Medya Hegemonyası: Toplumsal Beklentilerin Sessizce Kodlanması
Günümüz toplumunda medya yalnızca haber veren bir araç değil; neyin “normal”, neyin “makul”, neyin “başarı” sayılacağını fısıltıyla öğreten görünmez bir öğretmen.
Haber Merkezi / Ekranlardan, manşetlerden ve algoritmaların seçtiği akışlardan yayılan bu öğretim, çoğu zaman yüksek sesle değil; tekrarın gücüyle, seçiciliğin sessizliğiyle işliyor.
Peki bu sessiz kodlama nasıl gerçekleşiyor ve biz farkında mıyız?
Her gün karşılaştığımız haber diliyle başlayalım. Hangi olaylar “son dakika” olurken hangileri dipnotlarda kayboluyor? Bir ekonomik kriz anlatılırken sorumluluk kime yükleniyor; çözüm olarak hangi reçeteler “akılcı” diye sunuluyor?
Medya, yalnızca olanı aktarmıyor; olanın nasıl anlaşılması gerektiğini de çerçeveliyor. Bu çerçeveleme, ideolojik bir bağırıştan ziyade, gündelik bir alışkanlık gibi sunulduğu için daha etkili.
Popüler kültür bunun bir başka cephesi. Dizilerdeki aile yapıları, reklamlardaki mutluluk tarifleri, yarışma programlarındaki “başarı hikâyeleri” tek tek masum görünebilir.
Ancak yan yana geldiklerinde ortak bir dünya görüşü üretirler: Tüketerek mutlu olma, rekabet ederek değer kazanma, uyum sağlayarak kabul görme. Alternatif hayatlar, aykırı tercihler ya egzotikleştirilir ya da görünmez kılınır. Böylece “seçeneklerimiz” genişliyormuş gibi görünürken, beklentilerimiz daraltılır.
Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Medya kimin adına konuşuyor? Sahiplik yapıları ve reklam ilişkileri bu soruya ipuçları verir. Büyük medya kuruluşlarının finansal bağımlılıkları, haberin tonunu ve sınırlarını belirler.
Eleştiri vardır ama ölçülüdür; itiraz vardır ama sistemin dışına taşmaz. Çünkü sistemin dışı, reytingin ve reklamın dışıdır. Sessiz kodlama tam da burada devreye girer: Açık sansüre gerek kalmadan, “önemsiz” ilan edilen başlıklar rafa kaldırılır.
Dijital çağ bu hegemonyayı dağıttı mı, yoksa derinleştirdi mi? Sosyal medya ilk bakışta çoğulculuk vaadi taşır. Herkesin sesi var gibidir. Oysa algoritmalar, hangi seslerin yükseltileceğine karar verir.
Tıklanabilir olan, duygusal tepki üreten, kutuplaştıran içerik ödüllendirilir. Böylece kamusal tartışma alanı genişlemek yerine keskinleşir; karmaşık sorunlar basit karşıtlıklara indirgenir. Sessiz kodlama bu kez kod satırlarıyla yapılır.
Medya hegemonyasının en güçlü yanı, rıza üretmesidir. İnsanlar dayatılan beklentileri benimserken bunu kendi tercihleri sanabilir. “Ben böyle istiyorum” cümlesi, çoğu zaman uzun bir maruziyetin sonucudur. Bu maruziyet, tek bir mesajdan değil, binlerce küçük tekrardan oluşur.
Bir haber başlığı, bir dizi sahnesi, bir reklam sloganı… Her biri küçük bir tuğla; sonunda örülen duvar görünmezdir ama sağlamdır.
Elbette medya monolitik değildir. Alternatif yayınlar, bağımsız gazeteciler ve eleştirel okur kitlesi bu hegemonyaya karşı gedikler açar.
Ancak bu gediklerin kalıcı olabilmesi, yalnızca içerik üretmekle değil, medya okuryazarlığıyla mümkündür. Okur, izleyici ve kullanıcı; kendisine sunulanın neden böyle sunulduğunu sormadıkça, sessiz kodlama işlemeye devam eder.
Sonuç olarak medya hegemonyası, yüksek sesli bir propaganda makinesi olmaktan çok, gündelik hayatın arka plan müziği gibidir. Dikkat etmezsek melodiyi doğal sanırız. Oysa sorguladığımızda, notaların nasıl dizildiğini, hangi seslerin bastırıldığını fark ederiz.
Gazeteciliğin asli görevi de tam burada başlar: Sadece olanı değil, bize “olması beklenen”i deşifre etmek. Çünkü demokrasi, ancak sessizce kodlanan beklentiler yüksek sesle tartışıldığında nefes alabilir.






























