DEM Parti’den ‘Yeni Anayasa’ Açıklaması: Çok Acil Bir İhtiyaç

Meclis’te basın toplantısı gerçekleştiren DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Demokratik bir anayasanın Türkiye için bir ihtiyaç olduğu açık ve net. Biz de toplumun bütün kesimlerini kapsayan ve gerçekten eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasanın yapılması gerektiğini her fırsatta ifade ediyoruz. Kürt sorununu çözmeye odaklı, eşit yurttaşlık tanımının yapıldığı, güçlendirilmiş yerel yönetimi savunan çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasa yapılması artık çok acil bir ihtiyaç” dedi ve ekledi:

Haber Merkezi / “Fakat yolda kaza yapmamak için de birtakım hazırlıklar yapmaya ihtiyaç var. Örneğin ülkenin öncelikle normalleşmesi gerekiyor. İfade özgürlüğü sağlanmalı, güvence altına alınmalıdır. Baskıcı politikalar, baskıcı pratikler hızla terk edilmelidir. Partimizin daha önce sunduğu yeni bir anayasa için yol temizliği çalışmaları mutlaka dikkate alınmalıdır. Mehmet Uçum açıklamalar yapmış. Kendisi Saray’dan sürekli hukuk fetvaları veren biri olarak biliniyor. Açıklamalarının ciddiyetten uzak olduğunu ifade etmek istiyorum. Süslü, çoğulcu, özgürlükçü cümleler kuruyor ama pratiği bunun tam tersidir.”

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te yaptığı basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Koçyiğit, şunları söyledi:

“Milli Eğitim Bakanı, eğitim sisteminin altına dinamit koyan, Milli Eğitim Sistemini ve okulu tarikat yuvasına dönüştürmek için elinden geleni ardına koymayan bir bakandır. Yeni Türkiye Yüzyılı Maarif Modeliyle bir aşama kat etti.

Türkiye’deki öğrenci velilerine de şunu söylüyoruz. Milli Eğitim Bakanının icraatları devam ederse, çocuklarınızı bu uygulamalardan nasıl koruyacağınızı hepimizin beraber düşünmesi ve tartışması gerekiyor. Aslında çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir eğitim paradigmasını hep beraber inşa edebiliriz. Bunun imkanları fazlasıyla mevcut. Fakat Milli Eğitim Bakanlığının “Türkiye Yüzyılı” başlığıyla askıya çıkardığı model tam anlamıyla bir skandalı içeriyor. Tekçi olan rejimi daha da tekçi hale getirmeye, istedikleri makbul vatandaşı okuldan başlayarak yetiştirmeye dönük bir müfredat olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.

İlk eleştirinin diğer çevrelerce ilericilik-gericilik meselesine sıkıştırılmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyetinin din ve dinsel örgütlenme ile geliştirdiği simbiyoz ilişkiyi görmezden gelen bir anlayıştır. Mesele sadece ilericilik ve gericilik olarak ele alınamaz; mesele AKP’nin 2071 hayalleriyle örtüşen dindar ve kindar nesil yetiştirmeye yönelik paradigmasını yaşamsallaştırmasıdır. Bu anlamıyla bu müfredat çok tehlikeli bir adımdır.

Yakın tarihte yetişen kuşaklara baktığımızda -ki ben de onlardan biriyim- hiçbirimiz özgürlükçü, laik, çoğulcu bir ortamda yetişmedik. Türkiye Cumhuriyetinin bütün müfredatına baktığımızda, Milli Eğitim Sistemine baktığımızda her zaman bir tipoloji yaratmaya yönelik bir aklı olduğunu görüyoruz. Genel olarak farklılıkları yok etmeye yönelik, farklı halkları, inançları ve mezhepleri çoğunluk içerisinde eritmeye yönelik bir müfredat var. O anlamıyla sistemin kendisinin bir “hedef insanı” var aslında.

Fakat AKP dönemiyle bunun daha da ilerletildiğini ve tam bir dinci motivasyonla bu işin ele alındığını görmek mümkün. Bir yüzyıldır halkları, toplumsal kesimleri, toplumsal sınıfları, inançları, kültürleri ve her şeyi eritmeye çalışan bu sistem şimdi yeni bir aşamaya geçti. Bu yeni aşamayı da aslında ilerici bir model olarak ya da en azından kendileri açısından vizyonel bir model olarak topluma anlatmaya çalışıyorlar ki bunun hiçbir şekilde doğru olmadığını ifade edelim.

Çok uzun süredir AKP’nin eğitimdeki meselesi ikili bir ayak üzerinden yürüyor. Birincisi; bir dindar ve kindar nesil yetiştirmektir. İdeolojik saikle yürüttükleri bir mesele bu. Makbul bir vatandaş kimliği inşa etmeye çalışıyorlar. Diğer yönüyle de kapitalizmin ihtiyaçlarına göre ara eleman yetiştirmeye, sermaye için insan gücü yetiştirmeye dönük bir yaklaşımları var. Daha önce bir okul-fabrika dönemiydi, şimdi öğrenci-işçi modeline geçiş var. Okullar fabrikaya dönüştürülmüş durumda, artık sanayi sitelerinin içine yapılıyor.

Öğrenciler ise artık öğrenci değil her biri çocuk işçi. Çocuk işçilere de sermayenin ihtiyaçlarına göre beceri kazandırılmaya ve sisteme bir şekilde entegre edilmeye çalışılıyor. Bu modelin neoliberal bir model olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Oluşturdukları modeli bir hafta askıda tuttular. Sivil toplumun, üniversitelerin, akademisyenlerin, siyasi partilerin, veli derneklerinin ve diğer bütün çevrelerin katılımına kapattıklarını görüyoruz. O yüzden çoğulcu ve katılımcı değil. Yani yine AKP’nin hızlı bir şekilde oldubittiye getirdiği bir süreçle karşı karşıyayız.

Eğitim dediğimiz ve bütün toplumu, gelecek nesilleri ilgilendiren bir meselenin sadece bakanlık ve AKP eliyle yürütülmesi doğru mudur? Tabii ki değildir. Bu akıldan hızlı bir şekilde geri dönülmesi ve gerçekten yeni bir müfredat yazılacaksa, eğitimdeki yapısal sorunların öncelikle giderilmesi gerekiyor. Bu sorunları konuşmak, tartışmak ve bu sorunlara çözüm önerileri geliştirmek için akademisyenlerin, üniversitelerin, sivil toplumun, siyasi partilerin, velilerin ve öğrencilerin katılımıyla yeni bir süreç başlatılmalıdır.

Sadece Türkçeye, Türklüğe, Müslümanlığa, Müslümanlığın da bir mezhebine indirgenmiş bir sistem aklı ve eğitim müfredatının bu ülkede yaşayan bütün halkları, inançları ve toplumsal kesimleri dışladığını ve bu anlamıyla da ayrımcı ve ötekileştirici bir müfredat programı olduğunu, dolayısıyla bu süreci daha da derinleştirdiğini söylememiz gerekiyor. Oysa ki 31 Mart seçimleri sadece bu ülkede yaşayan işçilerin ve emekçilerin bir itirazı değildi, aynı zamanda eğitim sistemine yönelik ciddi bir itiraz ve ret olarak da okunmalıdır. Bu itirazın da süreç yürütülürken göz önünde bulundurulması gerekiyordu. Ancak ne yazık ki bütün bunların göz önünde bulundurulmadığını görüyoruz.

21. yüzyıldayız. 2024 yılındayız. Ancak hala anadilinde eğitimi konuşamıyoruz, hala başta Kürt çocukları olmak üzere bu ülkede yaşayan farklı halkların çocukları anadilinde eğitime erişemiyor. Hala bu ülkenin çocukları okula aç gidip geliyor. Hala müfredat tekçi yapısını koruyor, cinsiyetçi yapısını koruyor. Bütün bunların içerisinde bize bir masal anlatmaya çalışan Milli Eğitim Bakanlığı var ki buna inanmamızın, buna güvenmemizin mümkün olmadığını ifade etmemiz gerekiyor.

Bizler AKP’nin paradigma inşasının önünde duracağız, sonuna kadar mücadele edeceğiz. 3. Yol perspektifimizle yeni bir eğitim modelinin oluşturulması için; eşitlikçi, özgürlükçü ve toplumsal katılımın olduğu bir model için elimizden gelen bütün çabayı harcayacağız. Bu müfredat tam anlamıyla bütün topluma, çocukların geleceğine, Türkiye’nin geleceğine kasteden bir müfredattır. Derhal bu müfredattan geri adım atılması çağrımızı yinelemek istiyorum.

“Tahir Elçi cinayetinin dosyasını kapatmaya çalışıyorlar”

28 Kasım 2015’te Dağkapı Meydanında 4 Ayaklı Minarenin önünde Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi katledildi. 8 yılın sonunda bugün öğrendiğimiz bir haber var. Savcılık her 3 sanık polis hakkında da beraat yönünde mütalaa verdi. 8 yıl boyunca bu cinayetin üzerine hiçbir şekilde gitmeyen, aksine cinayetin üstünü örtmeye çalışan yargının, bugün verdiği mütalaa kararı yeni bir faili meçhuldür. Diyarbakır’ın orta yerinde onlarca kameranın önünde vuruldu Tahir Elçi ama kimin vurduğunu tespit edemiyoruz diyen bir yargı var. Kimin vurduğunu tespit edemiyoruz diyen kriminal raporlar gerçeği var. Ancak bu raporları yalanlayan başka raporlar da var.

Katilin kimliğini tespit etmek gerçek bir yargılama için çok önemliydi ama bundan imtina ettiler. Örneğin soruşturma aşamasında savcılık gizlilik kararıyla sır perdesi çektiği bu davada polislerin avukatlığını yaptı. Dosyada olay yeri incelemesi 5 ay sonra yapılıyorsa, tabii ki bu deliller açığa çıkamazdı. Keşif yapılmazsa, tabii ki mermi çekirdeği bulamazdı. Polisleri şüpheli değil tanık sıfatıyla dinlerseniz tabii ki hakikat açığa çıkmazdı. En önemlisi de cinayet anını gösteren emniyetin 12 saniyelik kamera görüntüsünün kaybedilmesi cinayetin üstünü örtmeye yönelik önemli bir delil karartmaydı.

Peki, katilin kim olduğunu bildikleri için onu korumaya çalıştıklarını düşünsek abartılı mı olur, hayır. Tam da bunu yapıyor yargı. Katili biliyor, tanıyor ve korumaya çalışıyor. Çünkü Elçi’nin avukatlarının dava dosyasındaki tüm görüntülerin incelenmesiyle Londra Üniversitesinden aldığı görsel ve işitsel veri analiz raporunda, aslında siyah ceketli polis memurunun Elçi’ye yönelik açık ve engelsiz bir ateş hattıyla silahını ateşleyen tek kişi olduğu tespit edilmişti. Peki, davanın heyeti ve savcı bütün bu raporu göz önünde bulundurdu mu? Hayır.

Davayı karartmayı, katili yargıdan ve adaletten kaçırmayı tercih ettiler. Katili istihbarat şube tanıyor, iktidar biliyor, dönemin başbakanı olan ve “Biz iktidardan düşersek beyaz toroslar dönemi başlayacak” diyen Davutoğlu çok iyi biliyor. Bu karanlığın üzerini bütün bu bilenler birlikte kapatmaya çalışıyor. Ama biz de katili biliyoruz ve tanıyoruz, katili koruyan anlayışı tarihsel hafızamızla çok iyi biliyoruz. Bu dosyanın böyle kapanmaması için, Tahir Elçi’nin katillerinin adalet önünde gereken hesabı vermesi için sonuna kadar mücadele edeceğiz.

Tahir Elçi dosyasındaki bu aşamanın bir kez daha kamu vicdanını ve toplumsal adalet duygusunu zedelediğini ifade etmek istiyorum. Buradan derhal geri adım atılmalıdır. Dosyanın üstünü kapatarak değil, dosyadaki gerçeği açığa çıkarıp gerçek suçluları adalet önüne çıkarak Türkiye yeni bir döneme kapı aralayabilir. Aksi ise eski Türkiye’yi hatırlatan, onu referans alan bir pratiktir. Eski Türkiye’nin bugün hepimizi nereye getirdiğini de herkes çok iyi biliyor. Bu çağrımı da yinelemek istiyorum.

Bir anayasa tartışması süreci başladı. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ve AKP’nin birçok sözcüsü açıklamalar yaptılar. Tabii ki demokratik bir anayasanın Türkiye için bir ihtiyaç olduğu açık ve net. Biz de toplumun bütün kesimlerini kapsayan ve gerçekten eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasanın yapılması gerektiğini her fırsatta ifade ediyoruz. Kürt sorununu çözmeye odaklı, eşit yurttaşlık tanımının yapıldığı, güçlendirilmiş yerel yönetimi savunan çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasa yapılması artık çok acil bir ihtiyaç.

Fakat yolda kaza yapmamak için de birtakım hazırlıklar yapmaya ihtiyaç var. Örneğin ülkenin öncelikle normalleşmesi gerekiyor. İfade özgürlüğü sağlanmalı, güvence altına alınmalıdır. Baskıcı politikalar, baskıcı pratikler hızla terk edilmelidir. Partimizin daha önce sunduğu yeni bir anayasa için yol temizliği çalışmaları mutlaka dikkate alınmalıdır. Mehmet Uçum açıklamalar yapmış. Kendisi Saray’dan sürekli hukuk fetvaları veren biri olarak biliniyor. Açıklamalarının ciddiyetten uzak olduğunu ifade etmek istiyorum.

Süslü, çoğulcu, özgürlükçü cümleler kuruyor ama pratiği bunun tam tersidir. “50 + 1 halkın demokratik kazanımıdır” demiş. Kuvvetler ayrılığının olmadığı, gittikçe totaliter bir yönetime dönüşen, sınırsız yetkili bir iktidarın oluşturduğu bu sistem nasıl 50+1’i özgürlükçü olarak ifade edebilir? Hiçbir özgürlüğümüz yok, hiçbir hukuksal güvencemiz yok. En temel haklarımız askıya alınmış durumda. Anayasa askıda, tam bir anayasasızlık yaşıyoruz ama Uçum 50+1’i ve onun yönetim sistemini demokratik bir yönetim olarak ifade ediyor.

Öncelikle bu ülke gerçek anlamda bütün bunları gerçekleştirmek ve demokratik bir anayasa yapmak istiyorsa, AİHM kararlarını hızlıca uygulamalıdır ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmaktan yargı bağımsızlığının sağlanmasına kadar bir dizi işi ivedilikle yapmalıdır. Daha da önemlisi bugün halihazırda devam eden Kobani Kumpas Davası, HDP Kapatma Davası gibi bu ülkenin utanç karnesine yerleşen, demokrasi tarihinin birer utanç vesikası olan davalarda hızlı bir şekilde tutum almalıdır ve bu konudaki haksız hukuksuz uygulamalardan vazgeçmelidir.

İşte o zaman biz gerçekten demokratik bir anayasa yapma niyetinin olduğuna inanırız. Ancak böyle bir şey yapmıyorlar. Sadece süslü cümleler kurarak demokratik anayasa yapma işini yürütmeye ve bunu topluma yeni ve pozitif bir gündem olarak sunup kendi iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. Şunu söyleyelim; biz hiçbir şekilde AKP’ye can suyu olabilecek bir yeni anayasa yapma tartışmasının bir parçası olmadık, bundan sonra da olmayacağız. Gerçekten yeni bir anayasa yapılmak isteniyorsa, 12 Eylül darbe anayasasından kurtulmak isteniyorsa da bunun yol temizliğini yapma çağrımızı buradan tekrar ifade etmek istiyorum.

“Kürt sorununu çözemeyen bir ülkede demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılamaz”

Sayın Uçum yeni anayasa başlığında bazı ilkeler de saymış. O ilkeler de gerçekten güzel, kulağa hoş geliyor. “Kişilerin hak ve özgürlüklerinin eksiksiz yer aldığı, yedi kuşak hak ve özgürlükler alanlarının tanımlandığı, hak ve özgürlüklerin esas sınırlamalarının istisna olduğu özgürlükçü bir anayasa yapılmalı” diyor örneğin. Daha birçok ilke var, ben saymayayım. Okurken gözlerim doldu. Uçum güzel söylüyor ama sazı yok. Demokratik anayasa geçmişten bugüne DEM Parti ve geleneğinin hep gündeminde oldu.

Bu konuda çokça çağrı yaptık, yol temizlik planını açıkladık. Taslaklarımızı demokratik kamuoyu ile paylaştık. Bütün bunları yaparken de hiçbir zaman AKP gibi iktidarda kalmayı ya da pragmatik bir yerden kendi partimizin siyasal çıkarlarını öncelemedik. Türkiye halklarının geleceğini, Türkiye halklarının eşit ve özgür bir şekilde bir arada yaşamasını önceledik. Sözümüzü buradan kurduk, sözümüzü bunun için kurduk. O zaman söyleyelim: Darbe anayasalarına palyatif çözümlerle makyaj yapmak Türkiye’nin sorununu çözmez.

Kürt sorununu çözemeyen bir ülkede gerçek anlamda demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılamaz. Kadını görmeyen, gençleri görmeyen, işçi sınıfını görmeyen, doğayı görmeyen, toplumu katmayan bir anayasa yapım süreci olmaz. Olmadığını daha önce de gördük. Anayasa darbe ruhundan arındırılmak ve sivilleştirilmek isteniyorsa, öncelikle yeni bir anayasa ihtiyaçtır. Türkiye halkları bunu yapmaya muktedirdir ve Türkiye halkları bunun kapısını aralamıştır. Bu kapıyı hep beraber açabiliriz. Bunun için iktidarın samimi olması gerekiyor.

Bunu da pratikte göstermesi, toplumda güven oluşturması gerekiyor. Biz AKP kanadından gelen bütün açıklamalarda; kaybettiği gücü yeniden ele geçirmeye çalıştığını, “2028 yürüyüşü” içerisinde tekleyen sistemini ayakta tutmaya çalıştığını, 50+1’i kendi lehine yeniden yapılandırmaya çalıştığını görüyoruz. Bütün bunlar toplumun ihtiyaçları ile örtüşmeyen amaçlardır. Bu amaçlara çıkılan yol sonuç alıcı olmayacaktır. Yeni bir anayasa tartışmasına varız ama AKP’ye can suyu olacak bir tartışmanın dışındayız, böyle bir tartışmanın parçası olmayacağız.

1 Mayıs haftasındayız. Çarşamba günü 1 Mayıs etkinlikleri alanlarda, meydanlarda yapılacak. Bütün işçi sınıfı talepleriyle meydanlarda olacak. 1 Mayıs derken işçi sınıfı üzerinden tartışmaları yürütüyoruz. İşçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturan kadınların ve kadın emeğinin yok sayılmasını 1 Mayıs vesilesiyle gündem yapmak istiyorum. Aile Bakanlığı 8 Mart etkinlikleri için Mor Protokol Organizasyon şirketine neredeyse 10 milyon lira para ödemiş. Bu şirketin son 7 ayda aldığı 7 ayrı ihale ile birlikte düşündüğümüzde, yaklaşık 17 milyonu aşan bir hale aldığını görüyoruz.

Bu ne cüret, bu ne vurdumduymazlık? Bu ihalelerin de olağanüstü ve acil durumlarda yapılması gereken yöntemle yapıldığını, toplumdan kaçırıldığını görüyoruz. Bu paralar kimin parası? Halkın parası, kadınların parası. Bu parayı kadınlar için harcamak yerine sadece siyasilerin katıldığı etkinliklere harcamayı kendileri açısından uygun görmüşler. Bu tablonun karşısında kadınlar aç, işsiz, güvencesiz ve en ağır şartlarda çalışıyor. Bütün bu güvencesizlik içinde yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Esnek, parçalı, yarı zamanlı birçok iş yapanların kadınlar olduğunu biliyoruz. Kadın emeğinin en fazla sömürülen emek olduğunu görüyoruz.

Tüm bunlara duyarsız olan, gözünü kulağını kapatmış bir iktidar gerçeği ile karşı karşıyayız. Onlarca ekonomi paketi getirdiler, tek birinin içinde kadınlar yoktu, kadın emeğini gören bir uygulama yoktu. Onun için biz kadınlar 1 Mayıs’ta meydanlarda olacağız; emeğimiz ve haklarımız için, işyerinde taciz ve mobbinge uğramamak için, işten çıkarılan ilk kişi olmamak için, eşit işe eşdeğer ücret almak için, emeğimiz, bedenimiz ve kimliğimiz için alanlarda olacağız. Bu erkek devlet şiddetine karşı, patron-koca-babanın el ele verip bizleri ve emeğimizi sömürmesine karşı isyan ve itirazımızı 1 Mayıs meydanlarında ifade edeceğiz.

“Taksim 1 Mayıs için yasaklanamaz”

Sayın Bakan Yerlikaya bir açıklama yaptı ve Taksim Meydanının 1 Mayıs ve miting meydanı olmadığını ifade etti. Aynı şekilde Çalışma Bakanı Vedat Bilgin’in bu konuda açıklamaları var. Bütün açıklamaları hayretle izliyoruz. Bu kadar tarihsel hafızadan ve ülke gerçeğinden kopuk açıklamaları nasıl izah ederiz açıkça bizler de bilmiyoruz. Ama biz Meclis kürsüsünden bir kez daha ifade edelim. Taksim Meydanı sadece bir meydan değildir, aynı zamanda emek ve özgürlük mücadelesinin sembolüdür.

Yasak kararının asıl amacının aslında demokratik haklarımızı gasp etmek, işçi sınıfının tarihsel hafızasını yok etmek olduğunu çok iyi biliyoruz. AKP’nin bu yasak kararını ideolojik saiklerle de aldığını çok iyi biliyoruz. AKP’nin bu yasak kararını sınıfsal karakteri nedeniyle de çok iyi biliyoruz. Çünkü işçi düşmanı bir iktidarla karşı karşıyayız. İşçi düşmanı, sınıf düşmanı bir iktidarın da işçi sınıfının emeğinin ve kanının olduğu o meydana bir değer atfetmesini de açıkçası beklemiyoruz. Tabii ki bu yasak kararına boyun eğmeyeceğiz. Taksim Meydanı yasaklanamaz. Taksim Meydanı bizimdir.

Taksim Meydanı; 1 Mayıs meydanıdır, adalet meydanıdır, özgürlük meydanıdır. Taksim Meydanını kapatmaya çalışanları tarih de affetmeyecek işçi sınıfı da asla affetmeyecek. Bu vesileyle bir kez daha bütün işçi sınıfının 1 Mayısını kutluyorum. O gün yan yana, omuz omuza Taksim Meydanına hep beraber yürüyeceğiz. Bijî Yek Gulan, Yaşasın 1 Mayıs! Bütün farklılıklarımızla ve renklerimizle işçi sınıfıyla buluşacağımız ve beraber kol kola yürüyeceğimiz o coşkulu bayram gününü şimdiden dört gözle beklediğimi ifade etmek istiyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.”

Paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir