“Eski Dünya Düzeni Yıkıldı” Mı, Yoksa Kapitalizmin Çatlakları Mı Görünür Oldu?
Popüler politik söylemde sıklıkla tekrarlanan bir cümle var: Eski dünya düzeni yıkıldı. Bu ifade, çok önemli bir şeyi gizliyor: Yıkılan düzen değil, düzenin eşitsizlikleri taşıma kapasitesi.
Haber Merkezi / Kapitalist sistem, tarihsel olarak hiçbir zaman sabit bir düzen sunmamıştır; yalnızca krizler arasında soluklanan bir genişleme ve çöküş döngüsü sunmuştur. Dolayısıyla bugün tanık olunan şey, düzenin sonu değil, kapitalizmin kendi iç yasaları gereği ürettiği yeni bir çalkantı evresidir.
Karl Marx’ın çok açık bir şekilde söylediği gibi: Sermaye birikimi sonsuz büyüme ister, fakat bu büyüme kendi sınırlarına çarpar.
Bugün “düzenin yıkılması” diye sunulan durum, esas olarak sermaye birikiminin yeniden kriz noktasına gelmesidir:
Kar oranlarının düşme eğilimi,
Küresel tedarik zincirlerinin kırılganlaşması,
Emeğin giderek güvencesizleşmesi,
Devletlerin sermayeyi kurtarmak için üstlendiği devasa borçlar…
Bütün bunlar, kapitalizmin tarihsel bir çelişkisini yeniden görünür kılmaktadır: Üretim toplumsal, sahiplik ise özel.
Üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki bu çatışma derinleştikçe, düzen “çöküyor” gibi görünmektedir. Oysa çöküş, kapitalizmin kendisidir; düzen hala aynı düzen: Sermayenin egemenliği.
“Eski düzen” denilen şey aslında II. Emperyal Paylaşım Savaşı (Dünya Savaşı) sonrası sömürgeci güç dengelerinin adıdır. ABD’nin hegemonyası, dolar merkezli ekonomi, NATO’nun siyasal mimarisi…
Bugün bu yapı çözülüyor, ama bu çözülüş yeni bir özgürlük alanı değildir: Emperyalist rekabetin yeniden kızıştığı bir dönemin adıdır.
Sermaye sınıfının hegemonyası zayıfladığında, boşluğu barış değil, yeni bir paylaşım mücadelesi doldurur.
Lenin’in tarif ettiği emperyalizm evresi tam da budur: Sermayenin dünyayı aralarında yeniden paylaşma kavgası.
Bugün tanık olduğumuz çok kutupluluk, romantik bir “yeni düzen” değil; sermayenin yeni bir savaşım biçimidir.
Kapitalizmin çelişkisi yalnızca ekonomik değildir; teknolojik gelişme de bu çelişkiyi büyütmektedir. Yapay zeka, otomasyon, biyoteknoloji… Hepsi üretici güçleri tarihte görülmemiş bir noktaya taşımktadır.
Fakat Marksist bir gerçek var: Üretici güçler geliştikçe, mevcut üretim ilişkileri onları daha fazla sınırlamaya başlar.
Bugün yaşanan “düzen krizinin” asıl nedeni budur:
Teknoloji büyüyor,
Üretkenlik artıyor,
Toplumsal zenginlik katlanıyor,
ama emeğin payı küçülüyor, güvencesizlik yayılıyor, sermaye yoğunlaşıyor.
Zenginlik arttıkça yoksulluk derinleşiyorsa, mesele düzenin yıkılması değildir; üretim ilişkilerinin artık tarihsel misyonunu tamamlamış olmasıdır.
Kurumlara duyulan güvensizlik, işçilerin güvencesizliği, gençlerin umutsuzluğu, iklim krizinin faturasının emekçilere yıkılması…
Bunlar bir “düzen çöküşü” değil; kapitalizmin küresel ölçekte sınıf karakterinin görünür olmasıdır.
Kapitalizm yalnızca kriz üretmez; krizin maliyetini emekçilere ödetir.
Bugün “düzenin yıkılması” diye paketlenen şey, aslında ideolojik perdenin yırtılmasıdır. Sistem aynı sistem—sadece artık makyajsız.
Soru artık şudur:
Bu kriz, sermayenin kendini yeniden yapılandıracağı bir dönem mi olacak, yoksa kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel sınırına işaret eden bir eşik mi?
Marksist çerçeve şunu önerir: Kapitalizm kendi çelişkilerini çözemez; yalnızca erteler. Her erteleme, daha büyük bir patlama yaratır.
Dolayısıyla önemli olan “eski düzenin yıkılması” değil, yeni bir toplumsal düzenin kurulup kurulamayacağıdır.
Bu düzenin adı da, Marksist geleneğin yüz yıldır söylediği gibi bellidir: Toplumsal mülkiyete dayalı, emekçi sınıfların çıkarını önceleyen, eşitlikçi bir düzen.
Gerisi, sermayenin krizlerinin makyajlanmış versiyonlarıdır.





























