İklim Değişikliği: Avrupa’da En Sıcak İkinci Kış

2021-2022 kışı Avrupa’da şimdiye kadar kaydedilen en sıcak ikinci kış oldu. Rekor kıran sıcaklık ise 2019-2020 kışına ait kalmaya devam etti. Avrupa’da yaşanan durum bir istisna değil, küresel ısınma tüm dünyada sıcaklıkları artırıyor.

Sanayi öncesi ortalamaların üzerindeki insan kaynaklı ısınma 2017 yılında yaklaşık 1dereceye ulaştı. 2024 yılında kadar 1,5 dereceye ulaşma yolunda ilerliyor.

Avrupa Birliği’nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi tarafından yayınlanan veriler, küresel ısınmanın geleneksel mevsimleri nasıl değiştirdiğini ortaya koydu.

Avrupa’da aralık ve şubat ayları arasında ortalama sıcaklıklar 1991-2020 ortalamasının 1,4 derece üzerinde gerçekleşti.

Mevsim normallerinin üzerinde artan sıcaklık 2021-2022 kışını Avrupa’da şimdiye kadar kaydedilen en sıcak ikinci kış mevsimi haline getirdi. Rekor kıran sıcaklık ise 2019-2020 kışına ait kalmaya devam etti.

Yılbaşı döneminde kıtanın bazı bölgeleri kış mevsimine göre sıcak hava dalgasının etkisi altında kaldı.

Anormal derecede ılıman seyreden hava sıcaklıklarının pistleri sulu kara çevirmesi nedeniyle birçok kayak merkezi geçici olarak kapanmak zorunda kaldı.

Copernicus verilerine göre, sıcaklıklar özellikle Doğu Avrupa ve Kuzey İskandinavya’da yüksek seyretti.

Birçok ülkede bölgesel sıcaklık rekorları kırıldı. Örneğin İsviçre’de, Alplerin kuzeyinde 19,4 derece ile şimdiye kadarki en yüksek kış sıcaklığı kaydedildi. Kuzey İspanya ise yaklaşık 25 derecenin tadını çıkardı.

Ancak yüksek sıcaklıklar, şubat ayına kadar devam eden kaygı verici bir yağış eksikliğiyle aynı zamana denk geldi.

Copernicus merkezinin analizine göre, “Şubat 2023’te batı ve güney Avrupa’nın çoğu ortalamanın üzerinde kurak koşullar yaşadı, bazı bölgelerde toprak neminin rekor düzeyde düştüğü görüldü.”

İtalya’da Garda Gölü’nün su seviyesi yılın bu zamanı için ortalamanın yaklaşık 65 cm altına düştü. Po nehri ile Maggiore ve Como göllerinin sularının da alışılmadık derecede düşük değerlere geriledi.

İspanya’daki zeytin ve zeytinyağı üreticileri aşırı kuraklık sebebiyle bu yıl zeytin hasadının yarı yarıya düşebileceği uyarısında bulundu.

Kış sıcak hava dalgasının sorumlusu iklim değişikliği mi?

Avrupa’da yaşanan durum bir istisna değil, çünkü küresel ısınma tüm dünyada sıcaklıkları artırıyor. Sanayi öncesi ortalamaların üzerindeki insan kaynaklı ısınma 2017’de yaklaşık 1dereceye ulaştı. 2024’e kadar 1,5 dereceye ulaşma yolunda ilerliyoruz.

Ortalama sıcaklıklar arttıkça kutuplar eriyor. Copernicus’a göre Antarktika’daki deniz buzu şubat ayı ortalamasının yüzde 34 altına düşerek kayıtların tutulmaya başlamasından bu yana en düşük seviyeye geriledi.

Uzmanlar bu durumun küresel deniz seviyesini yükseltebileceği uyarısında bulundu. Copernicus İklim Değişikliği Servisi Müdür Yardımcısı Samantha Burgess, “Deniz buzunun azalmasının Antarktika’daki buz sahanlıklarının istikrarı ve nihayetinde küresel deniz seviyesinin yükselmesi üzerinde önemli etkileri olabilir” diye açıkladı.

Copernicus temmuz ayında Antarktika’da deniz buzu alanının 1 milyon 53 bin kilometrekareye gerilediğini duyurmuş ve bu ölçümün tarihin en düşük düzeyi olduğuna dikkat çekmişti.

(Kaynak: Eurnews Türkçe)

Paylaşın

Denizlerdeki Plastik Kirliliği 2040 Yılına Kadar 2,6 Kat Artabilir

Araştırmalar, denizlerin giderek nasıl plastik çöplüğüne dönüştüğünü ortaya koyuyor. Yasal olarak bağlayıcı küresel politikalar getirilmediği takdirde denizlerdeki plastik kirliliğinin 2040 yılına kadar 2,6 kat artabileceği öngörülüyor.

