Kahve Severler Yüksek Tansiyona Dikkat!

Yeni bir araştırma, günde iki veya daha fazla fincan kahve içmenin, çok yüksek tansiyona sahip kişilerde kalp hastalıklarından ölüm riskini iki kat artırabileceğini ortaya koydu.

Haber Merkezi / Bu risk, özellikle tansiyonu 160/100 mm Hg veya üzerinde olan bireylerde görülüyor.

Araştırmaya göre, günde sadece bir fincan kahve içmek veya düzenli olarak yeşil çay tüketmek kalp hastalıklarından ölüm riskini artırmıyor. Her iki içecek de kafein içeriyor, ancak risk yalnızca yüksek miktarda kahvede ortaya çıkıyor.

Bilim insanları, bu çalışmanın kahvenin kalp sağlığı üzerindeki etkilerini özellikle ciddi yüksek tansiyonu olan kişiler için daha iyi anlamamıza yardımcı olduğunu belirtiyor.

Önceki araştırmalar, kahvenin kalp üzerindeki etkileri konusunda karışık sonuçlar göstermişti. Bazı çalışmalar, orta miktarda kahve tüketmenin kalp krizi veya felç riskini azaltabileceğini öne sürüyordu. Kahve ayrıca ruh hâlini iyileştirme, uyanıklığı artırma, iştahı kontrol etme ve bazı kronik hastalıkların riskini azaltma gibi faydalarla da ilişkilendirilmişti.

Ancak fazla kahve, bazı sorunlara yol açabiliyor. Kan basıncını yükseltebilir, kaygıyı artırabilir, kalp çarpıntısı ve uyku sorunlarına neden olabilir.

Araştırmada katılımcılar, tansiyon seviyelerine göre beş gruba ayrıldı: normal (<130/85), yüksek-normal, hafif yüksek tansiyon (140–159/90–99) ve daha ciddi seviyeler (160/100 veya üstü). Ciddi yüksek tansiyon, ikinci ve üçüncü derece hipertansiyon olarak kabul edildi.

Çalışmada, 40–79 yaş arasındaki 18.000’den fazla kişi yaklaşık 19 yıl boyunca takip edildi ve bu süre zarfında 842 kişi kalp hastalıklarından dolayı hayatını kaybetti.

Sonuçlar, ciddi yüksek tansiyona sahip ve günde iki veya daha fazla fincan kahve içen kişilerin, kahve içmeyenlere göre kalp hastalıklarından ölme riskinin yaklaşık iki kat daha fazla olduğunu gösterdi. Öte yandan, günde bir fincan kahve içenlerde veya yeşil çay tüketenlerde böyle bir risk gözlenmedi.

Uzmanlar, ciddi yüksek tansiyonu olan kişilerin fazla kahve tüketiminden kaçınması gerektiğini, çünkü vücutlarının kafeine daha hassas tepki verebileceğini belirtiyor.

Yeşil çay ise daha güvenli bir seçenek olarak öne çıkıyor; bu durum, yeşil çayın içeriğindeki polifenoller sayesinde iltihaplanmayı azaltması ve vücuda zarar veren etkilere karşı koruma sağlamasıyla ilişkilendiriliyor.

Özetle, kahve birçok kişi için sağlıklı faydalar sunabilse de, ciddi tansiyon sorunları olanlarda risk oluşturabilir. Doktor tavsiyesi almak ve tansiyonu düzenli olarak takip etmek, kafein tüketiminde daha güvenli kararlar vermeye yardımcı olabilir.

Paylaşın

Gerçeklik Sorunu: Marksist Bir Sorgulama

Kapitalist sistem, kendi sürekliliği için gerçekliği parçalamak, bulanıklaştırmak ve sınıfsal içeriğinden arındırmak zorundadır. Marksist eleştiri ise bu parçaları yeniden bir araya getirme, görünmeyeni görünür kılma çabasıdır.

Haber Merkezi / Günümüz toplumunda “gerçeklik” hiç olmadığı kadar tartışmalı bir kavram hâline gelmiş durumda. Hakikat sonrası çağdan, algı yönetiminden, dezenformasyondan söz ediliyor. Ancak bu tartışmalar çoğu zaman yüzeyde kalıyor; gerçekliğin neden bu kadar kırılgan hâle geldiği sorusu sistemli biçimde ele alınmıyor. Marksist bir perspektiften bakıldığında ise “gerçeklik sorunu”, yalnızca epistemolojik değil, doğrudan sınıfsal ve maddi bir sorundur.

Marksizm, gerçekliği düşünceden değil maddi yaşamdan türetir. Marx’ın ünlü ifadesiyle, “insanların bilinci onların varlığını değil, toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler.” Bu nedenle bugün yaşanan gerçeklik krizi, öncelikle kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerin ideolojik üstyapısının bir ürünüdür. Gerçekliğin parçalanması, kapitalizmin kendi çelişkilerini görünmez kılma ihtiyacının sonucudur.

Kapitalist toplumda gerçeklik, meta biçimiyle örtülür. Meta fetişizmi, toplumsal ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilermiş gibi görünmesine yol açar. Emek sömürüsü, piyasa “doğallığı” içinde erir; sınıf ilişkileri bireysel başarı ya da başarısızlık anlatılarına indirgenir. Bu koşullarda gerçeklik, çıplak haliyle değil, piyasanın ve ideolojinin filtrelerinden geçerek algılanır. İnsanlar yaşadıkları hayatın neden böyle olduğunu değil, bu hayata nasıl uyum sağlayacaklarını düşünmeye zorlanır.

Bugün medya ve dijital platformlar bu süreci daha da derinleştiriyor. Gerçeklik, artık yalnızca çarpıtılmıyor; parçalara ayrılıyor, hızla tüketiliyor ve duygusal tepkilere indirgeniyor. Marksist açıdan bu durum rastlantı değildir. Sermaye, bütünlüklü bir gerçeklik algısından korkar; çünkü bütünlük, sistemin yapısal eşitsizliklerini görünür kılar. Bunun yerine parçalı, bağlamından kopuk, sürekli akan bir “şimdi” hali üretilir. İşsizlik bir istatistik, yoksulluk kişisel kader, savaş ise soyut bir “güvenlik sorunu” olarak sunulur.

“Gerçeklik sorunu”nun bir diğer boyutu da ideolojinin gündelik hayata nüfuz etme biçimidir. Egemen ideoloji, kendisini ideoloji olarak değil, “sağduyu” olarak dayatır. Alternatifsizlik söylemi (“başka türlü olamaz”) bu noktada kilit rol oynar. Kapitalist gerçeklik, tek mümkün gerçeklik gibi sunulur. Marksist eleştiri ise tam da burada devreye girer: Gerçekliğin tarihsel ve değiştirilebilir olduğunu hatırlatır. Mevcut düzenin “doğal” değil, belirli sınıf çıkarlarının ürünü olduğunu açığa çıkarır.

Gerçeklik, sınıfsal bir filtreden geçirilerek yeniden üretilir

Bu bağlamda, gerçeklik sorunu aynı zamanda bir mücadele alanıdır. Gerçekliği tanımlama gücü, siyasal iktidarın en önemli araçlarından biridir. Hangi sorunların “gerçek”, hangilerinin “abartı” ya da “marjinal” olduğu bu güç ilişkileri içinde belirlenir. Emekçilerin yaşadığı yapısal sorunlar görünmez kılınırken, sermayeyi tehdit etmeyen kültürel tartışmalar öne çıkarılabilir. Böylece gerçeklik, sınıfsal bir filtreden geçirilerek yeniden üretilir.

Marksist perspektif, bu sis perdesini dağıtmayı hedefler. Gerçekliği, bireysel algıların toplamı olarak değil, toplumsal ilişkilerin somut bir sonucu olarak ele alır. Bu nedenle marksist sorgulama, yalnızca “ne oluyor?” sorusunu değil, “kimin çıkarına oluyor?” sorusunu da sorar. Gerçeklik, bu sorudan kaçıldığında değil, bu soruyla yüzleşildiğinde anlaşılır.

Sonuç olarak, günümüzde yaşanan gerçeklik krizi, hakikatin kaybolmasından çok, hakikatin bastırılmasıyla ilgilidir. Kapitalist sistem, kendi sürekliliği için gerçekliği parçalamak, bulanıklaştırmak ve sınıfsal içeriğinden arındırmak zorundadır. Marksist eleştiri ise bu parçaları yeniden bir araya getirme, görünmeyeni görünür kılma çabasıdır. Gerçeklik sorunu, ancak bu kolektif ve maddi zeminde ele alındığında aşılabilir. Çünkü gerçeklik, yalnızca yorumlanacak bir şey değil, aynı zamanda değiştirilecek bir şeydir.

Paylaşın

Sartre’nin Bulantı’sı: Modern İnsan Ve Anlamsızlık

Fransız edebiyatının ve felsefesinin önde gelen isimlerinden Jean-Paul Sartre, 1938 yılında yayımlanan Bulantı adlı romanıyla okuru, insanın varoluşu ve yaşamın anlamı üzerine derin bir sorgulamaya davet ediyor.

Haber Merkezi / Sartre’nin ilk romanı olma özelliğini taşıyan eser, yalnızca edebi bir yapıt değil, aynı zamanda felsefi bir laboratuvar niteliğinde.

Romanın başkahramanı Antoine Roquentin, sıradan bir hayatın içinde anlam arayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Roquentin’in yaşadığı şehir, tarih ve insan ilişkileriyle dolu görünmesine rağmen ona yabancı ve boş bir yer gibi geliyor. Günlük yaşamın monotonluğu, bireyin kendini ve dünyayı algılayış biçimi üzerinde derin bir yabancılaşma yaratıyor. Bu durum, romanın adını da aldığı “bulantı” hissiyle somutlaşıyor; Roquentin’in varoluşunu, özgürlüğünü ve hayatın anlamsızlığını sorgulamasına yol açıyor.

Sartre, Bulantı’da varoluşçuluğun temel temalarını ustalıkla işliyor. Özgür irade, sorumluluk, bireyin kendi yaşamını anlamlandırma çabası ve toplumla çatışması romanın merkezinde yer alıyor. Roquentin’in gözünden dünya, bazen saçma ve rahatsız edici, bazen de düşünsel bir keşif alanı olarak resmediliyor. Sartre, bu bakış açısıyla okuyucuyu karakterin zihninde derin bir yolculuğa çıkarıyor ve varoluşun temel sorularını doğrudan gündeme getiriyor.

Romanın dili, Sartre’nin felsefi düşüncesini yansıtacak şekilde hem yoğun hem de akıcı. Okuyucu, karakterin içsel dünyasına adım atarken aynı zamanda varoluşsal kaygının evrensel boyutunu da deneyimliyor. Eserde, sıradan nesneler ve olaylar bile Roquentin’in gözünde anlam kazanıyor veya kayboluyor; bu da günlük hayatın sıradanlığının altında yatan felsefi boşluğu gözler önüne seriyor.

Bulantı, yayımlandığı dönemde hem edebiyat çevrelerinden hem de felsefe dünyasından büyük ilgi gördü. Eleştirmenler, romanın okuru rahatsız eden bir gerçeklik sunduğunu, ancak bu yüzleşmenin bireysel bilinçlenme ve düşünsel özgürlük açısından önemli olduğunu belirtiyor. Sartre’nin bu eseri, modern insanın yalnızlık, yabancılaşma ve anlam arayışı temalarını ele alan klasik bir yapıta dönüşmüş durumda.

Özellikle felsefe ve edebiyat kesişiminde bir başyapıt olarak değerlendirilen Bulantı, sadece kitap severler için değil, insanın kendi varoluşunu sorgulamak isteyen herkes için okunması gereken bir eser. Sartre, okuyucuyu pasif bir gözlemci olmaktan çıkarıp aktif bir düşünür hâline getiriyor. Roman, bireyin yaşamı, özgürlüğü ve anlam arayışıyla yüzleşmesini sağlarken, varoluşçuluğun edebiyatla buluştuğu eşsiz bir örnek sunuyor.

Kısacası, Bulantı, modern edebiyatın ve felsefenin kesişim noktasında yer alan, insanın kendini ve dünyayı sorgulamasını sağlayan, hem rahatsız edici hem de aydınlatıcı bir başyapıt olarak öne çıkıyor.

Paylaşın

Beyindeki Yağlanma, Alzheimer Hastalığının Gizli Nedeni Olabilir

Beyin sağlığı, vücudun genel sağlığıyla yakından bağlantılı. Sağlıklı yaşam alışkanlıkları, sadece kalp ve damar sağlığı için değil, beyin sağlığı için de kritik öneme sahip.

Haber Merkezi / Yeni araştırmalar, beyindeki yağ birikiminin Alzheimer hastalığının oluşumunda önemli bir rol oynayabileceğini ortaya koyuyor. Bilim insanları, beyinde normalin üzerinde yağ birikmesinin sinir hücrelerinin işlevini bozduğunu, bu durumun hafıza kaybı ve bilişsel yetilerde düşüşe yol açabileceğini belirtiyor.

Araştırmalar, özellikle orta yaş ve üzeri bireylerde metabolik sağlığın ve beslenme alışkanlıklarının Alzheimer riskini etkileyebileceğini gösteriyor. Beyindeki yağlanmanın, klasik Alzheimer risk faktörleri arasında sayılan genetik yatkınlık, yaş ve yaşam tarzı unsurlarıyla etkileşime girdiği ifade ediliyor.

Uzmanlar, sağlıklı beslenme, düzenli fiziksel aktivite ve zihinsel egzersizlerin beyindeki yağ birikimini azaltabileceğini, dolayısıyla Alzheimer riskini düşürebileceğini vurguluyor. Ayrıca bazı araştırmalar, özellikle omega-3 yağ asitleri açısından zengin besinlerin ve antioksidan içeren gıdaların beyin sağlığını korumada önemli rol oynayabileceğini ortaya koyuyor.

Bilim dünyası, bu bulguların Alzheimer’ın önlenmesi ve tedavisinde yeni stratejiler geliştirilmesine ışık tutabileceğini belirtiyor. Araştırmacılar, önümüzdeki yıllarda beyindeki yağlanmayı hedef alan tedavi yöntemlerinin hastalığın ilerlemesini yavaşlatabileceğini veya başlamasını önleyebileceğini öngörüyor.

Uzmanlar, “Beyin sağlığı, vücudun genel sağlığıyla yakından bağlantılı. Sağlıklı yaşam alışkanlıkları, sadece kalp ve damar sağlığı için değil, beyin sağlığı için de kritik öneme sahip” uyarısında bulunuyor.

Paylaşın

Karanlıktan Gelen İlgi: Korku Hikayeleri Neden Seviliyor?

Korku hikayeleri, yalnızca korkutmak için değil; anlamak, hissetmek ve sınırlarımızı yoklamak için de anlatılıyor. Ve görünüşe bakılırsa, bu merak kolay kolay sona ermeyecek.

Haber Merkezi / Hayaletler, karanlık koridorlar, beklenmedik sesler… Kalbimizi hızlandıran, uykularımızı kaçıran korku hikayeleri neden bu kadar ilgi çekiyor? Bilim insanları ve psikologlar, insanların korkudan kaçmak yerine onu aramasının ardındaki nedenleri anlamaya çalışıyor.

Korku, insanın en temel duygularından biri. Tehlikeden kaçmamızı sağlayan bu güçlü mekanizma, ilk bakışta keyif alınacak bir deneyim gibi görünmüyor. Ancak kitap satışları, sinema gişeleri ve dijital platformlardaki izlenme oranları, korkunun hâlâ en popüler anlatı türlerinden biri olduğunu gösteriyor. Peki insanlar neden bilerek korkmayı seçiyor?

Uzmanlara göre korku hikayeleri, “kontrollü tehdit” hissi sunuyor. Okuyucu ya da izleyici, gerçek bir tehlike altında olmadığını bilirken, beynin alarm sistemleri geçici olarak devreye giriyor. Bu süreçte adrenalin ve dopamin gibi kimyasallar salgılanıyor. Sonuç: Gerilimle karışık bir haz duygusu.

Psikologlar bu durumu, lunaparklardaki hızlı trenlere benzetiyor. Tehlike hissi var, ancak kontrol kaybolmuyor. Hikaye bittiğinde korku da sona eriyor.

Korku anlatılarının merkezinde çoğu zaman bilinmeyen, açıklanamayan ya da bastırılan korkular yer alıyor. Ölüm, yalnızlık, karanlık ve kontrol kaybı gibi evrensel kaygılar, korku hikayeleri aracılığıyla görünür hâle geliyor. Okur, bu korkularla yüzleşirken aynı zamanda onları anlamlandırma fırsatı buluyor.

Araştırmacılara göre bu tür hikayeler, insanın zihinsel sınırlarını test etmesine de olanak tanıyor. “En kötü ne olabilir?” sorusu, güvenli bir anlatı çerçevesinde yanıtlanıyor.

Korku hikayeleri yalnızca ürkütmüyor; aynı zamanda bir rahatlama da sunuyor. Gerilim zirveye ulaştıktan sonra gelen çözülme, okuyucuda bir tür duygusal boşalma yaratıyor. Uzmanlar bu etkiyi, klasik tragedyalardaki “katharsis” kavramıyla ilişkilendiriyor.

Bazı psikologlar ise korku anlatılarının, insanların stresle başa çıkma becerilerini dolaylı olarak güçlendirdiğini savunuyor. Kurmaca korkularla yüzleşen bireylerin, gerçek hayattaki belirsizliklere karşı daha dayanıklı olabildiği öne sürülüyor.

Herkes için geçerli mi?

Elbette korku herkes için cazip değil. Anksiyete düzeyi yüksek bireyler için bu tür içerikler rahatsız edici olabiliyor. Uzmanlar, korku hikayelerinden alınan hazzın kişilik özellikleri, yaş, kültürel arka plan ve geçmiş deneyimlerle yakından ilişkili olduğunu vurguluyor.

Korku hikayeleri, insanın kendi karanlık tarafıyla güvenli bir mesafeden yüzleşmesini sağlıyor. Belki de bu yüzden, binlerce yıldır anlatılmaya devam ediyorlar. Ateş başında anlatılan korku masallarından modern psikolojik gerilimlere uzanan bu ilgi, insan doğasının değişmeyen bir parçası olabilir.

Kısacası korku hikayeleri, yalnızca korkutmak için değil; anlamak, hissetmek ve sınırlarımızı yoklamak için de anlatılıyor. Ve görünüşe bakılırsa, bu merak kolay kolay sona ermeyecek.

Paylaşın

Medya Hegemonyası: Toplumsal Beklentilerin Sessizce Kodlanması

Günümüz toplumunda medya yalnızca haber veren bir araç değil; neyin “normal”, neyin “makul”, neyin “başarı” sayılacağını fısıltıyla öğreten görünmez bir öğretmen.

Haber Merkezi / Ekranlardan, manşetlerden ve algoritmaların seçtiği akışlardan yayılan bu öğretim, çoğu zaman yüksek sesle değil; tekrarın gücüyle, seçiciliğin sessizliğiyle işliyor.

Peki bu sessiz kodlama nasıl gerçekleşiyor ve biz farkında mıyız?

Her gün karşılaştığımız haber diliyle başlayalım. Hangi olaylar “son dakika” olurken hangileri dipnotlarda kayboluyor? Bir ekonomik kriz anlatılırken sorumluluk kime yükleniyor; çözüm olarak hangi reçeteler “akılcı” diye sunuluyor?

Medya, yalnızca olanı aktarmıyor; olanın nasıl anlaşılması gerektiğini de çerçeveliyor. Bu çerçeveleme, ideolojik bir bağırıştan ziyade, gündelik bir alışkanlık gibi sunulduğu için daha etkili.

Popüler kültür bunun bir başka cephesi. Dizilerdeki aile yapıları, reklamlardaki mutluluk tarifleri, yarışma programlarındaki “başarı hikâyeleri” tek tek masum görünebilir.

Ancak yan yana geldiklerinde ortak bir dünya görüşü üretirler: Tüketerek mutlu olma, rekabet ederek değer kazanma, uyum sağlayarak kabul görme. Alternatif hayatlar, aykırı tercihler ya egzotikleştirilir ya da görünmez kılınır. Böylece “seçeneklerimiz” genişliyormuş gibi görünürken, beklentilerimiz daraltılır.

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Medya kimin adına konuşuyor? Sahiplik yapıları ve reklam ilişkileri bu soruya ipuçları verir. Büyük medya kuruluşlarının finansal bağımlılıkları, haberin tonunu ve sınırlarını belirler.

Eleştiri vardır ama ölçülüdür; itiraz vardır ama sistemin dışına taşmaz. Çünkü sistemin dışı, reytingin ve reklamın dışıdır. Sessiz kodlama tam da burada devreye girer: Açık sansüre gerek kalmadan, “önemsiz” ilan edilen başlıklar rafa kaldırılır.

Dijital çağ bu hegemonyayı dağıttı mı, yoksa derinleştirdi mi? Sosyal medya ilk bakışta çoğulculuk vaadi taşır. Herkesin sesi var gibidir. Oysa algoritmalar, hangi seslerin yükseltileceğine karar verir.

Tıklanabilir olan, duygusal tepki üreten, kutuplaştıran içerik ödüllendirilir. Böylece kamusal tartışma alanı genişlemek yerine keskinleşir; karmaşık sorunlar basit karşıtlıklara indirgenir. Sessiz kodlama bu kez kod satırlarıyla yapılır.

Medya hegemonyasının en güçlü yanı, rıza üretmesidir. İnsanlar dayatılan beklentileri benimserken bunu kendi tercihleri sanabilir. “Ben böyle istiyorum” cümlesi, çoğu zaman uzun bir maruziyetin sonucudur. Bu maruziyet, tek bir mesajdan değil, binlerce küçük tekrardan oluşur.

Bir haber başlığı, bir dizi sahnesi, bir reklam sloganı… Her biri küçük bir tuğla; sonunda örülen duvar görünmezdir ama sağlamdır.

Elbette medya monolitik değildir. Alternatif yayınlar, bağımsız gazeteciler ve eleştirel okur kitlesi bu hegemonyaya karşı gedikler açar.

Ancak bu gediklerin kalıcı olabilmesi, yalnızca içerik üretmekle değil, medya okuryazarlığıyla mümkündür. Okur, izleyici ve kullanıcı; kendisine sunulanın neden böyle sunulduğunu sormadıkça, sessiz kodlama işlemeye devam eder.

Sonuç olarak medya hegemonyası, yüksek sesli bir propaganda makinesi olmaktan çok, gündelik hayatın arka plan müziği gibidir. Dikkat etmezsek melodiyi doğal sanırız. Oysa sorguladığımızda, notaların nasıl dizildiğini, hangi seslerin bastırıldığını fark ederiz.

Gazeteciliğin asli görevi de tam burada başlar: Sadece olanı değil, bize “olması beklenen”i deşifre etmek. Çünkü demokrasi, ancak sessizce kodlanan beklentiler yüksek sesle tartışıldığında nefes alabilir.

Paylaşın

Gelir Artarken Refah Neden Artmıyor?

Eğer insanlar yarını bugünden daha iyi göremiyorsa, gelir artışının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü refah, cebin doluluğundan çok hayatın taşınabilirliğiyle ilgilidir.

Haber Merkezi / Resmî rakamlar iyimser.
Milli gelir yükseliyor, kişi başına düşen gelir artıyor, büyüme oranları manşetleri süslüyor.
Peki o zaman sokaktaki vatandaş neden hâlâ geçinemiyor?

Market poşetleri hafifliyor, faturalar kabarıyor, maaşlar ise yerinde sayıyor. İşte tam bu noktada şu soru kaçınılmaz hale geliyor: Gelir artıyorsa, refah neden artmıyor?

Ekonomik büyüme çoğu zaman soyut bir kavram. Grafiklerde yukarı çıkan oklar, mutfakta kaynayan tencereye yansımıyor. Çünkü büyüme ile refah aynı şey değil.

Gelir artışı çoğu ülkede eşit dağılmıyor. En üst gelir grupları pastadan daha büyük pay alırken, geniş halk kesimleri için artan gelir; enflasyon, vergiler ve zorunlu harcamalar karşısında eriyip gidiyor.

Kısacası, kazandığımız artıyor ama elimizde kalan azalıyor.

Maaşlı çalışanlar için gelir artışı çoğu zaman daha yüksek vergi dilimi anlamına geliyor. Üstelik dolaylı vergiler — KDV, ÖTV gibi — gelir düzeyine bakmadan herkesi aynı oranda vuruyor.

Zengin için küçük bir kesinti olan vergi, dar gelirli için hayat pahalılığı demek. Böylece gelir artışı, daha cebe girmeden buharlaşıyor.

Enflasyon yalnızca fiyat artışı değildir; emeğin görünmez kaybıdır.

Ücretler yılda bir kez artarken, fiyatlar her gün değişiyor. Resmî zamlar daha hesaba yatmadan, pazarda ve markette eriyor. Bu yüzden insanlar daha çok çalışıyor ama daha az hissediyor.

Gelir var, alım gücü yok.

Bir zamanlar refahın taşıyıcısı olan orta sınıf, bugün sistemin en kırılgan halkası. Ne sosyal yardımlara erişebiliyor ne de birikim yapabiliyor.

Kredi kartları refahın değil, geçinememenin göstergesi haline geliyor. Artan gelir, artan borçla birlikte anılıyor.

Büyüme kimin için?

Asıl mesele şu soruda düğümleniyor: Ekonomik büyüme kimin hayatını kolaylaştırıyor?

Eğer büyümenin meyveleri adil paylaşılmıyorsa, gelir artışı yalnızca istatistiksel bir başarı olarak kalır. Refah; güvenli iş, ulaşılabilir konut, kaliteli eğitim ve sağlıkla ölçülür. Bunlar yoksa, rakamların yükselmesi kimseyi doyurmaz.

Refah, yalnızca maaş bordrosunda değil; mutfakta, sokakta, geleceğe dair umutlarda hissedilir.

Eğer insanlar yarını bugünden daha iyi göremiyorsa, gelir artışının hiçbir anlamı yoktur.
Çünkü refah, cebin doluluğundan çok hayatın taşınabilirliğiyle ilgilidir.

Ve bugün birçok insan için hayat, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor.

Paylaşın

Hatıraların Melodisi: Yaş Ve Müzik Arasındaki İnce Çizgi

Gençlik yıllarında hayatın merkezinde yer alan müzik, zamanla arka plana mı düşüyor? Yoksa müzikle kurduğumuz ilişki yaşla birlikte değişiyor ama kaybolmuyor mu?

Haber Merkezi / Bilimsel araştırmalar ve uzman görüşleri, bu soruya sanılandan daha karmaşık bir yanıt veriyor.

Birçok kişi ergenlik ve genç yetişkinlik döneminde dinlediği şarkıları “hayatının müziği” olarak tanımlıyor. Yıllar geçtikçe yeni türlere karşı ilginin azalması ise sıkça “artık eskisi kadar müzikten zevk almıyorum” düşüncesini beraberinde getiriyor. Ancak uzmanlara göre bu durum, zevkin azalmasından çok dönüşmesiyle ilgili olabilir.

Nörobilim araştırmaları, beynin özellikle 15–25 yaş aralığında müziğe karşı daha güçlü duygusal bağlar kurduğunu gösteriyor. Bu dönemde dinlenen şarkılar, kimlik oluşumu, sosyal bağlar ve yoğun duygusal deneyimlerle birleşerek hafızada derin izler bırakıyor. İlerleyen yaşlarda yeni müziklerin aynı etkiyi yaratmaması, çoğu zaman bu biyolojik ve psikolojik pencereyle ilişkilendiriliyor.

Uzmanlar, beynin yaşla birlikte tamamen kapandığını değil, yalnızca yeniliğe karşı daha seçici hâle geldiğini vurguluyor.

Yaş ilerledikçe artan sorumluluklar da müzikle kurulan ilişkiyi etkiliyor. İş, aile ve günlük stresler, müziği aktif olarak keşfetmeye ayrılan zamanı azaltabiliyor. Arabada, ev işlerinde ya da arka planda dinlenen müzik, gençlikteki yoğun ve dikkatli dinleme deneyiminin yerini alabiliyor.

Bu durum bazı uzmanlara göre “zevk kaybı” değil, müziğin işlevinin değişmesi anlamına geliyor.

Araştırmalar, insanların yaşlandıkça geçmişte dinledikleri müziklere daha fazla yöneldiğini ortaya koyuyor. Nostalji, güven ve tanıdıklık hissi sunarken; yeni müzikler bazen karmaşık, gürültülü ya da “anlamsız” olarak algılanabiliyor. Ancak bu algının büyük ölçüde alışkanlıklarla ilgili olduğu belirtiliyor.

Müzikologlara göre bilinçli keşif sürdürüldüğünde, ileri yaşlarda da güçlü müzikal deneyimler yaşamak mümkün.

Bazı uzmanlar ise müzik zevkinin yaşla birlikte sadeleştiğini ve derinleştiğini savunuyor. Gösterişten uzak, sözlere ya da melodiye odaklanan dinleme biçimi; daha seçici ama daha tatmin edici bir ilişki yaratabiliyor.

Klasik müzik, caz ya da akustik türlere yönelimin artması da bu dönüşümün bir göstergesi olarak yorumlanıyor.

Kaybolan değil, değişen bir ilişki

Bilimsel veriler, yaş ilerledikçe müzik zevkinin bütünüyle azaldığını değil; biçim değiştirdiğini ortaya koyuyor. Zevk, gençlikteki yoğun heyecanını kaybedebilir, ancak yerini anlam, anı ve derinlik alabilir.

Müzikle bağın kopup kopmaması ise büyük ölçüde bireyin merakını sürdürüp sürdürmediğine bağlı. Görünen o ki müzik, yaşa değil; ona ayırdığımız zamana ve dikkate küskün.

Paylaşın

Hobbitlerin Sonu: İklimsel Etkenler Ne Kadar Belirleyiciydi?

Endonezya’nın Flores Adası’nda bulunan ve “hobbitler” olarak anılan Homo floresiensis türü, insanlık tarihinin en gizemli sayfalarından birini oluşturmaya devam ediyor.

Haber Merkezi / Yaklaşık 50 bin yıl önce ortadan kaybolan bu küçük bedenli insan türünün sonunu ne getirdi? Bilim insanları giderek daha fazla iklimsel etkenlere dikkat çekiyor.

2003 yılında Flores Adası’ndaki Liang Bua Mağarası’nda keşfedilen fosiller, bilim dünyasında büyük yankı uyandırmıştı. Yaklaşık bir metre boyundaki Homo floresiensis, küçük beyni ve ilkel taş aletleriyle modern insan anlayışını sarsmıştı. Ancak keşfin yarattığı heyecan kadar, bu türün neden yok olduğu sorusu da hâlâ net bir yanıt bulabilmiş değil.

Son yıllarda yapılan paleoiklim çalışmaları, Flores Adası’nın hobbitlerin yaşadığı dönemde ciddi çevresel dalgalanmalara maruz kaldığını gösteriyor. Uzun süreli kuraklıklar, yağış rejimindeki ani değişimler ve volkanik faaliyetlerin ekosistemi zorladığı düşünülüyor. Bu koşullar, sınırlı kaynaklarla yaşayan küçük ve izole bir insan topluluğu için hayatta kalmayı giderek zorlaştırmış olabilir.

Uzmanlara göre ada ekosistemleri, iklim değişikliklerine karşı özellikle kırılgan. Besin zincirinin bozulması, hobbitlerin avladığı küçük hayvanların azalmasına yol açmış olabilir. Bu da zaten dar bir yaşam alanına sıkışmış olan Homo floresiensis’i savunmasız bırakmış olabilir.

Bununla birlikte bilim insanları temkinli. İklim değişikliği tek başına açıklayıcı olmayabilir. Aynı dönemlerde modern insanın (Homo sapiens) bölgeye ulaşmış olması, rekabet ya da dolaylı etkiler ihtimalini de gündeme getiriyor. Ayrıca Flores Adası’ndaki volkanik patlamaların ani yıkımlara yol açmış olabileceği de tartışılıyor.

“Yok oluş tek bir nedene indirgenemez”

Antropologlar, “Yok oluş genellikle tek bir nedene indirgenemez” görüşünde birleşiyor. İklim baskısı, çevresel felaketler ve olası insan etkileri bir araya gelerek hobbitlerin sonunu hazırlamış olabilir.

Hobbitlerin hikâyesi yalnızca geçmişe ait bir merak unsuru değil. Bilim insanları, bu örneğin günümüzde iklim değişikliğine karşı savunmasız topluluklar için de önemli dersler barındırdığını vurguluyor. Küçük, izole ve kaynakları sınırlı toplulukların çevresel değişimlere ne kadar hassas olabileceği, binlerce yıl öncesinden gelen bir uyarı niteliği taşıyor.

Homo floresiensis’in kesin olarak neden yok olduğu belki hiçbir zaman tam anlamıyla bilinmeyecek. Ancak eldeki veriler, iklimin bu gizemli yok oluşta en azından önemli bir rol oynamış olabileceğini güçlü biçimde düşündürüyor.

Paylaşın

Yeni Solun Emperyalizm Açmazı: İnkar, Yanılgı Ve Dönüşüm

Günümüz solunun önündeki asıl mesele, emperyalizmi yeniden düşünmek değil; onu yeniden görmek. Çünkü kavramı kaybeden, sadece teoriyi değil siyaseti de kaybediyor.

Haber Merkezi / Son yıllarda dünya siyasetinde yaşanan kırılmalar, sadece devletleri ve hükümetleri değil, siyasal düşünce akımlarının da reflekslerini yeniden sorguluyor.

Bu sorgulamanın belki de en sancılı olduğu alan, modern solun emperyalizm karşısındaki tutumu. Solun en temel kavramlarından biri olan “emperyalizm”, bugün birçok sol çevrede ya tartışmanın kıyısında tutuluyor ya da tamamen yeniden tanımlanıyor. Bu dönüşüm, hem politik pratiklerde hem de teoride belirgin bir kırılmaya işaret ediyor.

Yeni solun bazı çevrelerinde öne çıkan ilk eğilim, emperyalizmin günümüz dünyasında değiştiği, dolayısıyla klasik anlamıyla artık “geçerli olmadığı” görüşü. Küreselleşmenin yarattığı yeni ekonomik ilişkilere işaret eden bu yaklaşım, emperyalizmi yalnızca 20. yüzyılın sömürgecilik dönemine ait tarihsel bir kavram gibi ele alıyor.

Bu bakış açısına göre artık dünya “büyük güçler ve onların çevre ülkeleri” şeklinde net bir hiyerarşi içinde değil; küresel kapitalizm herkesi bir şekilde aynı sistemin parçası haline getirmiş durumda. Böyle olunca, emperyalizm eleştirisi de “gerici” ya da “soğuk savaş kalıntısı” bir refleks olarak görülmeye başlıyor. Özellikle Batı merkezli müdahaleler, “insani yardım”, “demokratikleşme” veya “insan haklarını koruma” gibi evrensel değerlerle paketlendiğinde, solda dahi bu müdahalelere karşı çıkmak giderek zorlaşıyor.

Yeni solun ikinci açmazı, çok kutuplu dünya tartışmalarının yarattığı teorik kafa karışıklığı. ABD hegemonyasının zayıfladığı, Çin ve Rusya gibi ülkelerin küresel sahnede daha baskın aktörlere dönüştüğü bir dönemde, bazı sol çevreler bu gelişmeyi “emperyalizmin sonu” ya da “Batı dışı güçlerin doğal dengeleyici rolü” olarak okuyor.

Oysa çok kutupluluk, emperyalizmin sona erdiği değil; farklı aktörlerin benzer güç araçlarını kullandığı bir döneme işaret ediyor. Ekonomik nüfuz, enerji bağımlılığı, askeri yayılma ve bölgesel müdahaleler artık tek bir devletin tekelinde değil. Buna rağmen, bazı sol çevreler “kimin emperyalist olduğu” sorusunu kültürel veya jeopolitik aidiyet üzerinden kurarak, örneğin Batı dışı güçlerin benzer politikalarını görmezden gelebiliyor. Bu, teorik körlüğün ötesinde, politik bir tutarsızlık yaratıyor.

Bugün solun önünde iki yol bulunuyor: Ya emperyalizmi sadece tarihsel bir olgu olarak ele alıp analiz dışına itmek; ya da günümüz dünyasının karmaşıklığı içinden kavramı yeniden tanımlayarak politik bir çerçeve oluşturmak.

Dönüşüm ihtiyacı tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Dijital ekonomiden enerji politikalarına, kültürel hegemoniden veri sömürgeciliğine kadar uzayan yeni güç alanları, emperyalizmin biçim değiştirerek varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Klasik modellerin artık tüm detayları açıklayamadığı doğru; ancak bu, emperyalizmin ortadan kalktığı değil, aksine daha görünmez biçimlere kavuştuğu anlamına geliyor.

Bu nedenle solun, hem jeopolitik rekabeti hem de küresel kapitalizmin eşitsiz yapısını aynı anda ele alan bütünlüklü bir yaklaşım geliştirmesi gerekiyor. Sınıf meselesini yalnızca ekonomik değil, uluslararası düzeyde de yeniden düşünmek; müdahalelerin “insani” söylemlerini sorgulamak; güç ilişkilerini romantikleştirmeden analiz etmek, bu dönüşümün temel adımları.

Kavramı kaybeden, siyaseti de kaybeder

Emperyalizm tartışması bugün solun en temel kırılma noktalarından biri. Kavramı görmezden gelen bir sol, hem uluslararası siyasetin gerçekliğini anlamakta zorlanıyor hem de politik olarak etkisizleşiyor. Öte yandan her küresel gerilimi “Batı karşıtlığı”na indirgemek de başka bir çıkmaz yaratıyor.

Solun önündeki asıl mesele, emperyalizmi yeniden düşünmek değil; onu yeniden görmek. Çünkü kavramı kaybeden, sadece teoriyi değil siyaseti de kaybediyor.

Paylaşın