Dünya’nın 4,54 Milyar Yıl Önce Oluştuğunu Nasıl Biliyoruz?

Güneş Sistemi, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, Güneş bulutsusu adı verilen bir gaz ve toz bulutundaki maddelerden oluştu. Maddelerin geri kalanı ise proto-gezegen adı verilen gök cisimlerini oluşturdu.

Haber Merkezi / Dünya, muhtemelen yaklaşık 4,5 milyar yıl önce bu proto-gezegenlerden biri olarak ortaya çıktı. Proto-Dünya büyüdükçe, içindeki daha ağır elementler merkeze doğru batmaya ve çekirdeği oluşturmaya başladı ve daha hafif elementler yüzeye çıktı. Farklılaşma adı verilen bu süreç muhtemelen on milyonlarca yıl sürdü.

Bu aşamada, Theia olarak anılan Mars büyüklüğünde bir proto-gezegen, genç Dünya ile çarpıştı ve her iki proto-gezegenden uzaya maddeler fırladı. Bu maddelerin bir kısmı Dünya’ya geri döndü, bir kısmı da Dünya yörüngesinde birleşerek Ay’ı oluşturdu.

Peki bilim insanları Dünya’nın yaşını nasıl belirliyor?

Radyometrik Tarihleme (Uranium-Lead Dating): Dünya’nın yaşını belirlemede en güvenilir yöntemlerden biri, uranyumun kurşuna radyoaktif bozunumu kullanılarak yapılan tarihlemedir. Özellikle zirkon kristalleri gibi eski mineraller bu yöntemde analiz edilir.

Zirkon, uranyum içerir ve bu uranyum zamanla kurşuna dönüşür. Uranyumun kurşuna bozunma oranı sabit olduğu için, bu oran ölçülerek mineralin yaşı hesaplanır. Batı Avustralya’daki Jack Hills bölgesinde bulunan zirkon kristalleri, 4,4 milyar yıl öncesine tarihlenmiştir ve bu, Dünya’nın en eski materyallerinden biri olarak kabul edilir.

Meteorit Yaşları: Dünya üzerindeki en eski kayalar yaklaşık 4 milyar yaşındadır, çünkü tektonik hareketler ve erozyon eski kayaları yok eder. Ancak, Güneş Sistemi’nin oluşum zamanını anlamak için bilim insanları meteoritleri inceler.

Meteoritlerdeki uranyum-kurşun tarihlemesi, Güneş Sistemi’nin yaklaşık 4,56 milyar yıl önce oluştuğunu gösterir. Dünya’nın da bu dönemde oluştuğu düşünülür, çünkü gezegenimiz bu süreçte ortaya çıkmıştır.

Güneş Sistemi Modellemeleri: Güneş Sistemi’nin oluşumuna dair teoriler, yıldızlararası gaz ve toz bulutlarının çökmesiyle gezegenlerin oluştuğunu gösterir. Bu modeller, Dünya’nın oluşumunun 4,54 ila 4,56 milyar yıl önce gerçekleştiğini destekler.

Bu yöntemlerin kombinasyonu, Dünya’nın yaşının yaklaşık 4,54 milyar yıl olduğunu oldukça kesin bir şekilde ortaya koyar. Özellikle zirkon kristallerindeki uranyum-kurşun tarihlemesi, bu tahmini doğrulamada kilit rol oynar.

Paylaşın

5,4 Saatlik Yıla Sahip Dünya Büyüklüğünde Gezegen Keşfedildi

NASA’nın Gezegen Araştırma Uydusu’nu (TESS) kullanan uluslararası bir araştırma ekibi, 117 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın yörüngesinde Dünya büyüklüğünde bir gezegen olan TOI-2431 b’yi keşfetti.

Haber Merkezi / Keşfi önemli kılan gezegenin büyüklüğü değil, gezegenin yıldızının etrafında inanılmaz derecede hızlı dönmesi. TOI-2431 b, ana yıldızının etrafındaki bir tam turunu sadece 5,4 saatte tamamlıyor, bu bilinen herhangi bir gezegen için kaydedilen en kısa “yıllardan” biri.

Bunu bir perspektife oturtmak gerekirse, Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüşü 365 gün sürerken, bu uzak gezegen aynı zaman diliminde 1.600’den fazla “yıl” yaşıyor.

Gezegen yıldızına da oldukça yakın, sadece 0,0063 AU uzaklıkta, yani yaklaşık 933.000 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Bu yakınlığın aşırı sonuçları da var.

