Hava Kirliliği Bir Sonraki Sağlık Krizi Mi?

Hava kirliliği, artık çevre sorunu olmanın çok ötesinde. Kalp krizi oranlarından çocukların okul başarısına kadar hayatın her alanına nüfuz eden bir halk sağlığı kriziyle karşı karşıyayız.

Haber Merkezi / Dünya, pandemilerin gölgesinden yeni çıkmışken, ufukta daha sessiz ama bir o kadar yıkıcı bir tehdit beliriyor: hava kirliliği.

Görünmez, çoğu zaman fark edilmeyen ve etkileri yıllara yayılan bu sorun, uzmanlara göre “bir sonraki büyük sağlık krizi” olma yolunda hızla ilerliyor. Üstelik bu kez tek bir virüs değil, hepimizin soluduğu hava problemli.

Hava kirliliği, kentlerin üzerinde asılı duran gri bir sis kadar basit bir görüntüden ibaret değil. Solunan her partikül, insan vücuduna mikroskobik bir saldırı anlamına geliyor. Uzman raporlarına göre ince partikül maddeler (PM2.5), kalp hastalıklarından çocuklarda gelişim geriliklerine kadar geniş bir yelpazede sağlık riskleri yaratıyor.

Daha çarpıcı olan ise şu: Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre bugün dünyada neredeyse 10 kişiden 9’u sağlıksız hava soluyor. Başka bir deyişle, sorunun coğrafi sınırı yok; zengin ya da yoksul fark etmiyor. Hepimiz aynı havayı paylaşıyoruz.

Büyük şehirlerde manzara daha da karanlık. Artan betonlaşma, trafik yoğunluğu, düşük kaliteli fosil yakıtlar ve endüstriyel faaliyetler, milyonlarca insanı kronik risk altına sokuyor.

Bugün İstanbul’dan Pekin’e, Delhi’den Los Angeles’a kadar birçok metropol, yılın belli dönemlerinde zehirli gazlarla kaplanıyor. Çocuklar sabah okula giderken, yetişkinler işe koşarken farkında olmadan ağır metal ve toksinlerle dolu bir havayı soluyor.

Bu tablo, “kentsel yaşamın bedeli” olarak normalleştirilmeye çalışılsa da, aslında ağır bir sağlık faturası çıkarıyor.

Hava kirliliği yalnızca bireyin sağlığını tehdit etmiyor; ülkelerin ekonomilerini de sessizce kemiriyor.

Artan hastalık yükü, iş gücü kaybı, sağlık harcamaları ve üretkenlik düşüşü, ekonomilerin omurga noktalarına zarar veriyor. Bazı ülkelerde hava kirliliğinin toplam ekonomik yükü, yıllık GSYH’nin yüzde 5’ine kadar çıkabiliyor.

Yani kirli hava sadece nefesimizi değil, bütçemizi de tüketiyor.

Aslında “hava kirliliği yeni bir kriz mi?” sorusu bile iyimser. Çünkü bu kriz yeni değil; yalnızca uzun süredir görmezden geliniyor. Sağlık sistemleri COVID-19’la mücadele ederken, hava kirliliğinin neden olduğu ölümler sessizce sürmeye devam etti.

Fark şu ki pandemi bir sabah uyandığımızda patladı; hava kirliliği ise her gün soluduğumuz, kronik ve derinleşen bir tehlike.

Bilim insanlarına göre çözüm, karmaşık olduğu kadar mümkün:

Fosil yakıt kullanımının azaltılması,
Yeşil ulaşım politikaları,
Yenilenebilir enerji yatırımları,
Kent içi planlamada “hava sağlığı” kriterinin uygulanması,
Endüstriyel emisyon denetimlerinin güçlendirilmesi.

Fakat tüm bu adımlar politik kararlılık gerektiriyor. Sorun da tam burada düğümleniyor. Ekonomik kaygılar, sanayi baskısı ve kısa vadeli siyasi hesaplar, temiz hava politikalarını çoğu zaman geri plana itiyor.

Hava kirliliği, artık çevre sorunu olmanın çok ötesinde. Kalp krizi oranlarından çocukların okul başarısına kadar hayatın her alanına nüfuz eden bir halk sağlığı kriziyle karşı karşıyayız.

