu, daha sonra da Eğirdir’i beyliğin merkezi yapmıştır. Isparta yöresi, ilk olarak 1374’te, daha sonra 1390’da bütünüyle Osmanlı yönetimine girmiştir.

Atatürk Isparta’da Isparta, Atatürk’ün Anadolu’da başlattığı Millî Mücadele’de, ilçeleriyle birlikte, 871 şehit, binlerce yaralı vermiş ve Büyük Zafer’i içtenlikle kutlamıştır. Atatürk, İzmir’den yola çıkarak, 6 Mart 1930 sabahı Eğirdir’e ulaşmıştır. Atatürk, Eğirdir Gölü’nü ve Can Ada’yı çok beğenmiştir. Atatürk, 6 Mart 1930 günü Kuleönü’nden Isparta’ya yolculuk yapmış ve saat 11.00 sularında Isparta’ya gelmiştir. Burada büyük ve coşkulu bir şekilde karşılanmıştır. 6 Mart 1930 günü, Isparta’nın mutlu günlerinden birisi olması nedeniyle her yıl 6 Mart günü Atatürk’ün Isparta’ya gelişini anmak üzere kutlamalar yapılmaktadır.

Paylaşın