Gezegenin yüzey sıcaklığı yaklaşık 2.000 Kelvin’e (yaklaşık 1.727°C) ulaşıyor; bu sıcaklık çoğu kaya ve metali eritebilecek kadar yüksek. Bilim insanları, gezegenin yüzeyinin muhtemelen erimiş olduğunu ve sıvı kaya ve metalden oluşan bir yüzey oluşturduğunu düşünüyor.

TOI-2431 b, Dünya büyüklüğünde olmasına rağmen, gezegenimizden oldukça farklı. Dünya’nın yarıçapından yaklaşık 1,53 kat, kütlesinden ise 6,2 kat daha büyük olan bu gezegen, Dünya’dan önemli ölçüde daha yoğun.

Santimetreküp başına 9,4 gramlık yoğunluğu, çok daha ağır malzemelerden oluştuğunu, büyük bir demir çekirdek veya diğer yoğun metaller içerebileceğini düşündürüyor.

Yakınındaki yıldızdan gelen yoğun kütle çekim kuvvetlerinin gezegenin şeklini değiştirmiş olması da muhtemel.

Ekip, TOI-2431 b’nin gelgitsel olarak deforme olduğunu, en kısa ekseninin en uzun ekseninden yaklaşık yüzde 9 daha kısa olduğunu ve bu durumun ona Dünya gibi mükemmel bir küre yerine biraz daha düzleştirilmiş bir görünüm verdiğini tahmin ediyor.

Bir diğer ilgi çekici nokta ise, bu gezegenin sonsuza dek var olmayacak olmasıdır. Ekip, TOI-2431 b’nin yaklaşık 31 milyon yıllık bir gelgitsel bozunma zaman ölçeğine sahip olduğunu hesapladılar; bu, benzer kısa dönemli gezegenler arasında bilinen en kısa dönem.

Bu, gezegenin yavaş yavaş yıldızına doğru sarmal bir şekilde ilerlediği ve sonunda yok olacağı anlamına geliyor; ancak gezegenin nihai yok oluşu milyonlarca yıl sürecek.

Amsterdam Üniversitesi’nden Kaya Han Taş liderliğindeki keşif ekibi, TESS verileri, yer tabanlı teleskoplar ve özel spektrograflar da dahil olmak üzere birden fazla gözlem yöntemi kullanarak gezegenin varlığını doğruladı.

Paylaşın

Güneş Sistemi’nde Yaşam Barındırabilecek Yeni Bir Gezegen Keşfedildi

Tayvan , Japonya ve Avustralya’dan bilim insanlarının oluşturduğu bir ekip, Güneş Sistemi’nin sınırında dokuzuncu gezegenin olabileceğine dair yeni kanıtlar buldular.

Haber Merkezi / Dokuzuncu Gezegen (ya da NASA’nın adlandırdığı gibi Gezegen X ) ilk kez 2016 yılında, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden iki gök bilimcinin Neptün’ün çok ötesinde büyük bir çekim kuvvetinin (bir gezegenin) varlığına dair kanıtlar sunmasıyla olasılık olarak ortaya çıkmıştı.

Bilim insanları, Güneş’in etrafında yavaşça hareket eden ve yaklaşık 46,5 milyar ila 65,1 milyar mil uzaklıkta bulunan bir gezegen tespit ettiler. Güneş Sistemi’nin dış kenarındaki bu yeni gezegenin Güneş’e uzaklığı Plüton’unkinden yaklaşık 20 kat daha fazla.

2006 yılında dokuzuncu gezegen statüsünü kaybeden Plüton, Güneş’ten altı milyar kilometreden daha az bir uzaklıkta, Kuiper Kuşağı’nda yer alıyor. Kuiper Kuşağı, Güneş Sistemi’nde Neptün’ün ötesinde buzlu cisimler, kuyruklu yıldızlar ve Plüton gibi cüce gezegenlerle dolu bir bölge.

Yeni keşfedilen gezegenin, çok uzakta olduğu düşünüldüğünde, Uranüs veya Neptün gibi bir buz devi olma ihtimalinin yüksek olduğu ifade ediliyor. Bu koşullar altında, orada yaşam için tek olasılık, bilim insanlarının ekstremofil olarak adlandırdığı mikroplar olması olurdu.

Bilim insanları, kütle çekimine dayanarak bu gezegenin kütlesinin 7 ila 17 Dünya kütlesine eşit olduğunu, yani kabaca Uranüs veya Neptün büyüklüğünde olduğunu tahmin ediyor.

Ancak buz devleri Uranüs veya Neptün gibi, Dokuzuncu Gezegen’de de sıvı su bulunma olasılığı neredeyse yok; ancak buzun derinliklerinde, gezegenin çekirdeğine daha yakın bir yerde mümkün.

Ayrıca Dokuzuncu Gezegen o kadar uzakta ki, Güneş ışığı aşırı zayıf olacak, bu da yaşam formlarının hayatta kalmak için başka bir enerji kaynağı bulmaları gerekeceği anlamına geliyor. Yaşamın varlığı şüpheli olsa da bilim insanları, Dokuzuncu Gezegen’in Güneş etrafındaki yörüngesini belirlemeye çalışıyor.

Araştırmada, 1983 yılında uzaya fırlatılan Kızılötesi Astronomi Uydusu (IRAS) ve 2006 – 2007 yılları arasında uzay gözlemleri yapan Japonya’ya ait AKARI uydusundan alınan veriler kullanıldı.

Bilim insanları Dokuzuncu Gezegen’in varlığını doğrulamaya çalışırken, NASA bu buz devinin gerçek olduğunu kanıtlamanın, Güneş Sistemi’ndeki birçok gizemi açıklamaya yardımcı olacağını söylüyor.

Paylaşın

Uranüs’te Bir Gün 28 Saniye Daha Uzadı

Bilim insanları, Uranüs’ün tam bir dönüşünü tamamlamasının 17 saat, 14 dakika ve 52 saniye sürdüğünü açıkladı. Bu, 1980’lerdeki tahminlerden 28 saniye daha uzun.

Haber Merkezi / Paris Gözlemevi’nden Laurent Lamy liderliğindeki bir ekip, Uranüs’ün bir tam dönüşünün (yani bir günü) 17 saat 14 dakika 52 saniye sürdüğünü açıkladı.

Bu, NASA’nın Voyager 2 uzay aracı tarafından 1980’lerde ölçülenden 28 saniye daha uzun.

28 saniyelik fark, bilimsel açıdan çok önemli, çünkü gezegenin manyetik alanını ve atmosferik dinamiklerini anlamak için daha doğru veriler sunuyor.

Nature Astronomy dergisinde yayımlanan araştırma, Hubble Uzay Teleskobu’nun 10 yıllık aurora gözlemlerine dayanıyor. Araştırma, Hubble’ın 35. yıldönümüne denk gelen bir dönemde duyuruldu (24 Nisan 1990’da yörüngeye yerleştirilmişti).

Araştırma, sadece Uranüs’ün gün uzunluğunu değil, aynı zamanda aurora ve manyetosfere sahip diğer gök cisimlerinin dönüş sürelerini hesaplama yöntemlerini de geliştirebilir.

13 Mart 1781’de William Herschel tarafından keşfedilen Uranüs, Güneş Sistemi’nde yedinci sırada yer alan gezegendir.

Uranüs’ün çapı yaklaşık 50 bin 724 kilometre olup, Dünya’nın yaklaşık 4 katı büyüklüğündedir. Bu, onu gaz devleri arasında (Jüpiter ve Satürn’dan sonra) üçüncü büyük gezegen yapar.

“Buz devi” olarak sınıflandırılan Uranüs, Dünya’nın 14.5 katı kütleye sahiptir, ama Jüpiter veya Satürn kadar yoğun değildir. Jüpiter ve Satürn gibi gaz devlerinden farklı olarak, içinde daha fazla su, amonyak ve metan buzu bulunur.

Güneş etrafındaki bir turu (yörünge süresi) yaklaşık 84 Dünya yılı sürer. Yani bir Uranüs yılı, ortalama bir insan ömründen daha uzundur!

Uranüs’ün en dikkat çekici özelliği, eksen eğikliğinin 97.77 derece olmasıdır. Bu, gezegenin neredeyse “yan yatmış” gibi dönmesine neden olur. Bu durumun, geçmişte büyük bir çarpışmadan kaynaklandığı düşünülüyor.

Uranüs’ün 13 bilinen halkası vardır, ancak bunlar Satürn’ün halkaları kadar parlak veya belirgin değildir. 1977’de keşfedildiler ve çoğunlukla toz ve küçük parçacıklardan oluşuyor.

Şu ana kadar 27 uydusu keşfedildi. En büyükleri Titania, Oberon, Umbriel, Ariel ve Miranda’dır. Bu uydular, Shakespeare’in oyunlarından ve Alexander Pope’un eserlerinden isimlendirilmiştir.

Paylaşın

Merkür’ün Nasıl Oluştuğu Gizemi Çözülmüş Olabilir

Güneş sisteminin en küçük ve en içteki gezegeni olan Merkür, ilk bakışta Dünya’nın uydusu Ay’a çok benziyor, ancak kendine özgü jeolojisi ve oluşum tarihi var.

Haber Merkezi / Yeni yayınlanan bir araştırmaya göre; Merkür, benzer büyüklükteki iki dev kayalık gövdenin çarpışmasından birkaç milyar yıl sonra oluştu.

Bilim insanları uzun zamandır Merkür’ün nasıl oluştuğunu anlamaya çalışıyorlar. Brezilya, Almanya ve Fransa’daki bilim insanlarının yaptığı yeni bir araştırma bu soruya ışık tuttu.

Brezilya’daki Ulusal Gözlemevi’nden Patrick Franco, benzer büyüklükteki iki kayalık cismin Merkür’e benzer bir gezegen oluşturup oluşturamayacağını araştıran yeni bir araştırmaaya öncülük etti.

Araştırmada, Dünya’nın kütlesinin sadece yüzde 10’undan biraz fazla kütleye sahip bir ana gövde, Proto Merkür ve yüzde 30 demir bileşimi kullandılar.

Bilim insanları, simülasyonlarda çeşitli miktarlarda demir içeren çeşitli boyutlardaki ikincil gövdelerle deneyler gerçekleştirdiler.

Bilim insanları ayrıca, iki gövde arasındaki çarpma hızlarını, karşılıklı kaçış hızının 2,8 ila 3,8 katı arasında değiştirdiler. Kaçış hızı, bir cismin birincil gövdenin yörüngesinden kaçması veya onunla temas etmesi için gereken minimum hızdır.

Bilim insanları, bu parametreler dahilinde, milyarlarca yıl önce erken Güneş Sistemi’nde meydana gelebilecek çarpışma senaryoları üzerinde deneyler gerçekleştirdiler.

Sonunda Merkür’ün benzer büyüklükteki kayalık bir cismi çarpıp kaçma çarpışmasında sıyırıp geçtiği ve bunun da dış malzemesinin çoğunu kaybetmesine yol açtığı bir düzenek keşfettiler.

Bu simülasyonda, Merkür’ün kütlesine yüzde 5’lik bir farkla uyan ve yüzde 65 – 75 demirden oluşan bir çekirdek bırakan, Merkür’ün şu anki yüzde 70 değerine uyan bir gezegen oluşturdu.

Bilim insanları, bunun, böyle bir çarpışmanın bugün bildiğimiz gezegeni oluşturduğuna dair güçlü bir kanıt olduğunu belirttiler.

Sonuç olarak araştırma, Merkür’ün benzer büyüklükteki iki dev kayalık cismin çarpışması sonucu oluştuğunu söylüyor.

Paylaşın

Güneş Sistemi’ni Yıldızlararası Geçiş Yapan Büyük Bir Nesne Mi Şekillendirdi?

Yeni bir teori, milyarlarca yıl önce yıldızlararası geçiş yapan devasa bir nesnenin Güneş Sistemi’nden geçerken gezegenlerin yörüngelerini değiştirmiş olabileceğini öne sürüyor.

Haber Merkezi / Bu şaşırtıcı teori, Güneş Sistemi’nin nasıl şekillendiğine dair düşüncelerimizi yeniden şekillendiriyor.

Güneş Sistemi, varoluş yolculuğuna yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, yoğun, dönen bir gaz ve toz bulutundan çıkarak başladı. Gezegenler bu dönen gaz bulutunun içinde oluştu ve dairesel, eş düzlemli yörüngelerde hizalandı. Ancak bu pastoral resim, özellikle Jüpiter ve Neptün gibi dış gezegenlerin yörüngelerindeki bazı kafa karıştırıcı düzensizlikleri hesaba katmıyor.

Bilim insanları, bu düzensizliği açıklamak için gezegenler arasındaki kütle çekim etkileşiminin gezegenlerin konumlarını değiştirdiği “gezegen göçü” teorisine güvendiler. Ancak bu teori bile temel soruları cevapsız bırakıyor. Gaz devlerinin yörüngeleri neden hafifçe eksantrik görünüyor? Neden sadece gezegensel dinamiklerin ötesinde bir bozulmayı ima edecek kadar eğikler?

Yeni teori, henüz hakem denetiminden geçmemiş olsa da, ilgi çekici bir olasılığı ortaya koyuyor: Jüpiter’in kütlesinin 50 katı kadar olan yıldızlararası geçiş yapan bir nesne, milyarlarca yıl önce güneş sisteminden geçmiş olabilir. Güneş’e 20 astronomik birim (AU) mesafeden geçen böylesine büyük bir cisim, gezegenleri kütleçekimsel olarak bugün gözlemlediğimiz yörüngelere itmiş olabilir.

Bilim insanları, gelişmiş bilgisayar simülasyonları kullanarak bu karşılaşmanın gerçekleşme olasılığının 100’de 1 olduğunu hesapladılar. Bu düşük bir ihtimal gibi görünse de, astronominin geniş zaman ölçeğinde, ciddi olarak değerlendirilmesi gereken bir olasılıktır.

Böyle bir bozulmaya ne tür bir nesne neden olmuş olabilir? Kendi yıldız sisteminin dışına fırlatılmış bir gaz devi olabilir. Ayrıca, yıldızlararası daha büyük bir yapının parçası da olabilir. Her şeye rağmen, böyle büyük bir nesnenin etkisi derin olurdu, gezegenlerin yörüngelerini değiştirir ve güneş sisteminin yapılandırmasında kalıcı iz bırakırdı.

Bu yıldızlararası geçiş yapan büyük nesne teorisi geçerliyse, teori, yıldız sistemleri hakkında uzun süredir kabul gören varsayımlara meydan okuyor. Ayrıca yeni sorular da ortaya çıkarıyor: Kaç yıldız sistemi benzer karşılaşmaların izlerini taşıyor olabilir? Bunun gibi nesneler sadece yörüngeleri değil, yeni oluşan sistemlerdeki yaşam koşullarını da etkileyebilir mi?

Paylaşın

Bilim İnsanları, Güneş Sistemi’nde “Yıldızlararası Tünel” Keşfetti

Bilim insanları, yakın zamanda Güneş Sistemi’nin etrafında yaklaşık bin ışık yılı boyunca uzanan geniş bir boşluk olan Yerel Sıcak Kabarcığı’nı (LHB) haritaladı.

Oluşumu antik süpernova patlamalarına dayanan bu düşük yoğunluklu bölge, bilim insanlarını büyülüyordu.

Çığır açan yeni bir araştırma, Yerel Sıcak Kabarcığı’nın (LHB) bir özelliğini ortaya çıkardı: Centaurus takımyıldızına doğru bir yıldızlararası tünel. Bilim insanlarına göre tünel, başka yıldız sistemlerine bağlanabilir.

Bilim insanları, Güneş Sistemi’nde başka yıldız sistemlerine bağlanabilecek bir “yıldızlararası tünel” bulduklarını açıkladı.

Astronomy & Astrophysics (AA) adlı hakemli bilimsel dergide yayınlanan araştırmaya göre tünel, yüzlerce ışık yılına denk bir alanı kapsayarak Güneş Sistemi’ni çevreleyen ve “Yerel Sıcak Kabarcık” olarak bilinen muazzam sıcaklıktaki gaz yapısının bir parçası.

Bulgular, bu tünelin yakındaki daha büyük bir kabarcıkla bağlantı kurabileceğini gösteriyor.

Almanya’daki Max Planck Dünya Dışı Fizik Enstitüsü’nden bilim insanları, Dünya atmosferinin tamamen dışındaki ilk x-ışını gözlemevi olan eROSITA teleskobunun topladığı verileri inceledi.

Bilim insanları, Yerel Sıcak Kabarcık’ın üç boyutlu modelini oluşturarak bu devasa yapının önceden bilinen bazı özelliklerini doğruladı. Ancak aynı zamanda tamamen yeni özellikler de buldu.

Michael Freyberg, “Bilmediğimiz şey, daha soğuk olan yıldızlararası ortamda bir boşluk açarak Centaurus’a doğru uzanan bir yıldızlararası tünelin varlığıydı,” dedi.

Yerel Kabarcık’ın varlığı, 50 yıldan uzun bir süre önce, gözlemlerin arka planındaki X-ışını radyasyonunun varlığını açıklamak için ortaya atıldı.

Yıldız sistemleri arasındaki boşluk, dağınık gaz ve toz bulutlarıyla dolu olduğundan bu düşük enerjili X-ışını emisyonlarının, gök bilimcilerin onları tespit etmesinden çok önce emilmiş olması gerekiyordu.

Bilim insanları, bu kabarcığın, yaklaşık 14 milyon yıl önce bir dizi süpernovanın yakınlardaki tüm gaz ve toz bulutunu savurarak yaklaşık 1.000 ışık yılı çapında bir boşluk oluşturmasıyla doğduğunu düşünüyor. Buna kanıt olarak, eski süpernovaların kalıntıları sunuluyor.

Yeni araştırmanın yazarları, keşfettikleri yıldızlararası tünelin, yıldızların saldığı enerji patlamalarıyla oluşan ve tüm Samanyolu Galaksisi’ni kaplayan yıldızlararası ortam ağının parçası olabileceğini öne sürüyor.

Yıldızlararası tünelle birlikte, Yerel Kabarcık’ın ayrıntılı modellemesi, kuzey bölgesinin güneyden belirgin şekilde daha sıcak olduğunu da gösterdi.

Bu da son birkaç milyon yılda, kabarcığı genişleten ve içindeki maddeyi tekrar ısıtan yeni süpernovaların gerçekleşmiş olabileceğini düşündürüyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Gök Bilimciler, Yeni Bir ‘Güneş Sistemi’ Keşfetti

Gök bilimciler, milyarlarca yıl önce oluşmuş, altı gezegenden oluşan, senkronize, nadir bir güneş sistemi keşfettiler. Keşfin, Samanyolu Galaksisi’ndeki güneş sistemlerinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya yardımcı olabileceği kaydedildi.

Dünya’dan 100 ışık yılı uzaklıkta (1 ışık yılı 5,8 trilyon mildir) yer alan güneş sistemi içindeki gezegenlerin hiçbiri yıldızın yaşanabilir bölgesinde değil; bu, yaşam ihtimalinin çok az olduğu anlamına geliyor.

Gök bilimciler, bu güneş sisteminin benzersiz olduğunu çünkü altı gezegenin tamamının mükemmel bir şekilde senkronize edilmiş bir senfoniye benzer şekilde hareket ettiğini söyledi.

BBC Türkçe’nin aktardığı keşifle ilgili araştırma bilim dergisi Nature’da yayımlandı.

Bu sistem bilim insanlarına, yaşam barındırma ihtimali olan gezegenleri inceleyebilmeleri için ideal şartlar sunuyor.

Sistemin merkezindeki yıldız HD110067 yıllardır gök bilimcilerin merakını celbediyordu. Sistemdeki gezegenlerin hepsi hemen aynı büyüklükte ve yaklaşık 12 milyar yıl önce oluşmalarından bu yana çok az yapısal değişiklik geçirdiler. Bu da bu sistemin nasıl oluştuğuna ve canlı yaşamı barındırıp barındırmadığına dair çalışma yapma olanağı sunuyor.

Araştırmayı yöneten Chicago Üniversitesi’nden Dr Rafael Luque, bulunan sistemi “mükemmel güneş sistemi” olarak tanımlıyor: “Bu gezegenler, oluşumlarını gözlemlemek için çok ideal çünkü başlangıçları kaotik değil ve oluştuklarından bu yana değişmediler.”

İngiltere’deki Warwick Üniversitesi’nden Dr Marina Lafarga-Magro da “Bu gerçekten çok heyecan verici, daha önce kimsenin görmediği bir şeyi görüyoruz” dedi.

Kendi Güneş Sistemimiz oldukça “yıkıcı ve şiddetli” bir süreçle oluşmuştu. Gezegenler oluşurken bazıları birbirine çarpmış, yörüngelerini değiştirmiş ve bu nedenle sistemimizde Jüpiter, Satürn gibi dev gezegenler yanında, Dünya gibi daha küçük boyuttaki gezegenler de oluşmuştu.

HD110067 sisteminin oluşma süreciyse bizimkinden neredeyse “tamamen farklıydı”.

Bu sistemdeki gezegenlerin hepsi hemen hemen aynı boyutta ve Güneş Sistemimizdeki gezegenlerin bağlantısız yörüngelerinin aksine, bu gezegenler senkronize hareket ediyor.

HD110067’ye en yakın gezegen yıldız etrafında 3 kez dönerken, bir sonraki gezegen 2 kez, bir sonraki tek kez dönüyor. 4. gezegenden itibarense gezegenler birbirleriyle 4:3 oranında göreceli yörünge hızıyla dönüyor.

Bu karmaşık hareket kendi içinde o kadar hassas ve düzenli ki, araştırmacılar her gezegene bir nota ve ritm tanımlayarak, bu hareketi bir müzik kutusunun yapacağı gibi bir müzik parçasına dönüştürdü.

Geçen 30 yılda astronomlar binlerce güneş sistemi keşfetti ama bunlardan hiçbiri gezegenlerin oluşumunu araştırmak için bu kadar uygun şartlar sunmuyor.

Sistemin merkezindeki parlak yıldız da gezegenlerin atmosferlerinde yaşamın izlerini araştırmayı kolaylaştırıyor.

Sistemdeki 6 gezegen de birer “küçük Neptün” olarak adlandırılıyor. Neptün Dünya’nın yaklaşık 4 katı büyüklükte. Yeni keşfedilen sistemdeki gezegenlerin hepsi Dünya’nın yaklaşık 2-3 katı büyüklükte.

Yakın zamanda bilim dünyasına büyük heyecan veren bir keşif daha yapılmıştı. Başka bir sistemdeki, boyutları yine Neptün’e yakın K2-18b gezegeninin atmosferinde Dünya’daki canlıların yarattıklarına benzer gazların izleri bulunmuştu. Astronomlar bu izlere “biyo-imza” diyor.

Neptün’e benzer bu gezegenlerin galaksimizdeki en yaygın gezegen tipi olduğu tahmin ediliyor. Yine de astronomlar bu gezegenler hakkında çok az bilgiye sahip.

Kayalardan mı, gazdan mı, sudan mı oluştukları ve daha da önemlisi, yaşam koşullarına sahip olup olmadıkları bilinmiyor.

Dr Luque’a göre bu detayları öğrenebilmek şu an astronomi dünyasının en çok uğraştığı konulardan ve bu yüzden HD110067 sistemi, bu soruların yanıtlarını bulmakta büyük bir fırsat olabilir. Dr Luque yanıtlara 10 yıldan kısa bir sürede ulaşabileceğimizi umut ediyor.

Araştırma ekibi bu tür gezegenlerin yaşam koşullarını oluşturduğunu bulursa, bu Dünya dışı yaşamın izlerini bulmaya da yaklaştığımız anlamına gelecek.

Son keşif Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın TESS ve Cheops uyduları kullanarak yapıldı.

Paylaşın

Venüs’te “Olası Yaşam Belirtileri” Bulundu

Dr. Michelle Thaller, “Venüs’ün atmosferinde olası yaşam belirtileri görüyoruz. Muhtemelen Jüpiter ve Satürn’ün buzlu uydularındaki buzun altında da hayat olabilir. Güneş Sistemi basit yaşamla, mikrobik yaşamla dolu olabilir. Uzayda yaşımı keşfettiğimizi söyleyebilmemiz için yüzde 100 kesinliğe ulaşmamız gerekiyor ve henüz buna sahip değiliz.” dedi.

Dr. Thaller, “Venüs’ü hiç beklemiyordum. Venüs şu anda atmosferinde bakteriler tarafından üretilebilecek gibi görünen maddeleri gördüğümüz bir gezegen. Bence Güneş Sistemi’nde hayat olduğuna dair kanıt elde etmemiz sadece bir zaman meselesi. Henüz elimizde kesin bir kanıt yok. Dışarıda bir yaşam olduğunu düşünüyor muyum? Kesinlikle.” ifadelerini kullandı.

NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’nde araştırmacı olarak görev yapan Dr. Michelle Thaller, ABD’nin New York kentinde yer alan Artechouse’da düzenlenen ve ziyaretçileri derin bir uzay keşfi deneyimine sürüklemeyi amaçlayan ‘Beyond the Light’ (Işığın Ötesi) adlı sergisinde The Sun gazetesine konuştu.

Thaller, “Kesinlikle başka bir gezegende yaşam bulacağımızı düşünüyorum. Mars’ta, Dünya’da olsaydı yaşamdan kaynaklandığını söyleyeceğimiz bir kimya görüyoruz. Ancak asıl soru şu: Mars’ı ne kadar iyi anlıyoruz ve bir şeyler bizi kandırıyor mu?” diye konuştu.

Thaller sözlerine şöyle devam etti: “Venüs’ün atmosferinde olası yaşam belirtileri görüyoruz. Muhtemelen Jüpiter ve Satürn’ün buzlu uydularındaki buzun altında da hayat olabilir. Güneş Sistemi basit yaşamla, mikrobik yaşamla dolu olabilir. Uzayda yaşımı keşfettiğimizi söyleyebilmemiz için yüzde 100 kesinliğe ulaşmamız gerekiyor ve henüz buna sahip değiliz.”

‘Venüs’ü hiç beklemiyordum’

Diğer taraftan, tüm bu seçenekler arasında Dr. Thaller, Venüs’ün yaşam barındırma potansiyeli konusunda heyecan duyuyor. Kalın asidik atmosferinin altında 475 derece kavurucu sıcaklıklara maruz kalan Venüs,oraya inen bir insanı anında öldürebilir, ancak yine de birçok çalışma, bu gezegenin bulutlarında mikrobik yaşamın olabileceğini gösterdi.

Dr. Thaller, “Venüs’ü hiç beklemiyordum. Venüs şu anda atmosferinde bakteriler tarafından üretilebilecek gibi görünen maddeleri gördüğümüz bir gezegen. Bence Güneş Sistemi’nde hayat olduğuna dair kanıt elde etmemiz sadece bir zaman meselesi. Henüz elimizde kesin bir kanıt yok. Dışarıda bir yaşam olduğunu düşünüyor muyum? Kesinlikle.” diye konuştu.

(Kaynak: Sputnik Türkçe)

Paylaşın

Süpernova, Güneş Sistemini Neredeyse Yok Ediyormuş

Güneş’in yakınında meydana gelen bir süpernovanın sistemi az kalsın yok edeceği ortaya çıktı. Süpernova, enerjisi biten Büyük Yıldızların şiddetle patlaması durumuna verilen addır.

Bir süpernovanın parlaklığı Güneş’in parlaklığının yüz milyon katına varabilir. Güneş’i çevreleyen moleküler gaz bulutunun bir nevi koruma kalkanı görevi görerek yıldızı bu şiddetli patlamanın etkisinden koruduğu düşünülüyor.

Yeni bir araştırma, Güneş Sistemi’nin milyarlarca yıl önce yok olmanın eşiğinden döndüğünü ortaya koydu.

Yaklaşık 4 milyar yıl önce henüz emekleme aşamasında olan Güneş’in yakınında meydana gelen bir süpernovanın sistemi az kalsın yok edeceği anlaşıldı.

O dönemde Güneş’i çevreleyen moleküler gaz bulutunun bir nevi koruma kalkanı görevi görerek yıldızı bu şiddetli patlamanın etkisinden koruduğu düşünülüyor.

Araştırmanın ardında Japonya Ulusal Astronomi Gözlemevi’nden astrofizikçi Doris Arzoumanian liderliğindeki bir ekip yer alıyor.

Ekip bu keşfi meteoritlerden toplanan elementlerin izotoplarını inceleyerek yaptı.

İncelenen meteoritler, Güneş’in ve daha sonra yörüngesindeki gezegenlerin oluştuğu sırada etrafta saçılmış durumda olan asteroit parçaları.

Araştırmacılar, yıllar boyunca bir şekilde Dünya’ya ulaşmayı başaran bu meteoritlerin, Güneş Sistemi’nin geçmişine ışık tutan “fosiller” olduğunu söylüyor.

Ekip, meteorit örneklerinde değişen yoğunluklarda radyoaktif alüminyum izotopları buldu.

Bu bilgi, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, fazladan radyoaktif alüminyumun Güneş’in çevresine girdiği anlamına geliyordu.

Araştırmacılara göre bu meteoritlerde fazladan radyoaktif maddenin keşfedilmesi, ancak yakınlarda bir süpernovanın meydana gelmesiyle açıklanabilir.

Hakemli bilimsel dergi Astrophysical Journal Letters’ta yayımlanan makalede, “Güneş Sistemimiz henüz bebeklik dönemindeyken muhtemelen bir süpernova patlama dalgasından sağ çıktı” ifadeleri yer aldı:

Güneş Sistemi’nin kozası (yani içine doğduğu moleküler gaz bulutu) muhtemelen bu şok dalgasına karşı tampon görevi gördü.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın