Sermaye Sınıfının Korkulu Rüyası “Komünizm”

Sermaye sınıfının (burjuvazinin) zenginlik ve güç kaynağını doğrudan sorgulayan komünizm, tarihsel bağlamda, sermaye sahipleri tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır.

Kurtuluş Aladağ / Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da (1848) ortaya koyduğu gibi komünizm, özel mülkiyetin ve sınıflı toplumun ortadan kaldırılmasını, üretim araçlarının kolektif sahipliğini ve sınıfsız bir toplumun kurulmasını hedeflemektedir.

Kapitalist sistemde burjuvazi, emekçi sınıfın (proletaryanın) ürettiği artı değere el koyarak (sömürerek) varlığını sürdürmektedir.

Komünizm ise, sömürüyü ortadan kaldırmak için fabrikalar, toprak ve diğer üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmayı önermektedir. Bu durum, sermaye sınıfının ekonomik ve siyasal egemenliğini kaybetmesi anlamına gelmektedir.

Emek sınıfının (proletaryanın), sermaye sınıfına karşı örgütlenmesini ve devrim yoluyla iktidarı ele geçirmesini savunan komünizm, sermaye sınıfının siyasi ve toplumsal kontrolünü tehdit etmektedir.

20. yüzyıldaki Bolşevik Devrimi (1917), Çin Devrimi (1949) gibi gelişmeler, sermaye sınıfının mülkiyetine el konulmasına ve sermaye sınıfının güç kaybına yol açan pratik örnekler sunmuştur.

Komünist Manifesto’yu Anlamak

Marx ve Engels tarafından yazılan “Komünist Manifesto”, modern komünizmin temel metinlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Metinde, kapitalist toplumun eleştirisini sunulurken, proletaryanın devrimci rolü ve sınıfsız bir toplum hedefi net bir şekilde ortaya konulmaktadır.

Metinde, tarihsel materyalizm çerçevesinde sınıflı toplumların evrimi açıklanırken, kapitalizmin iç çelişkilerinin devrime yol açacağı savunulmaktadır.

Manifesto dört bölüme ayrılır:

Burjuvalar ve Proletaryalar: Tarihsel materyalizme dayalı olarak sınıf mücadelelerinin tarihi özetlendiği bölüm.
Proletaryalar ve Komünistler: Bu bölümde komünistlerin amaçları ve proletarya ile ilişkisi açıklanır.
Sosyalist ve Komünist Yazın: Farklı sosyalist akımlar eleştirildiği bölüm.
Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Tutumu: Bu bölümde de komünistlerin diğer devrimci hareketlerle işbirliği tartışılır.

Manifestonun ana temaları:

Manifesto, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu öne sürmektedir: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.”
Kapitalist toplumda iki ana sınıf karşı karşıyadır: Burjuvazi (üretim araçlarına sahip sermaye sınıfı) ve proletarya (emek gücünü satarak geçinen işçi sınıfı).

Marx ve Engels, manifestoda kapitalizmin burjuvaziyi güçlendirdiğini, ancak aynı zamanda proletaryayı örgütlü bir devrimci güce dönüştürdüğünü savunmuşlardır. Manifestoda fabrika sisteminin ve kentleşmenin, işçileri bir araya getirerek sınıf bilincini artırdığı ifade edilmiştir.

Kapitalizmin, sürekli yenilik ve genişleme gerektirdiği, bunun da toplumsal ilişkileri metalaştırdığı ve eşitsizliği derinleştirdiği belirtilen manifestoda, kapitalizmin iç çelişkilerinin (örneğin, aşırı üretim krizlerinin) sistemin çöküşüne yol açacağı vurgulanmıştır.

Kapitalizmin dinamik ancak istikrarsız bir sistem olduğunu ifade edilen manifestoda, teknolojik ilerlemelerin ve pazar genişlemesinin, burjuvazi için kısa vadeli başarı sağlasa da, proletaryanın (emek sınıfının) sömürülmesinin devrimci bir tepkiye zemin hazırladığı belirtilmiştir.

Komünizmin Hedefleri:

Özel mülkiyetin (üretim araçlarının) kaldırılması, sınıfsız ve devletsiz bir toplumun kurulması.
Manifesto, komünistlerin proletaryanın çıkarlarını temsil ettiğini ve devrimin uluslararası bir hareket olması gerektiğini vurgular: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”

Bu hedefler, sermaye sınıfının egemenliğini doğrudan tehdit etmektedir.

Devrimci Strateji:

Manifestoda proletaryanın burjuvaziye (sermaye sınıfı) karşı devrim yapması gerektiği savunulmuştur. Bu devrimin, üretim araçlarının kolektifleştirilmesiyle sonuçlanması gerektiği vurgulanmıştır.

Manifestoda komünistlerin, diğer işçi hareketlerini desteklemesi, ancak uzun vadeli hedef olarak sosyalist bir dönüşümü benimsemesi gerektiği ifade edilmiştir.

Manifesto, devrimin kaçınılmaz olduğunu vurgulamış olsa da, devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda ayrıntılı bir yol haritası sunmamıştır. Bu eksiklik, daha sonra Lenin gibi düşünürler tarafından giderilmiştir.

Manifesto, Avrupa’da sanayi devriminin hızlandığı, işçi sınıfının kötü çalışma koşullarına karşı ayaklandığı bir dönemde yazılmıştır (örneğin, 1848 Devrimleri). Metin, bu huzursuzluğu devrimci bir harekete kanalize etmeyi amaçlamıştır.

Günümüzde manifesto, gelir eşitsizliği, emek sömürüsü ve küresel kapitalizmin eleştirisi gibi konularda hala yankı bulmaktadır. Ancak, modern dünyada sınıf mücadelesinin karmaşıklığı (örneğin, orta sınıfın büyümesi, kimlik politikaları) metnin bazı varsayımlarını zorlamaktadır.

Paylaşın

Dilin Sömürgecilikteki Rolü

Dil, ulus kimliğinin oluşumunda ve sürdürülmesinde temel bir unsurdur; çünkü dil, bir topluluğun ortak tarihini, kültürünü, değerlerini ve dünya görüşünü yansıtan en önemli araçlardan biridir. 

Kurtuluş Aladağ / Ulus kimliği, ortak bir dil etrafında birleşen bireylerin kolektif bilincini güçlendirmektedir.

Öte yandan dil, sömürgecilikte hem bir baskı aracı hem de kültürel egemenlik kurma yöntemi olarak kritik bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. Sömürgeciler veya sömürgeci güçler, kendi dillerini dayatarak sömürdükleri halkların kimliklerini, kültürlerini ve bilgi sistemlerini zayıflatmayı amaçlamışlardır.

Sömürgeciler, kendi dillerini (örneğin İngilizce, Fransızca, İspanyolca…) resmi dil olarak dayatarak sömürdükleri halkların dillerini ve kültürlerini bastırmışlardır. Eğitim sistemlerinde ve yönetimde sömürgecinin dilinin kullanılması, sömürülen halkları kendi dillerinden uzaklaştırmış ve asimilasyonu hızlandırmıştır.

Dil, aynı zamanda sömürgecilerin kontrol mekanizmasıdır. Sömürülen halkların sömürgecinin dilini öğrenmesi, iletişimde bağımlılığı artırarak sömürgeci otoriteyi güçlendirmiştir. Sömürülen halkların dillerinin kullanımının kısıtlanması veya yasaklanması, bu halkların özerkliğini azaltıştır.

Sömürgeci dil, yazılı kayıtlar, yasalar ve eğitim yoluyla bilgi üretimini ve aktarımını kontrol etmiştir. Sömürülen halkların sözlü gelenekleri ve yazılı dilleri (varsa) değersizleştirilmiş, böylece sömürgeci anlatı hakim kılınmıştır.

Dil, aynı zamanda sömürülenin sömürene karşı bir direnişin alanıdır. Sömürülen halklar, dillerini koruyarak kültürel kimliklerini sürdürmeye çalışmışlardır. Bazı durumlarda, sömürgeci dilin öğrenilmesi, direniş hareketlerinin örgütlenmesinde stratejik bir araç olarak kullanılmıştır.

Sonuç olarak, dil sömürgecilikte hem bir baskı ve kontrol aracı hem de kültürel hegemonya kurmanın bir yolu olarak kullanılmıştır ve kullanılmaya devam edilmektedir.

Kültürel asimilasyon örnekleri:

Kültürel asimilasyon, bir topluluğun kendi kültürel özelliklerini kaybederek dominant bir kültürün normlarına, diline ve geleneklerine uyum sağlaması sürecidir.

Kanada, Avustralya: Kanada ve Avustralya’da sömürgeci yönetimler, yerli çocukları ailelerinden ayırarak yatılı okullara yerleştirmişlerdir. Bu okullarda İngilizce veya Fransızca eğitimi dayatılmış, yerli dillerin ve kültürlerin konuşulması yasaklanmıştır. Amaç, yerli kimlikleri yok ederek onları sömürgeci kültüre asimile etmekti.

Latin Amerika: İspanyol sömürgeciler, Latin Amerika’da yerli halklara İspanyolca’yı ve Katolikliği dayatmıştır. Aztek, Maya ve İnka dilleri gibi yerel diller resmi bağlamlarda yasaklanmıştır. Yerli halkların dini törenleri ve tapınakları yıkılarak Hristiyan kiliseleriyle değiştirilmiştir.

Afrika ve Asya: Fransız sömürgeciler, Batı Afrika ve Vietnam gibi bölgelerde Fransızca’yı elit bir dil olarak dayatmıştır. Yerel diller eğitim ve yönetimde dışlanmıştır.

Hindistan: İngilizler, Hindistan’da 19. yüzyılda Macaulay’in eğitim reformlarıyla İngilizce’yi resmi eğitim dili yapmışlardır. Sanskritçe, Farsça ve yerel diller yerine İngilizce öğrenimi teşvik edilerek, İngiliz kültürel değerleri ve yönetim sistemi benimsetilmiştir.

Bu, Hint toplumunda İngilizce konuşan bir bürokrat sınıfının oluşmasına ve yerel kültürel pratiklerin ikinci plana atılmasına neden olmuştur.

Afrika: Bazı Afrika ülkelerinde, sömürgeciler yerli halklara Hristiyan veya Avrupa kökenli isimler almalarını dayatılmıştır. Bu, bireylerin kültürel kimliklerini zayıflatmayı amaçlayan bir asimilasyon yöntemiydi.

Paylaşın

Kara Para Aklama: Vergi Cennetleri Ve Finansal Entegrasyon

Vergi cennetleri, düşük veya sıfır vergi oranları, gizli finansal işlemler, bankacılık gizliliği ve düzenleyici esneklik sunan ülkeler veya bölgelerdir (örneğin, Cayman Adaları, Bermuda, İsviçre, Singapur).

Kurtuluş Aladağ / Şirketler ve bireyler, vergi yüklerini azaltmak, varlıklarını gizlemek veya sermaye akışlarını optimize etmek için bu bölgeleri kullanmaktadır.

Finansal entegrasyon ise, küresel finansal piyasaların birbirine bağlanması ve sermaye akışlarının serbestleşmesidir.

Vergi cennetleri, düşük vergiler ve esnek düzenlemelerle uluslararası sermaye akışlarını çekmektedir. Çok uluslu şirketler, karlarını bu bölgelere yönlendirerek vergi optimizasyonu yapmaktadır.

Vergi cennetleri, offshore finans merkezleri olarak küresel bankacılık ve yatırım işlemlerinde bir köprü görevi görmektedir. Örneğin, hedge fonları veya özel sermaye fonları sıklıkla bu bölgelerde kurulmaktadır.

Finansal entegrasyon, vergi cennetlerinin kullanımını artırırken, bu durum vergi kaçakçılığı, kara para aklama ve finansal şeffaflık eksikliği gibi sorunları da beraberinde getirmektedir.

Vergi cennetleri, sermayenin daha düşük maliyetle hareket etmesini sağlayarak küresel yatırımları teşvik edebilir, düşük vergi oranları, bazı ülkeleri yatırımcılar için cazip hale getirebilir ve ekonomik büyümeyi destekleyebilir.

Vergi cennetleri, yüksek vergi yükü olan ülkelerin gelir kaybına uğramasına neden olmaktadır. OECD tahminlerine göre, vergi cennetleri nedeniyle yıllık küresel vergi kaybı yüz milyarlarca doları bulabilir.

Zengin bireyler ve şirketler vergi cennetlerinde vergi avantajlarından faydalanırken, sıradan vatandaşlar daha yüksek vergi yüküyle karşı karşıya kalmaktadır.

Finansal entegrasyon, vergi cennetlerinin denetlenmesini zorlaştırmakta ve uluslararası düzenlemeler (örneğin, OECD’nin BEPS projesi) bu sorunu çözmek için mücadele etmektedir.

OECD, G20 ve AB, vergi cennetleriyle mücadele için otomatik bilgi paylaşımı (CRS) ve şeffaflık düzenlemeleri gibi adımlar atmaktadır. 2025 itibarıyla, bu çabalar vergi cennetlerinin cazibesini bir miktar azaltsa da tamamen ortadan kaldırmamıştır.

Teknoloji şirketlerinin vergi cennetlerini yoğun bir şekilde kullanması, dijital vergiler ve küresel asgari kurumlar vergisi gibi yeni düzenlemeleri gündeme getirmiştir.

Kara Para Aklama

Kara para aklama, yasa dışı yollarla elde edilen gelirlerin (örneğin, uyuşturucu ticareti, yolsuzluk, insan kaçakçılığı) yasal gibi gösterilmesi sürecidir.

Vergi cennetleri ve finansal entegrasyon bağlamında, kara para aklama küresel finans sisteminde ciddi bir sorun olarak öne çıkmaktadır.

Kara para aklama genellikle üç aşamada gerçekleşmektedir:

Yerleştirme: Yasa dışı para, finansal sisteme sokulmaktadır (örneğin, banka hesaplarına küçük miktarlarda yatırımlar veya nakit yoğun işletmeler aracılığıyla).

Katmanlama: Paranın kaynağı gizlenmektedir. Bu, karmaşık finansal işlemler, offshore hesaplar veya vergi cennetlerindeki şirketler aracılığıyla yapılmaktadır.

Entegrasyon: Temizlenmiş para, yasal bir kaynaktan geliyormuş gibi ekonomiye geri dönmektedir (örneğin, gayrimenkul alımı veya yatırım).

Vergi cennetleri, bankacılık gizliliği ve anonim şirket yapıları sunarak kara para aklamayı kolaylaştırmaktadır (örneğin, Panama, Britanya Virjin Adaları).

Zayıf düzenlemeler ve denetim, paranın izini sürmeyi zorlaştırırken, finansal entegrasyon, paranın sınır ötesi hareketini hızlandırır ve vergi cennetlerini bu süreçte bir merkez haline getirmektedir.

Birleşmiş Milletler’e göre, küresel GSYİH’nin yüzde 2-5’i (yılda yaklaşık 800 milyar – 2 trilyon dolar) kara para aklama yoluyla hareket etmektedir.

Vergi cennetleri, bu işlemlerin önemli bir kısmını barındırmaktadır. Örneğin, 2016 Panama Belgeleri, offshore şirketlerin kara para aklamada nasıl kullanıldığını ortaya koymuştur.

Finansal Eylem Görev Gücü (FATF), kara para aklamayla mücadele için standartlar belirlemektedir. Ülkeler, şüpheli işlemleri bildirmek ve müşteri tanıma (KYC) kurallarını uygulamak zorundadır.

OECD’nin Ortak Raporlama Standardı (CRS), finansal hesap bilgilerinin ülkeler arasında paylaşılmasını sağlamaktadır.

Vergi cennetleri, FATF’nin gri veya kara listelerine alınarak uluslararası baskıya maruz kalmaktadır.

Paylaşın

Bilginin Metalaştırılması Ve Rantiye Kapitalizmi

Bilginin metalaştırılması ve rantiye kapitalizmi, kapitalist sistemin temel özelliklerinden olan kar güdüsü ve özel mülkiyetin bir yansımasıdır. Bilgi, kamusal bir değer olmaktan çıkıp bir rant aracı haline gelirken, rantiye kapitalizmi eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri pekiştirir.

Kurtuluş Aladağ / Bu süreçten çıkmanın yolu, bilginin kamusallaştırılması ve rantiye yapıların düzenlenmesi veya ortadan kaldırılması için toplumsal mücadelelerdir.

Bilginin Metalaştırılması: Bilginin metalaştırılması, kapitalist sistemde bilginin bir mal veya hizmet gibi alınıp satılabilir bir meta haline getirilmesi sürecini ifade eder. Karl Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, kapitalizm, her şeyi (doğal kaynaklar, emek, kültür, bilgi vb.) değişim değeri üzerinden meta biçimine dönüştürür.

Bilgi, özellikle bilgi teknolojilerinin (BT) gelişimiyle, ekonomik bir değer olarak özel mülkiyete konu olmuş ve “fikri mülkiyet” kavramıyla koruma altına alınmıştır. Bu, bilgiye erişimin paralı hale gelmesi ve yalnızca maddi gücü olanların bilgiye ulaşabilmesi anlamına gelir.

Örneğin, dijital platformlar üzerinden veri toplama ve bu verilerin pazarlanması, bilginin metalaşmasının modern bir biçimidir. Bu süreç, bilginin kamusal bir ortak değer olmaktan çıkıp özel sektörün kâr aracı haline gelmesine yol açar.

Bilgi teknolojilerindeki ilerlemeler, kapitalist sistemde hem üretim süreçlerini hem de toplumsal ilişkileri dönüştürmüştür. Ancak bu dönüşüm, bilginin demokratik bir şekilde paylaşılmasını sağlamak yerine, sermaye birikimini artırmak ve sömürüyü sürdürmek için kullanılmıştır. Bilgi ticareti, yüzlerce milyar dolarlık bir ekonomik hacme ulaşmış ve kapitalist sistemde önemli bir sektör haline gelmiştir.

Rantiye Kapitalizmi: Rantiye kapitalizmi, ekonomik sistemde üretken faaliyetlerden (üretim, inovasyon) ziyade, ayrıcalıklı konumlar veya mülkiyet (arsa, finans, veri vb.) üzerinden aşırı kazanç (rant) elde etmeye dayalı bir yapıyı tanımlar. Bu sistemde, bazı kişi veya kurumlar, piyasadaki veya siyasetteki hakimiyetleri sayesinde, mal ve hizmet arzının gerektirdiğinden fazla kazanç sağlar.

Örneğin, Türkiye’de arsa rantları veya yeni teknolojilerin yarattığı veri rantları bu kapsama girer. Rantiye kapitalizmi, gelir eşitsizliğini ve adaletsizliği artırarak servet birikimini üretimden çok mülkiyet üzerinden şekillendirir.

Bilginin metalaştırılması, rantiye kapitalizmiyle doğrudan bağlantılıdır. Teknoloji şirketleri, kullanıcı verilerini toplayarak ve bunları pazarlayarak tekelci rant alanları yaratır.

Örneğin, Facebook gibi platformlar, kullanıcıların kişisel verilerini ücretsiz hizmetler sunarak toplar ve bu verileri reklamcılara satarak büyük kazançlar elde eder. Bu, bilginin özel mülkiyete dönüşmesi ve rantiye kapitalizminin yeni bir biçimi olarak ortaya çıkmasıdır.

Sonuç olarak; Bilginin metalaştırılması, rantiye kapitalizminin bir sonucu ve destekleyici bir unsuru olarak işler. Kapitalist sistem, bilgiyi bir kamu malı olarak değil, kâr aracı olarak görür ve bu, bilgiye erişimde eşitsizlik yaratır. Aynı zamanda, rantiye kapitalizmi, bilginin üretim ve dağıtım süreçlerini kontrol edenlerin aşırı kazanç sağlamasına olanak tanır.

Bu durum, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirir ve bilginin özgürleştirici potansiyelini kısıtlar. Eleştirel bir bakış açısıyla, bu sistemde teknoloji ve bilginin, insanlığın ortak yararına hizmet etmek yerine, sermaye birikimini artırmak için kullanıldığı söylenebilir.

Paylaşın

Sermayenin Merkezileşmesinde Alışveriş Sitelerinin Rolü

Sermayenin merkezileşmesini, ekonomik gücün ve kaynakların giderek daha az sayıda büyük aktörde (şirketler veya platformlar) toplanması şeklinde tanımlanabilir.

Kurtuluş Aladağ / Alışveriş siteleri, özellikle büyük e-ticaret platformları (Amazon, Alibaba ve eBay gibi), sermayenin merkezileşmesi veya belirli bir grubun elinde toplanması sürecinde önemli rol oynamaktadırlar.

Büyük alışveriş siteleri, geniş müşteri tabanları, lojistik ağları ve teknolojik altyapıları sayesinde piyasada dominant bir konuma ulaşırlar. Bu durum, küçük işletmelerin rekabet etme şansını azaltır ve sermayenin birkaç büyük platformda toplanmasını sağlar.

Alışveriş siteleri, kullanıcı davranışları, satın alma alışkanlıkları ve talepler hakkında devasa veri setleri toplarlar. Bu veriler de, alışveriş sitelerinin stratejik kararlar almasında büyük bir avantajlar sağlamaktadır. Bu da, alışveriş sitelerinin pazar paylarını artırmalarına olanak tanımakta ve sermaye birikimini hızlandırmaktadır.

Büyük platformlar, ölçek ekonomilerinden faydalanarak lojistik ve tedarik zincirinde maliyet avantajı sağlamaktadırlar. Bu durum, küçük rakiplerin ayakta kalmasını zorlaştırırken, sermayenin de bu platformlarda yoğunlaşmasını desteklemektedir.

Alışveriş siteleri, satıcıların platformlarında satış yapması için komisyon alırlar. Bu, küçük satıcıların kar marjlarını düşürürken, platformların gelirlerini artırmakta ve sermaye birikimini güçlendirmektedir.

Küresel ölçekte faaliyet göstererek daha fazla kullanıcı ve satıcıyı kendine çeken büyük platformlar, ağ etkisiyle (daha fazla kullanıcı, daha fazla satıcıyı çeker) piyasayı domine ederler ve sermaye birikimini hızlandırırlar.

Büyük alışveriş siteleri, elde ettikleri sermayeyi yeni teknolojilere, yapay zekaya ve otomasyona yatırarak rekabet avantajlarını artırırlar. Bu da, sermayenin daha da merkezileşmesine yol açmaktadır.

Sonuç olarak, alışveriş siteleri veya büyük platformlar, ölçek ekonomileri, veri kontrolü, ağ etkisi ve pazar hakimiyeti yoluyla sermayenin merkezileşmesini hızlandırmaktadır.

Bu süreç, küçük işletmeler ve yerel ekonomiler üzerinde baskı oluştururken, alışveriş sitelerinin veya büyük platformların ekonomik güçlerini pekiştirmektedir.

Paylaşın

Devlet – Sermaye İşbirliği Ve İnovasyonun Metalaşması

Devlet-sermaye işbirliği, inovasyonu finanse etmek ve yaygınlaştırmak için güçlü bir araçtır, ancak inovasyonun metalaşması, toplumsal değerlerle ticari hedefler arasında bir denge gerektirmektedir.

Kurtuluş Aladağ / Bu denge sağlanmadığında, yenilik yalnızca sermayenin birikimine hizmet eden bir meta haline gelebilir.

Devlet-sermaye işbirliği, devlet ile özel sektör arasındaki ortaklıkların ekonomik ve sosyal hedefleri gerçekleştirmek için bir araya gelmesini ifade etmektedir. Bu işbirliği, genellikle altyapı projeleri, teknoloji geliştirme, eğitim veya sağlık gibi alanlarda görülmekte ve kamu kaynaklarıyla özel sektörün girişimci dinamizmini birleştirmektedir.

Türkiye’de bu tür işbirlikler, örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) döner sermaye işletmeleri veya TÜBİTAK’ın Tech-InvesTR programı gibi mekanizmalarla hayata geçirilmektedir. Bu programlar, devlet destekli hibe veya sermaye katkılarıyla yenilikçi projeleri finanse ederken, özel sektörün teknolojik ve ekonomik katkısını teşvik etmektedir.

Ancak bu işbirlikleri, inovasyonun metalaşması tartışmasını da beraberinde getirmektedir. İnovasyonun metalaşması, yenilikçi fikirlerin ve teknolojilerin yalnızca kâr odaklı bir mal veya hizmete dönüşmesi sürecini ifade etmektedir. Bu durum, inovasyonun toplumsal fayda yerine piyasa taleplerine hizmet eder hale gelmesine yol açabilmektedir.

Örneğin, sermaye birikiminin kapitalist sistemdeki temel motivasyonu, kâr, faiz veya telif hakları gibi maddi getirilere odaklanır ve bu, inovasyonun sosyal veya kültürel değerlerden ziyade ticari bir araca indirgenmesine neden olabilmektedir. Türkiye’de bu süreç, özellikle teknoloji transfer ofisleri (TTO) ve girişim sermayesi fonları aracılığıyla hızlanmıştır; burada devlet destekleri, yenilikçi fikirlerin ticarileşmesini teşvik ederken, bazen kamu yararı ikinci planda kalabilmektedir.

Devlet-sermaye işbirliği inovasyonu hızlandırabilir, ancak kaynakların dağılımında adaletsizlik veya büyük firmaların küçük girişimlere üstünlük sağlaması gibi riskler taşımaktadır. Ayrıca, inovasyonun metalaşması, uzun vadeli toplumsal faydalar yerine kısa vadeli kar hedeflerine öncelik verebilir, bu da sosyal sermaye ve güven gibi unsurların göz ardı edilmesine yol açabilir.

Öte yandan, bu işbirlikleri, özellikle yeşil teknoloji veya eğitim gibi alanlarda, doğru yönetildiğinde ekonomik büyümeyi ve toplumsal refahı destekleyebilir.

İnovasyonun Toplumsal Etkileri

Olumlu Etkiler: İnovasyon, yeni ürün ve hizmetlerin geliştirilmesiyle ekonomik büyümeyi tetikler. Örneğin, Türkiye’de teknoparklar ve Ar-Ge merkezleri, yeni teknolojilerin geliştirilmesini destekleyerek istihdam yaratır ve milli geliri artırmaktadır.

Sağlık, eğitim ve iletişim alanındaki yenilikler (ör. telemedicine, e-öğrenme platformları) bireylerin yaşam standartlarını yükseltmektedir. Örneğin, pandemi döneminde geliştirilen dijital sağlık çözümleri, sağlık hizmetlerine erişimi kolaylaştırmıştır.

İnovasyon, iklim değişikliği, enerji verimliliği veya eğitim eşitsizliği gibi sorunlara yönelik çözümler sunmaktadır. Türkiye’de yenilenebilir enerji teknolojilerindeki ilerlemeler, çevre dostu uygulamaları artırmıştır.

Teknolojik inovasyon, bilgiye ve hizmetlere erişimi demokratikleştirir. Örneğin, mobil bankacılık ve e-devlet hizmetleri, kırsal kesimdeki bireylerin finansal ve idari hizmetlere ulaşmasını kolaylaştırmıştır.

Olumsuz Etkiler: İnovasyon, genellikle büyük sermaye veya yüksek beceri gerektirdiğinden, kaynaklara erişimi olmayan kesimler dışlanabilir. Örneğin, dijital dönüşüm, teknolojiye erişimi sınırlı olan kırsal bölgelerde eşitsizliği derinleştirebilir.

Otomasyon ve yapay zeka gibi yenilikler, bazı meslekleri ortadan kaldırabilir. Türkiye’de tekstil veya imalat sektörlerinde otomasyonun artması, düşük vasıflı işçiler için iş kaybına yol açabilir.

İnovasyonun metalaşması, toplumsal değerlerin ticarileşmesine neden olabilir. Örneğin, sosyal medya platformlarının yaygınlaşması, mahremiyetin azalması ve dikkat ekonomisinin bireyler üzerindeki psikolojik etkileri gibi sorunları beraberinde getirmiştir.

Hızlı teknolojik üretim, çevre üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir. Örneğin, elektronik atıkların artışı veya veri merkezlerinin yüksek enerji tüketimi, sürdürülebilirlik sorunlarını gündeme getirmiştir.

Paylaşın

Türkiye’de Finans-Kapitalin Tekelci Yapısı

Finans-kapital, bankacılık sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesiyle oluşan, piyasaları kontrol eden tekelci bir ekonomik yapılanmadır. Bu sistemde, büyük bankalar ve holdingler, kredi, yatırım ve fiyatlandırma üzerinde hakimiyet kurarak rekabeti sınırlandırırlar.

Kurtuluş Aladağ /Finans-kapital kavramı, Marksist kuramcı Lenin tarafından kapitalizmin emperyalist aşamasında bankaların ve büyük şirketlerin piyasaları kontrol etmesi olarak ele alınmıştır. Kavram Türkiye’de de Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünürler tarafından sıkça kullanılmıştır.

Türkiye’de bankacılık sektörü, finans-kapitalin temel taşıdır. Ziraat Bankası, Halkbank, VakıfBank gibi kamu bankalarının yanı sıra, QNB Finansbank, Türkiye Finans Katılım Bankası ve Kuveyt Türk gibi yerli ve yabancı sermayeli özel bankalar, ekonomik kaynakların büyük bir kısmını kontrol ederler.

Örneğin, Türkiye Finans Katılım Bankası’nın çoğunluk hissesi 2008 yılında Suudi Arabistan merkezli National Commercial Bank (şimdi Saudi National Bank) tarafından satın alınmıştır. Bu satın alma ile birlikte uluslararası sermayenin Türkiye’deki etkisi artmıştır. Kuveyt Türk’ün sermayesinin yüzde 57,81’i Kuveyt Finans Evi’ne aittir, bu da yabancı sermayenin tekelci yapıda önemli bir rol oynadığının başka bir göstergesidir.

Türkiye’de finans-kapital, büyük holdingler aracılığıyla sanayi, ticaret ve finans sektörlerinde yoğunlaşmıştır.

Örneğin, Yıldız Holding ve Boydak Holding gibi büyük sermayeli gruplar, Türkiye Finans Katılım Bankası’nın önceki ortakları arasında yer almışlardır. Bu tip ortaklıklar ve işbirlikleri, serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişin bir göstergesidir, çünkü büyük sermaye grupları rakiplerini saf dışı bırakarak piyasada dominant hale gelirler.

“Piyasanın birkaç büyük oyuncunun kontrolüne geçmesi”

Lenin, finans-kapital tanımında, bankaların ve büyük şirketlerin uluslararası bağlantılarıyla emperyalist bir yapı oluşturduğunu belirtir. Türkiye özelinde bakarsak, yabancı sermayenin bankacılık sektöründeki etkisi oldukça belirgindir.

Örneğin, QNB Group’un Finansbank’ı 2016 yılında satın alması ve National Commercial Bank’ın Türkiye Finans’taki çoğunluk hissesi, küresel finans-kapitalin Türkiye piyasasındaki tekelci etkisini artırmıştır. Bu durum, yerel sermayenin uluslararası sermayeyle entegrasyonunu ve piyasanın birkaç büyük oyuncunun kontrolüne geçmesini hızlandırmıştır.

Üzerinde durulması gereken başka bir nokta da katılım bankacılığı. Her ne kadar katılım bankacılığı faizsiz finans prensiplerine dayansa da tekelci yapının bir parçasıdır. Türkiye Finans ve Kuveyt Türk gibi bankalar, katılım bankacılığı sektöründe önemli bir pazar payına sahiptir ve bu bankaların sermaye yapısı, genellikle yabancı ortaklıklar veya büyük yerel sermaye gruplarıyla şekillenir.

Örneğin, Türkiye Finans’ın 2025’te ekonomiye 235,8 milyar TL’lik finansman desteği sağladığı ve sermaye yeterlilik rasyosunu yüzde 17,23’te tuttuğu rapor edilmiştir, bu da Türkiye Finans’ın sektördeki güçlü konumunu göstermektedir.

Finans-kapitalin tekelci yapısı, piyasada rekabetin azalmasına yol açar. Büyük bankalar ve holdingler, kredi dağıtımı, yatırım kararları ve piyasa fiyatlandırması üzerinde belirleyici bir rol oynarlar. Örneğin, Türkiye Finans’ın masrafsız bankacılık hizmetleri ve dijital altyapıya yaptığı yatırımlar, müşteri tabanını genişletirken, daha küçük oyuncuların piyasada tutunmasını zorlaştırabilir.

Sonuç olarak; Türkiye’de finans-kapitalin tekelci yapısı, bankacılık sektörünün ve büyük holdinglerin piyasadaki dominant konumlarıyla şekillenmektedir. Yabancı sermayenin etkisi, katılım bankacılığının büyümesi ve dijital bankacılık gibi yenilikler, bu yapıyı hem güçlendirmekte hem de dönüştürmektedir.

Ancak, tekelci yapının rekabeti sınırlaması ve ekonomik kaynakların yoğunlaşması, uzun vadede sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri derinleştirebilir. Bu nedenle, finans-kapitalin tekelci yapısının etkilerini azaltmak için daha kapsayıcı ekonomik politikalar ve rekabeti teşvik eden düzenlemeler gereklidir.

Paylaşın

Tekelci Kapitalizm

Tekelci Kapitalizm (Monopoly Capitalism), kapitalizmin, serbest rekabetin azaldığı ve piyasaların büyük şirketler ya da tekeller tarafından domine edildiği bir aşamasını ifade etmektedir.

Kurtuluş Aladağ / Bu kavram, özellikle Marksist iktisatçılar tarafından, kapitalizmin gelişim sürecinde rekabetçi piyasalardan tekelci yapılara geçişi tanımlamak için kullanılmaktadır.

Tekelci kapitalizm, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, sanayi devriminin etkisiyle büyük şirketlerin (tröstler, karteller, holdingler) piyasalarda hakimiyet kurmaya başladığı dönemde belirginleşmiştir.

Bu sistemde; Büyük şirketler, birleşmeler, satın almalar veya anlaşmalar yoluyla rakiplerini ortadan kaldırarak piyasayı kontrol etmektedir. Bu, rekabetin azalmasına ve fiyatların tekeller tarafından belirlenmesine yol açmaktadır.

Karl Marx, sermayenin, az sayıda büyük aktörün elinde toplanığı bu süreci “sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi” olarak tanımlamıştır.

Vladimir Lenin, bankaların ve finans kuruluşlarının, sanayi sermayesiyle birleşerek ekonomik gücü daha da yoğunlaştırdığı bu durumu Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1916) adlı eserinde detaylıca ele almış ve tekelci kapitalizmi emperyalizmle ilişkilendirmiştir.

Tekelci kapitalizm, genellikle devletin desteğiyle güçlenirken Lenin, bu durumu “devlet – tekelci kapitalizm” olarak adlandırmış ve özellikle emperyalist savaşların bu süreci hızlandırdığını belirtmiştir.

Tekelci kapitalizmde, mali sermaye spekülatif hareketleriyle krizlere neden olabilir. Lenin, bu durumu, mali sermayenin egemenliğinin, kapitalizmin çelişkilerini derinleştirdiği şeklinde ifade etmiştir.

Cecilia Rikap gibi çağdaş düşünürler, günümüzde tekelci kapitalizmin “entelektüel tekelci kapitalizm” biçimine evrildiğini savunmaktadır. Büyük teknoloji şirketleri (ör. GAFAM), bilgi ve teknoloji üzerindeki tekelleriyle hem rant elde etmekte hem de inovasyonu kontrol etmektedir.

Tekelci kapitalizm, Sanayi Devrimi’nin ardından, özellikle ABD ve Avrupa’da demiryolu, petrol ve çelik sektörlerinde tröstlerin oluşumuyla güçlenmiştir. Örneğin, ABD’de Rockefeller’in Standard Oil şirketi, piyasayı domine eden bir tekel örneğiydi.

II. Emperyal Paylaşım Savaşı (II. Dünya Savaşı) sonrası dönemde, Keynesyen politikalarla devlet müdahalesi artsa da, 1980’lerden itibaren neoliberal politikalar tekelci yapıların yeniden güçlenmesine yol açmıştır.

Günümüz: Dijital çağda, Amazon, Google, Meta gibi teknoloji devleri, entelektüel mülkiyet ve veri kontrolüyle tekelci kapitalizmin yeni biçimlerini oluşturmaktadırlar. Yanis Varufakis, bu durumu “teknofeodalizm” olarak adlandırarak, kapitalizmin geleneksel pazarlardan dijital platformlara kaydığını iddia etmektedir.

Paul Sweezy ve Paul A. Baran gibi Marksist iktisatçılar, tekelci kapitalizmin ekonomik durgunluğa ve artı-değer krizine yol açtığını savunmuştur. Sweezy’nin “Kapitalist Gelişme Teorisi” adlı eseri, bu konuda temel bir kaynaktır.

Tekelci kapitalizmde, cinsiyet eşitliği gibi sosyal meseleler şirketlerin çıkarları doğrultusunda kullanılabilir. Örneğin, büyük şirketlerin “kadın dostu” politikaları, emek sömürüsünü gizlemek için bir araç olarak görülebilir.

Türkiye’de tekelci kapitalizm, Koç ve Sabancı gibi holdinglerin bankacılık ve sanayi sektörlerinde etkili olmasıyla örneklenir. Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünürler, Türkiye’deki finans-kapitalin tekelci yapısını sıkça ele almıştır.

Sonuç olarak; Tekelci kapitalizm, kapitalist sistemin rekabetten uzaklaşarak birkaç büyük aktörün kontrolüne geçtiği bir aşamadır.

Bu sistem, ekonomik güç yoğunlaşması, devlet – sermaye işbirliği ve inovasyonun metalaşması gibi özellikleriyle tanımlanmaktadır. Günümüzde, dijital platformlar ve entelektüel tekeller, bu sistemin yeni yüzünü oluşturmaktadır.

Paylaşın

Yeşil Emperyalizm Ve Çevreci Söylemler

Yeşil emperyalizm, özellikle çevreci söylemlerin sömürgeci güçler tarafından, gelişmekte olan ülkeler üzerinde ekonomik, siyasi veya kültürel hegemonya kurmak için kullanılmasıdır.

Kurtuluş Aladağ / Kavram, çevrecilik adı altında emperyalist politikaların sürdürüldüğünü öne sürmektedir.

Çevreci söylemler, genellikle çevreyi koruma, sürdürülebilirlik ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi değerler etrafında şekillenirken, bazı durumlarda bu söylemlerin ardında başka çıkarlar yatabilir.

Yeşil emperyalizmin temel özellikleri:

Çevresel standartların dayatılması: Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere sıkı çevresel düzenlemeler ve standartlar dayatarak, bu ülkelerin ekonomik büyümesini kısıtlamaya çalışmaktadır.

Örneğin, karbon emisyonlarını azaltma hedefleri, sanayileşme sürecindeki ülkelere ağır yükler getirmektedir.

Kaynak kontrolü: Çevrecilik adı altında, stratejik doğal kaynaklara (örneğin, nadir mineraller veya biyoçeşitlilik alanları) erişim kontrol edilmektedir.

Yeşil teknoloji bağımlılığı: Gelişmiş ülkeler, yeşil teknolojiler (güneş panelleri, rüzgar türbinleri vb.) için pazar yaratırken, gelişmekte olan ülkeleri bu teknolojilere bağımlı hale getirmektedir.

Kültürel ve ideolojik hakimiyet: Çevreci söylemler, Batı merkezli değerleri ve yaşam tarzlarını evrensel doğrular olarak sunarak kültürel emperyalizmi desteklemektedir.

Çevreci söylemlerin çelişkileri:

İkiyüzlülük (Greenwashing): Büyük şirketler veya gelişmiş ülkeler, çevreci imaj yaratmak için yüzeysel adımlar atarken, çevreye zarar veren faaliyetlerine devam etmektedir.

Örneğin, fosil yakıt şirketlerinin “yeşil enerji” projelerine yatırım yaparak imajlarını temizlemeye çalışmaları gibi.

Eşitsiz sorumluluk: İklim değişikliğinden tarihsel olarak en çok sorumlu olan sanayileşmiş ülkeler, sorumluluğun bir bölümünü gelişmekte olan ülkelere yüklemektedir.

Örneğin, karbon nötrlüğü hedefleri, sanayi devriminden beri yüksek emisyon üreten ülkeler için daha esnek, ancak yeni sanayileşen ülkeler için katı olmaktadır.

Yerel halkların mağduriyeti: Çevresel koruma projeleri (örneğin, orman koruma alanları), yerel halkların geleneksel yaşam biçimlerini tehdit etmektedir.

Örneğin, bazı uluslararası çevre kuruluşlarının Amazon’un korunması için önerdiği politikalar, yerel halkların haklarını göz ardı etmekte ve bölgedeki kaynakların kontrolünü Batılı güçlere devretmektedir.

Yeşil enerji ve madencilik: Elektrikli araç bataryaları için gerekli lityum ve kobalt gibi minerallerin çıkarılması, Güney Amerika ve Afrika’daki çevresel yıkımlara yol açarken, bu teknolojiler “çevre dostu” olarak pazarlanmaktadır.

Çözüm önerileri:

Adil geçiş (just transition): İklim politikaları oluşturulurken, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulması.

Yerel katılım: Çevre koruma projelerinde yerel halkların haklarına ve ihtiyaçlarına öncelik verilmesi.

Şeffaflık ve hesap verebilirlik: Çevreci politikaların ve projelerin finansman kaynaklarının ve etkilerinin şeffaf bir şekilde denetlenmesi.

Paylaşın

Kapitalizmde Irkın İşlevsel Rolü

Kapitalizmin gelişiminde ırk, emeğin bölünmesi, ekonomik eşitsizliklerin sürdürülmesi ve sistemik güç yapılarının meşrulaştırılmasında bir araç olarak kullanılmıştır.

Kurtuluş Aladağ / Ancak bu rol, kapitalist sistemin kaçınılmaz bir özelliği olmaktan ziyade, tarihsel ve sosyal bağlamlara bağlı olarak şekillenmiştir. Irk temelli eşitsizliklerin azaltılması için yapısal reformlar, bilinçli politikalar ve toplumsal farkındalık gereklidir.

Kapitalizmin gelişiminde ırk, özellikle erken modern dönemde, ekonomik sistemlerin yapılandırılmasında önemli bir rol oynamıştır.

15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, kapitalizmin erken evrelerinde, Atlantik köle ticareti ve kolonyal sistemler, Avrupa ekonomilerinin büyümesinde temel bir rol oynamıştır. Afrikalıların köleleştirilmesi ve Amerika’daki plantasyon ekonomileri, ırk temelli bir sömürü sistemi üzerinden kapitalist birikimi desteklemiştir.

Bu dönemde ırk, emeğin kontrolü ve sömürüsü için bir ideolojik araç olarak kullanılmıştır; ırkçılık, köleliği ve sömürgeciliği meşrulaştırmak için bir gerekçe olarak üretilmiştir.

Kapitalizm, ırksal hiyerarşileri ekonomik çıkarlar doğrultusunda pekiştirmiştir. Örneğin, yerli halkların topraklarının gasp edilmesi ve ucuz iş gücü olarak kullanılması, ırk temelli ayrımcılıkla desteklenmiştir.

Kapitalizmde Irkın İşlevsel Rolü

Kapitalizm, kar maksimizasyonu için emeği bölmek ve rekabeti artırmak amacıyla ırksal farklılıkları kullanmıştır. Örneğin, 19. ve 20. yüzyılda ABD’de, siyah işçiler ve beyaz işçiler arasında ücret farklılıkları veya iş ayrımı (örneğin, sendikalarda ırk temelli dışlama) kapitalistlerin iş gücü maliyetlerini düşürmesine olanak sağlamıştır.

Irkçılık, kapitalist sistemdeki eşitsizlikleri “doğal” veya “bireysel başarısızlık” olarak gösterme işlevi görür. Irkçılık bu, sistemik eşitsizliklerin sorgulanmasını zorlaştırır ve mevcut güç yapılarını korur.

Günümüzde, ırk temelli eşitsizlikler, eğitim, istihdam, konut ve sağlık gibi alanlarda devam etmektedir. Örneğin, ABD’de siyah Amerikalıların ortalama serveti, beyaz Amerikalılara kıyasla çok daha düşüktür. Bu, kapitalist sistemin tarihsel eşitsizlikleri yeniden üretme eğiliminde olduğunu göstermektedir.

Ayrıca, işe alım süreçlerinde veya terfilerde ırk temelli önyargılar devam etmektedir. Örneğin, aynı niteliklere sahip adaylar arasında ırk temelli ayrımcılık, bazı grupların ekonomik fırsatlara erişimini sınırlamaktadır.

Küresel kapitalizmde, üretim süreçleri genellikle düşük ücretli emek gücü sunan bölgelere kaydırılmıştır. Bu bölgelerdeki işçiler genellikle tarihsel olarak sömürgeleştirilmiş veya ırk temelli ayrımcılığa maruz kalmış topluluklardan gelmektedir.

Bazı düşünürler, ırkçılığın kapitalizmin bir yan ürünü olduğunu ve sınıf mücadelesini bölmek için kullanıldığını savunmuşlardır ve savunmaya devam etmektedirler: Irk, işçileri bölerek dayanışmayı zayıflatır ve kapitalistlerin sömürüyü sürdürmesine olanak tanımaktadır.

Kimberle Crenshaw gibi düşünürler, ırkın kapitalizmde cinsiyet, sınıf ve diğer kimliklerle kesişerek karmaşık eşitsizlikler ürettiğini belirtmiştir. Bu, ırkın yalnızca ekonomik değil, sosyal ve kültürel bir işlevi olduğunu göstermektedir.

Kapitalizmin küresel yayılımı, ırk temelli sömürü yapılarını devam ettirmektedir. Örneğin, küresel Güney’deki kaynakların Avrupa ve Amerika tarafından sömürülmesi, tarihsel ırkçılıkla bağlantılıdır.

Bazı düşünürler ise, kapitalizmin ırktan bağımsız, sadece kar odaklı bir sistem olduğunu savunmuşlardır ve savunmaya devam etmektedirler.

Bu düşünürlere göre, kapitalizm bireylerin yetkinliklerine ve piyasa dinamiklerine dayanır; ırk, yalnızca kültürel veya bireysel önyargılar nedeniyle bir rol oynar, sistemin özünden kaynaklanmaz. Ancak bu görüş, tarihsel ve yapısal eşitsizlikleri göz ardı ettiği için eleştirilir.

Paylaşın