Eğer bugün harekete geçilmezse, yarının manşetleri belki de şöyle olacak: Görmezden Gelinen Tehlike Dünyayı Nefessiz Bıraktı.

Kısacası, soluduğumuz hava sessiz ama en etkili hatırlatıcı: Bir kriz kapıda değil, zaten burada.

Paylaşın

Günlerin Köpüğü: Saf Aşkın Yıkımı

Boris Vian’ın 1947 tarihli romanı Günlerin Köpüğü, hem büyüleyici hem sarsıcı, saf aşk ile acımasız gerçeklik arasındaki uçurumu şiirsel bir dille kuran bir yapıttır.

Haber Merkezi / Edebiyat tarihinde “gerçeküstü romantik trajedi” olarak tanımlanabilecek ender örneklerden biridir. Roman, yalnızca anlatısı ile değil, dil ve biçim oyunlarıyla da benzersizdir.

Romanın merkezinde Colin ile Chloé’nin aşkı bulunur. İlk bölümde hafiflik, keyif, müzik, dans ve saf bir mutluluk hissi hâkimdir. Fakat Chloé’nin akciğerinde bir nilüfer çiçeğinin büyümeye başlamasıyla romanın dünyası ağırlaşır. Bu çiçek, hem hastalık hem kader hem de varoluşsal bir metafor niteliğindedir.

Başta Colin’in maddi özgürlüğü ve oyunbaz yaşamı, roman ilerledikçe yerini yoksullaşmaya ve sıkıntıya bırakır. Chloe’nin iyileşmesi için sürekli çiçek alınması gerekir, bu da Colin’i ilk kez emeğini satmaya zorlar. Vian; tüketim, yoksulluk ve iş yaşamının insan ruhunu nasıl aşındırdığını grotesk bir biçimde gösterir.

Mekânlar, nesneler ve karakterler sürekli biçim değiştirir. Odaların daralması, nesnelerin kederlenmesi, insanların fiziksel olarak çöküşü—bunlar psikolojik durumların somut yansımalarıdır. Vian’ın dünyası hem absürd hem masalsıdır.

Vian, kelimelerle oynayan, ritme, sese, çağrışıma dayanan özgün bir üsluba sahiptir. Roman boyunca:

Şarkı söyleyen fare, renk değiştirerek ruh hâlini yansıtan odalar, kendiliğinden müzik üreten pianocktail gibi nesneler gerçeküstü olduğu kadar sembolik anlamlar taşır. Bu üslup, kitabı yalnızca bir aşk hikâyesi olmaktan çıkarıp poetik bir evrene dönüştürür.

Roman iki bölümlü bir müzik parçası gibidir:

İlk bölüm: Hafif, neşeli, fantastik, oyunbaz.
İkinci bölüm: Kasvetli, acımasız, yoksulluk ve hastalıkla kuşatılmış.

Bu keskin ton değişimi romanın en çarpıcı yanlarından biridir; okur, karakterlerle birlikte yavaşça karanlığa çekilir.

Vian, varoluşçuluk akımının etkisini hem taşır hem tiye alır. Sartre ve dönemin entelektüel modası, Chick karakteri üzerinden iğneleyici bir dille eleştirilir. Roman, hayatın anlamsızlığına dair karamsarlık ile aşkın dönüştürücü gücü arasında gidip gelen bir felsefi sorgulama yürütür.

Günlerin Köpüğü; masalsı bir anlatı ile toplumsal-eleştirel bir söylemi birleştiren, hem kalbi hem zihni sarsan bir romandır. Okuru bir yandan büyülü bir aşkın içine çekerken bir yandan da dünyanın acımasız gerçekliğiyle yüzleştirir. Vian’ın dili şiirsel, özgün ve oyunbazdır; romanın duygusal etkisini artıran en önemli unsur da budur.

Günlerin Köpüğü, hafızada yer eden imgeleri, melankolik güzelliği ve edebi cesaretiyle 20. yüzyıl Fransız edebiyatının unutulmaz eserleri arasındadır.

Paylaşın

Türkiye’nin Kredi Risk Primi 233 Puana Geriledi

Türkiye’nin 5 yıllık CDS (Credit Default Swap) puanı bugün itibariyle 233 seviyesine geriledi. Türkiye’nin 5 yıllık CDS 2020 yılında 643 baz puanla zirve yapmıştı.

Türkiye ekonomisi için önemli bir gösterge olan 5 yıllık kredi risk primi (CDS), son dönemde yaşanan gerilemeyle dikkat çekiyor. Türkiye’nin 5 yıllık kredi risk primi (CDS), 233 baz puana gerileyerek Mayıs 2018’den bu yana en düşük seviyeye indi.

CDS primi nasıl hesaplanıyor?

Ülkelerin dış borçlanmalarına karşı CDS’leri genelde büyük uluslararası yatırım bankaları sağlıyor ve o ülkelerin borcunu çevirememesi halinde ödemeyi bu banka üstlenmiş oluyor. Bu bankalar da söz konusu ülkenin geri ödeme yeteneğini, makroekonomik koşullarını inceleyerek bir risk oranı belirliyor.

Bu oran belirlenirken uluslararası derecelendirme kuruluşlarının verdiği notlar önemli bir rol oynasa da bunun dışında da bir çok faktör göz önünde bulunduruluyor.

Ekonomisi sağlam ve geri ödeme sorunu yaşamayacağı düşünülen ülkelerin risk primi düşük olurken geri ödemekte sorun yaşayacağı düşünülen ülkelerin risk primi yüksek bir orandan belirleniyor.

CDS priminin artmasının sonuçları ne olur?

Kamunun ve özel sektörün dış borçlanma maliyetleri CDS primine paralel olarak artar.

Burada kendini besleyen bir döngü oluşur. Borçlanma maliyetinin artması döviz girişini azalttığı için dış borcu ödemeyi zorlaştırır. Bu da riski daha da çok yükseltir.

Artan maliyetler, daha fazla kaynağın borç ödemesine ayrılması ve daha az harcanabilir gelir (yani refah kaybı) anlamına gelir.

Döviz girişinin azalması içerideki likidite krizini daha da derinleştirirken enflasyonist baskıları artırır.

Ulaşılabilecek en uç nokta, CDS ile sigortalanan temerrüt riskinin gerçekleşmesi durumudur. Dış borcun çevrilemez hale gelmesi ya da “iflas” durumu, başta enerji olmak üzere ithal ettiğimiz pek çok ürünü alamayacak hale gelmemiz, ithal ara malına dayalı üretim yapımızın durması anlamına gelir.

Paylaşın

Çocuklara Sosyal Medya Yasağı: Koruma Mı, Kontrol Mü?

Çocuklar sosyal medya ortamında pek çok riskle karşı karşıya. Ancak sosyal medya yasağı, bu riskleri ortadan kaldırmak yerine görünmez hale getirme tehlikesi taşıyor.

Haber Merkezi / Ayrıca devlet kontrolü ile şirket sorumsuzluğu arasına sıkışmış çocukların geleceği, bir yasak maddesinden çok daha fazlasını hak ediyor.

Son yıllarda sosyal medya platformları, yalnızca yetişkinlerin değil; çocukların da günlük yaşamının merkezine yerleşti. Ancak bu hızlı yayılma, beraberinde giderek büyüyen bir tartışmayı da getiriyor:

Çocuklara sosyal medya yasağı getirilmeli mi? Bu soru, basit bir güvenlik önlemi tartışmasından ibaret değil; teknolojinin, ebeveynliğin, devlet otoritesinin ve özgürlük kavramının kesiştiği çetrefilli bir kavşak aslında.

Çocukların sosyal medya kullanımına yönelik kaygılar elbette temelsiz değil. Araştırmalar, özellikle 10–16 yaş arası gençlerin sosyal medya kullanımının:

Güzellik algısını bozan filtre kültürü,
Dikkat dağınıklığı ve bağımlılık davranışları,
Uyku düzeninin bozulması gibi sonuçlarla ilişkilendirilebileceğini gösteriyor.

Ebeveynlerin büyük bölümü, çocuklarının dijital dünyada neyle karşılaştığını kontrol edemiyor. Platformların algoritmik yapısı ise çocukları daha çok ekrana bağlayacak şekilde tasarlanmış durumda. Bu tabloya bakıldığında, “yasak” kelimesi bir anda kulağa o kadar da radikal gelmeyebiliyor.

Sosyal medya şirketlerinin sorumluluğunu yerine getirmemesi kabul edilebilir değil; ancak çözümün her zamanki gibi bireyden —özellikle de çocuktan— beklenmesi de adil görünmüyor. Birçok ülke, yaş doğrulama sistemlerini zorunlu kılmayı tartışıyor. Ne var ki devletlerin bu doğrulama süreçlerini nasıl kullanacağı, gizlilik kaygılarını da beraberinde getiriyor.

Peki devlet, çocukları koruma iddiasıyla neyi gözetleyecek, hangi verileri toplayacak ve bunları nasıl saklayacak? “Çocuğu koruma” gerekçesi, yıllardır internet sansürlerinin en meşru görünen kılıfı değil miydi?

Bir diğer kritik soru şu: Yasak, etkili olur mu?

Çoğu yetişkinin bile yaşadığı çevrimiçi kaçak yolları bir çocuğun bulamayacağını düşünmek fazla iyimser. VPN kullanımından sahte yaş doğrulamalarına kadar pek çok yöntem, birkaç dakikalık bir internet aramasıyla öğrenilebiliyor. Yani yasak, çoğu durumda yalnızca çocuğu daha denetimsiz, daha riskli alanlara itebilir.

Üstelik sosyal medya, çocuklar için yalnızca bir tehdit değil; aynı zamanda:

Kendini ifade etme alanı,
Yaratıcılık sahası,
Eğitim ve topluluk kurma imkânı da sunuyor.

Sosyal medyadan tamamen uzak bir çocuk, dijital dünyanın diliyle geç tanıştığında aslında dijital bir dezavantajla da karşı karşıya kalıyor.

Çocuklara sosyal medya yasağı getirmek, kolay ama yanıltıcı bir çözüm. Asıl zor olan; teknoloji şirketlerini hesap verebilir kılmak, eğitimi güncellemek, ebeveynlere dijital farkındalık kazandırmak ve çocuklarla sağlıklı iletişim kurmak.

Gerçek koruma; yasaktan değil, bilgiden, eleştirel dijital okuryazarlıktan, sağlam bir sosyal destek sisteminden geçiyor.

Evet, çocuklar sosyal medya ortamında pek çok riskle karşı karşıya. Ancak sosyal medya yasağı, bu riskleri ortadan kaldırmak yerine görünmez hale getirme tehlikesi taşıyor. Ayrıca devlet kontrolü ile şirket sorumsuzluğu arasına sıkışmış çocukların geleceği, bir yasak maddesinden çok daha fazlasını hak ediyor.

Kısacası mesele, çocukları sosyal medyadan uzak tutmak değil; sosyal medyayı çocuklar için daha güvenli, daha etik ve daha insani kılmak.

Paylaşın

Özel’den Eleştirilere Yanıt: DEM Parti’yi Hedef Almadım

Stockholm Sendromu” ve “celladına âşık olmak” sözlerine açıklık getiren CHP Lideri Özgür Özel, “Ben DEM Parti’yi doğrudan hedef almadım… AK Parti’nin MHP’nin Kürt seçmenlere neler yaptığını anımsattım sadece” dedi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel, dördüncü kez seçildiği CHP 39. Olağan Kurultayı’nda yaptığı konuşmasında “Herkesi canı istediğinde ‘Şu parti kapatılsın, kapatmıyorsa Anayasa Mahkemesi de kapatılsın’ diyenlerin demokratlığını hatırlamaya davet ediyorum. Stockholm Sendromuna kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğumuz celladımıza aşık olmamaya davet ediyorum” sözlerinin DEM Parti’ye gönderme olarak yorumlanmasının ardından yeni bir açıklama yaptı.

Nefes gazetesine konuşan Özel, “Ben DEM Parti’yi doğrudan hedef almadım. ‘Hangi siyasi parti olursa olsun’ diye başladım cümleme zaten. AK Parti’nin MHP’nin Kürt seçmenlere neler yaptığını anımsattım sadece. Alınganlık göstermişler. Canları sağ olsun. Tülay Hanım’ın da dediği gibi muhalefet partisinin muhalefet partisiyle bu tür tartışmalar yaşanmasını doğru bulmam. O nedenle bu tartışmayı sürdürecek değilim” dedi.

Özgür Özel’in kurultaydaki sözleri üzerine DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, “Celladına aşık olmak ya da Stockholm sendromu metaforunun bizler için kullanılması en hafif tabiriyle bir akıl tutulmasıdır. Bizler tarih boyunca bıkmadan, usanmadan, yılmadan bütün baskılara rağmen direnen devrimci, sosyalist ve yurtsever bir geleneğin temsilcileriyiz DEM Parti olarak celladı da çok iyi tanırız” ifadelerini kullanmıştı.

Özel, yeniden seçilmesinin ardından önceki genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun tebrik için arayıp aramadığı sorusuna da “Ben kendisini Kurultay’dan bir gün önce de arayıp davet ettim. Gelmedi, şu ana kadar aramadı” diye yanıt verdi.

Özgür Özel, İstanbul’da CHP İl Başkanlığına mahkeme kararıyla kayyım olarak atanan Gürsel Tekin konusunda da “Gerçek partiliyse kurultaydan çıkan mesajı doğru okumalı” dedi. Tekin’in parti üyesi olmadığı halde birilerini partiden ihraç etmeye çalıştığını anımsatan CHP Genel Başkanı, “Biz canımızla uğraşıyoruz. Mücadele veriyoruz. Bunlarla uğraşacak değiliz” ifadesini kullandı.

Paylaşın

Sanatta Yüz Yıllık Modernizm: Marksist Bir Eleştiri

Modernizmin estetik devrim olarak anlatılan hikâyesi, aynı zamanda kapitalizmin kültürel tarihidir. Bu hikâye ekonomi – politik dinamikler ışığında yeniden okunduğunda tam anlamıyla kavranabilir.

Haber Merkezi / Sanat dünyası, 20. yüzyılın başından bu yana modernizmin etkisi altında şekillenmiş bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Kübizmden Fütürizme, Dada’dan Soyut Dışavurumculuğa uzanan bu yelpaze, genellikle ilerlemeci, yenilikçi ve bireyci bir estetik dönüşüm olarak okunmaktadır.

Ancak modernizmin yüz yıllık serüvenine Marksist bir perspektiften bakıldığında, bu estetik devrimin yalnızca sanatsal bir arayış olmadığı; aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin, sınıfsal dinamiklerin ve piyasa mekanizmalarının belirleyici etkileriyle biçimlendiği görülmektedir.

Modernizm, görünürde geleneksel estetik kalıplara bir başkaldırı olarak belirse de, bu başkaldırı büyük ölçüde kapitalizmin hızla dönüşen toplumsal yapısının içinden doğmuştur. Sanatçılar, endüstrileşmenin yarattığı yabancılaşmaya tepki verirken, aynı zamanda bireysel yaratıcılığın yüceltilmesi kapitalist ideolojinin “bireysel girişimci” anlayışıyla örtüşmüştür.

Bu dönemde sanat eserinin “meta” haline gelişi hızlandı. Galeriler, koleksiyon piyasaları ve müze politikaları, sanatın dolaşımını piyasa kurallarına göre belirlenmiştir. Modernist sanatçı özgürleşirken, aynı zamanda üretimini ekonomik yapılarla daha sıkı bir ilişkiye sokulmuştur.

Avangard hareketler, toplumsal dönüşüm idealini sanatla birleştirmeye çalışmıştır. Dada’nın burjuva kültürüne saldırısı, Rus konstrüktivistlerinin devrimci tasarım anlayışı veya Bauhaus’un üretim – estetik ilişkisini yeniden kurgulama çabası bu hattın önemli örnekleri arasındadır.

Fakat Marksist düşünürlerin sıkça vurguladığı gibi, avangardın radikal jestleri çoğu zaman sistem tarafından soğurulmuştur. Ki burjuva kültürü, kendisine yönelen eleştiriyi metalaştırarak yeniden pazarlanabilir hale getirmekte ustadır. Bugün bir Dada kolajının milyon dolarlara alıcı bulması, avangardın artık karşısına dikildiği sistemin bir parçası haline gelmesinin çarpıcı bir göstergesidir.

Soyut sanatın yükselişi, Marksist okumalarda sıkça “yabancılaşmanın estetik biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Toplumsal gerçeklikle bağların koparıldığı, sanatın kendi iç form sorunlarına kapandığı bu yönelim, kapitalizmin bireyi atomize eden yapısını yansıtmaktadır.

Buna karşın, soyutlama kimi sanatçılarda özgürleşmenin dili olarak da okunabilir. Yine de bu ikiliğin çözümü, sanatın üretildiği ekonomik ortamda aranmalıdır: Sanatçı özgürce soyutlayabiliyordu, çünkü piyasa bu özgürlüğü maddi olarak destekleyen bir altyapı kurmuştur.

20. yüzyılın son çeyreğinde postmodernizmin yükselişi, modernizmin “ilerleme” mitini yerle bir etmiştir. Fakat Marksist düşünürlere göre, bu da kapitalizmin esnek birikim dönemine geçişinin kültürel karşılığıydı.

Modernizmin büyük anlatıları yıkılırken, piyasaya uyumlu çoğulluklar, parçalanmış kimlikler ve her şeyin metalaşabildiği esnek bir kültürel alan doğmuştur. Sanat artık yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda küresel yatırım ağlarının bir aracı olmuştur.

Modernizmin yüz yıllık mirasına baktığımızda, sanatın ideallerle, özgürlük arayışlarıyla ve yaratıcı devrimlerle örülü bir çizgiye sahip olduğu görülebilir. Ancak Marksist bakış, bu çizginin arkasındaki ekonomik ve sınıfsal belirlenimleri de görünür kılmaktadır.

Bugün çağdaş sanat piyasasının devasa ölçeğe ulaşması, sanat eserinin finansal bir yatırım aracına dönüşmesi ve müzayede evlerinin modernist eserleri milyar dolarlık dolaşıma sokması, modernizmin aslında kapitalist çarklardan hiç de bağımsız olmadığını gözler önüne sermektedir.

Sonuç olarak, modernizmin estetik devrim olarak anlatılan hikâyesi, aynı zamanda kapitalizmin kültürel tarihidir. Bu hikâye ancak sınıf ilişkileri, üretim biçimleri ve ekonomi – politik dinamikler ışığında yeniden okunduğunda tam anlamıyla kavranabilir.

Paylaşın

Son Anket: CHP İle AK Parti Arasındaki Puan Farkı 7,41

Son seçim anketine göre; CHP, AK Parti’nin 7,41 puan önünde. Ankete katılan katılımcıların, yüzde 35,91’i CHP’ye, yüzde 28,50’si ise AK Parti’ye oy verebileceklerini belirtti.

Haber Merkezi / Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) erken seçim çağrılarını sürdürürken araştırma ve anket sonuçları açıklanmaya devam ediyor.

GÜNDEMAR Araştırma, 23 – 29 Kasım 2025 tarihleri arasında 2 bin 230 kişiyle gerçekleştirdiği “Türkiye Gündemi” anketi sonuçlarını açıkladı.

Ankete göre; CHP yüzde 35,91 oy oranına ulaşırken, AK Parti ise 28,50’a düştü. DEM Parti, yüzde 8,21 oy oranına ulaşırken; MHP ise 5,04’e geriledi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP): Yüzde 35,91
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti): Yüzde 28,50
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti): Yüzde 8,21
Zafer Partisi: Yüzde 5,16
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP):  Yüzde 5,04

İYİ Parti: Yüzde 5,01
Anahtar Parti (A Parti): Yüzde 4,48
Yeniden Refah Partisi (YRP): Yüzde 3,65
Türkiye İşçi Partisi (TİP): Yüzde1,15
Diğer: Yüzde 2,36

Paylaşın

Nüfus Artış Hızında Tehlikeli Eşik Aşıldı

2025’in ilk 7 ayında doğum sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 8,3 azalarak 503 bin 765’e gerilerken, ölüm sayısı yüzde 0,7 artarak 294 bin 824’e ulaştı.

Haber Merkezi / Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ‘Cari Yıl İçin Aylık Doğum ve Ölüm Sayısı Bilgisi’ni açıkladı.

Buna göre; 2025’in ilk 7 ayında doğum sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 8,3 azalarak 503 bin 765’e gerilerken, ölüm sayısı yüzde 0,7 artarak 294 bin 824’e ulaştı.

2025 yılının ilk yedi ayında dünyaya gelen bebeklerden 259 bin 95’i erkek, 244 bin 670’i kız olarak kayıtlara geçti.

Nüfus artış hızındaki gerilemenin doğurabileceği başlıca riskler:

Doğum oranlarının düşmesi, gelecekte çalışma çağındaki nüfusun azalması anlamına geliyor. Ekonomistler, bu durumun üretim kapasitesini düşürerek büyümeyi yavaşlatabileceğini belirtiyor.

Yaşlı nüfusun artmasıyla birlikte emeklilik harcamaları yükseliyor. Uzmanlara göre genç nüfusun azalması, sosyal güvenlik sisteminin finansmanında ciddi açıklar oluşturabilir.

Genç iş gücündeki azalma, teknoloji yatırımlarına ve otomasyona daha fazla bağımlılığı beraberinde getiriyor. Ancak bu dönüşümün herkes için adil sonuçlar üretip üretmeyeceği belirsiz.

Bazı bölgelerde nüfus hızla azalırken büyük kentlere olan göç sürüyor. Bu durum, kırsal alanlarda ekonomik çöküşe, şehirlerde ise barınma ve altyapı baskısına yol açabilir.

Çalışabilir nüfusun azalması, ülkelerin küresel rekabet gücünü de etkiliyor. Uzmanlar, yenilikçi sektörlerde genç yoğunluğunun büyük bir avantaj olduğunu hatırlatıyor.

Yaşlanan bir toplum, sağlık hizmetlerine ve bakım sistemlerine daha fazla ihtiyaç duyuyor. Bu yeni yük, kamu bütçelerinden aile dinamiklerine kadar birçok alanı yeniden şekillendiriyor.

Paylaşın

Ölü Ordunun Generali: Savaşın Anlamsızlığı

İsmail Kadare’nin Ölü Ordunun Generali (1963) adlı romanı, II. Dünya Savaşı’ndan yıllar sonra, işgalci ülke tarafından Arnavutluk’a gönderilen bir general ile bir rahibin, savaşta ölen askerlerin kemiklerini toplamak için çıktıkları uzun ve amansız yolculuğu konu alır.

Haber Merkezi / Romanın merkezinde ölümün maddi kalıntılarıyla yüzleşen bir işgalcinin vicdanı, savaşın anlamsızlığı ve zamanın yaraları iyileştirmeyişi yer alır.

General, ölü askerleri ülkelerine “onurla geri götürmekle” görevlendirilmiştir; ancak bu görev, giderek absürt, travmatik ve ahlaki açıdan dayanılmaz bir hâl alır. Kadare bu yolculuk üzerinden hem işgalci devletin suçlarını hem de savaş sonrası politik hesaplaşmaları ustalıkla işler.

Romanın Ana Temaları:

Savaşın anlamsızlığı ve ölümün sıradanlaşması: Roman boyunca asker kemiklerinin aranması, savaşın ne kadar anlamsız bir yıkım olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyar. Kadare, ölümün istatistikleştirildiği ve politik amaçlara alet edildiği bir dünyayı gösterir.

Suçluluk ve vicdan: General, görevini ne kadar “askeri bir zorunluluk” olarak görse de Arnavutluk’un her köşesinde savaşın gerçek yüzüyle karşılaşır. Bu karşılaşmalar, onun vicdanını giderek daha çok sarsar. Romanın ilerleyişinde generalin ruhsal çözülüşü en dikkat çekici izlektir.

İşgalci–işgal edilen ilişkisi: Kadare, Arnavut halkının sessiz ama derin öfkesi ile işgalcinin suçluluk duygusu arasındaki gerilimi ustalıkla kurar. Bu gerilim özellikle yaşlı köylüler, rehberler ve savaşın mağdurlarıyla yapılan temaslarda yoğun biçimde hissedilir.

Kimlik, tarih ve toplumsal bellek: Kemiklerin aranması, yalnızca bir arama işi değil; aynı zamanda geçmişle yüzleşme metaforudur. Roman, “ölüler bile rahat bırakılamaz” düşüncesi üzerinden tarihin sürekli yeniden kazılmasını sorgular.

Romanın Ana Karakterleri:

General: Romanın merkezindeki isim olan general, başlangıçta görevine sadık bir askerdir. Fakat roman ilerledikçe vicdanının ve anlamsızlık hissinin ağırlığı altında ezilir. Kadare, bu karakter üzerinden “emir veren ama geçmişten kaçamayan” bir figür yaratır.

Rahip: Generalin yol arkadaşı olan rahip, dinî ve ahlaki söylemlerle süreci anlamlandırmaya çalışsa da çoğu zaman ikiyüzlü, politik olarak manipülatif bir karakterdir. Bu da romanın din–devlet ilişkisine yönelik ince bir eleştirisidir.

Arnavut halkı: Doğrudan merkezi karakter olmasalar da roman boyunca karşılaşılan köylüler, savaşın gerçek mağdurları olarak romanın moral eksenini oluşturur. Sessiz tavırları bile güçlü bir tanıklık işlevi görür.

Kadare’nin romanı politik alegoriler açısından zengindir; işgal, baskı, otorite ve tarihsel yüzleşme gibi konular bir alt metin olarak sürekli hissedilir.

Ölü Ordunun Generali, yalnızca Balkan edebiyatının değil, dünya edebiyatının da en etkileyici anti-savaş romanlarından biri kabul edilir. Kadare, savaşın ölüler üzerindeki etkisini anlatırken aslında hayatta kalanların acısını, suçluluğunu ve çaresizliğini gözler önüne serer.

Roman, politik göndermeleri, psikolojik derinliği ve şiirsel diliyle modern bir klasik niteliğindedir.

Sonuç olarak, İsmail Kadare’nin romanı, savaş karşıtı mesajı, insan psikolojisini derinden işleyen yapısı, alegorik nitelikleri ile güçlü bir edebiyat eseridir.

Okura savaşın yalnızca bir dönem olmadığını, kuşaklar boyunca süren bir yara olduğunu gösterir.

Paylaşın

Hatimoğulları’ndan Özel’e “Stockholm Sendromu” Tepkisi

Özgür Özel’in “Stockholm sendromu” benzetmesine tepki gösteren Tülay Hatimoğulları, “Celladı çok çok iyi tanırız. Faili meçhullerden, işkencelerden, zindanlardan tanırız” dedi.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel’in “Stockholm sendromu” benzetmesine tepki gösterdi.

Çanakkale’de partisinin düzenlediği program sırasında Hatimoğulları, “Hiç arzu etmeyeceğimiz şey, muhalefetin birbirine muhalefet etmesidir” dedi ve Özel’in ifadeleri için şu değerlendirmeyi yaptı:

“Yargı sopası, baskılar, adaletsizlik ‘celladına âşık olmak’ ya da ‘Stockholm sendromu’ metaforuyla anlatılamaz. Ancak siyasetle anlatılır, siyaset üretmekle açıklanır, dayanışmayla ve ortak mücadeleyle bunlar aşılır. Bu metaforun bizler için kullanılmış olması, en hafif tabiriyle bir akıl tutulmasıdır…

Bizler tarih boyunca bıkmadan, usanmadan, yılmadan, bütün baskılara rağmen direnen devrimci, sosyalist, yurtsever bir geleneğin temsilcileriyiz. Celladı da çok çok iyi tanırız. Evladı yakılan köylerimizden, zorla boşaltılan köylerimizden tanırız. Celladı Alevi katliamlarından, faili meçhullerden, işkencelerden, zindanlardan tanırız.”

İktidar ortakları AKP ve MHP ile yürüttükleri çözüm sürecinden beklentilerine dair, “Eşit yurttaşlık hakkı için bu süreci yürütüyoruz. Türkiye’yi demokratik bir dönüşüme zorlamak için bu süreci yürütüyoruz” ifadelerini kullanan Hatimoğulları, CHP’ye hitaben, “Toplum, muhalefetin birbiriyle uğraşmasını değil; dayanışmasını, barış ve demokrasi için beraber çalışmasını istiyor” dedi.

CHP lideri Özgür Özel, Cumartesi günü partisinin 39’uncu Olağan Kurultayı sırasında yaptığı konuşmada, iktidar ile yakınlaştığı gerekçesiyle DEM Parti’yi eleştirmişti.

“Biz mevzi olarak partimizi değil, bir cephe olarak demokratik siyaseti savunuyoruz” diyen Özel, “Herkesi, canı istediğinde ‘şu parti kapatılsın’, kapatmıyorsa ‘Anayasa Mahkemesi de kapatılsın’ diyenlerin demokratlığını hatırlamaya davet ediyorum. Bir Stockholm sendromuna kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğunuz celladınıza aşık olmamaya davet ediyorum” ifadelerini kullanmıştı.

Paylaşın