Birleşmiş Milletler, önümüzdeki yılın sonuna kadar yasal olarak bağlayıcı bir anlaşma hazırlamak amacıyla Kasım ayında Uruguay’da müzakerelere başladı.

Greenpeace de güçlü bir küresel anlaşma olmadan plastik üretiminin önümüzdeki 10 ila 15 yıl içinde ikiye, 2050 yılına kadar ise üçe katlanabileceğini söyledi.

Son yapılan araştırmalara göre, dünya okyanuslarına karışan plastikler 2005 yılından bu yana “eşi benzeri görülmemiş” şekilde arttı. Daha da kötüsü önlem alınmazsa 2040 yılına kadar neredeyse üç katına çıkabilir.

Plastik kirliliğini azaltmak için kampanyalar yürüten ABD’li Five Gyres Enstitüsü tarafından yapılan araştırmanın sonuçları, okyanusların giderek nasıl plastik çöplüğüne dönüştüğünü ortaya koydu.

2019 yılı itibariyle okyanuslarda 171 trilyon plastik parçacığın yüzdüğünün tahmin edildiğini belirten araştırmacılar, yasal olarak bağlayıcı küresel politikalar getirilmediği takdirde denizlerdeki plastik kirliliğinin 2040 yılına kadar 2,6 kat artabileceğini öngörüyor.

“Araştırmanın sonuçları akıl almaz boyutlarda”

Çalışmada, 1979’dan 2019’a kadar olan dönemi kapsayan altı büyük deniz bölgesindeki 11 bin 777 okyanus istasyonundan alınan plastik kirliliği verileri incelendi.

Euronews Türkçe’den Melis Ozoglu’nun aktardığına göre, Five Gyres Enstitüsü kurucularından Marcus Eriksen yaptığı açıklamada, “Milenyumdan bu yana küresel okyanusta mikroplastiklerde endişe verici bir üstel büyüme eğilimi tespit ettik” dedi.

Plastik uzmanı olan bilim insanı Paul Harvey ise “Bu yeni araştırmadaki rakamlar şaşırtıcı derecede olağanüstü ve neredeyse akıl almaz boyutlarda” şeklinde konuştu.

Birleşmiş Milletler, önümüzdeki yılın sonuna kadar yasal olarak bağlayıcı bir anlaşma hazırlamak amacıyla Kasım ayında Uruguay’da müzakerelere başladı.

Greenpeace de güçlü bir küresel anlaşma olmadan plastik üretiminin önümüzdeki 10 ila 15 yıl içinde ikiye, 2050 yılına kadar ise üçe katlanabileceğini söyledi.

Paylaşın

Birleşmiş Milletler’de Denizlerin Korunması İçin Tarihi Anlaşma

Birleşmiş Milletlerde (BM), açık denizlerde biyoçeşitliliğin korunması için yaklaşık 20 yıldır süren görüşmelerin ardından anlaşma sağlandı. Açık denizlerdeki biyoçeşitlilik, iklim değişikliği, aşırı avlanma ve nakliye trafiği gibi nedenlerden tehlike altında bulunuyor.

İklim değişikliğiyle mücadele bağlamında önemli bir adım olarak değerlendirilen anlaşmaya ilişkin BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Tüm tarafları tebrik ediyorum. Şimdiki ve gelecekteki nesiller için daha güvenli, sağlıklı, dayanıklı ve verimli bir okyanus için birlikte çalışmaya devam edeceğimiz günleri iple çekiyorum” dedi.

BM’de anlaşmanın resmi olarak kabul edilmesi bekleniyor. Bunun ardından imzaya açılacak anlaşmaya, BM ülkeleri taraf olup olmayacağına karar verecek.

Birleşmiş Milletler’de (BM), açık denizlerde biyolojik çeşitliliğin korunması için yıllar süren görüşmelerin ardından anlaşma sağlandı.

Anlaşmaya, New York’ta iki haftadır yürütülen Hükümetlerarası Konferans kapsamında son iki gündür süren müzakereler sonucunda varıldı.

15 yıldır üzerinde çalışılan anlaşma, ülkelerin ulusal deniz yetki alanlarının ötesindeki biyoçeşitliliği korumayı amaçlıyor. Anlaşmayla 2030 yılına kadar dünyadaki kara ve okyanusların yüzde 30’unun korunması öngörülüyor. Açık denizlerdeki biyoçeşitlilik, iklim değişikliği, aşırı avlanma ve nakliye trafiği gibi nedenlerden tehlike altında bulunuyor.

Açık denizlerde balıkçılık faaliyetlerine kısıtlamalar getiren anlaşma, deniz mayınları, deniz ulaşım yolları ve keşif faaliyetlerine de sınırlamalar getirecek.

Delegeler tarafından büyük coşku ve alkışlarla karşılanan anlaşmayla ilgili olarak Konferans Başkanı Rena Lee, “Gemi kıyıya yanaştı” değerlendirmesinde bulundu.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres de, iklim değişikliğiyle mücadele için önemli bir adım olarak görülen anlaşmayı “Okyanusların karşı karşıya olduğu yıkıcı eğilimlerle mücadele ve çok taraflılık adına şimdiki ve gelecek nesiller için bir zafer” ifadeleri ile değerlendirdi.

Uluslararası çevre örgütü Greenpeace’in yetkilisi Laure Meller ise anlaşma için, “Bölünmüş bir dünyada doğayı ve insanları korumanın jeopolitiğe karşı galip gelebileceğinin bir işareti” olarak nitelendirdi.

Yalnızca yüzde 1’i koruma altındaydı

Açık denizler, dünyadaki okyanuslarının yüzde 60’ından fazlasını ve gezegenin neredeyse yarısını kaplıyor. İnsanların ve diğer canlıların soluduğu oksijenin yarısı okyanus ekosistemleri tarafından oluşturuluyor. Bunun yanında insan faaliyetlerinden yayılan karbondioksitin çoğunu emerek küresel ısınmayı dengeliyor.

Halihazırda açık denizlerin yalnızca yaklaşık yüzde biri koruma altındaydı. Yeni anlaşma yürürlüğe girdiğinde, hiçbir ülkenin yetki alanına girmeyen uluslararası sularda da deniz koruma alanları oluşturulabilecek.

Anlaşmanın resmen ilan edilmesinin ardından, bir sonraki aşamada BM üyesi ülkeler anlaşmaya taraf olup olmayacaklarına karar verecek.

Paylaşın

Avrupa, Yıkıcı Kuraklığın Eşiğinde

Sıcaklıkların son 30 yılda küresel ortalamanın iki katından fazla arttığı Avrupa’nın bir su felaketinin eşiğinde olduğu  ve bu durumun yaban hayatını, habitatları ve tarımı şimdiden etkilediği bildirildi.

Uydu verileri, 2018 ve 2019’un yaz aylarında Orta Avrupa’da çarpıcı bir su sıkıntısının başladığını gösteriyor. O zamandan beri, yeraltı suyu seviyelerinde önemli bir artış olmaması ve seviyelerin sürekli düşük kalması, ekosisteme zarar verirken, ulaşımda ve altyapıda da ciddi aksaklıkları beraberinde getirebilir.

Bilim insanları, Avrupa’nıın yeraltı suyu rezervlerinin kuruması nedeniyle “yıkıcı bir kuraklığın eşiğinde olduğunu” söylüyor.

Avusturya’daki Graz Teknoloji Üniversitesi’nden araştırmacılar, kıtanın yeraltı su kaynaklarının durumunu incelemek için Dünya’nın yörüngesinde dönen Tom ve Jerry adlı iki uydudan gelen verileri analiz etti.

Bu iki uydu yörüngede yaklaşık 490 kilometre yükseklikte yer alıyor. Aralarında yaklaşık 200 kilometre mesafe var.

Dr. Torsten Mayer-Gürr ve meslektaşları, su kaynaklarında son yıllarda meydana gelen değişiklikleri belgelemek için uydu gravimetrisi adı verilen metodu kullandı.

Son dönemde iklim gözlemleme uydularında popüler olan bu yöntem, Dünya üzerinde kütle dağılımında meydana gelen değişimleri ölçmeye yarıyor. Uzmanlar, bunun yeraltı su kaynakları ve buz kütlelerindeki değişimleri anlamak için çok elverişli bir yöntem olduğu görüşünde.

İklimbilimciler, küresel ısınma nedeniyle yazların daha sıcak geçmesinin, 2018’den bu yana yüzey ve yeraltı sularının seviyesinde büyük bir düşüşe neden olduğunu daha önce tespit etmişti.

Dr. Mayer-Gürr ve ekibi ise son yıllarda Avrupa genelindeki sıcak hava dalgaları nedeniyle bu düşüşün telafi edilemediğini saptadı.

Ekip, Avrupa’nın bir su felaketinin eşiğinde olduğunu ve bunun yaban hayatını, habitatları ve tarımı şimdiden etkilediğini bildirdi.

Mayer-Gürr, “Birkaç yıl önce, suyun Avrupa’da bir sorun haline geleceğini asla düşünmezdim” diye konuştu:

Burada şimdiden su teminiyle ilgili sorunlar yaşıyoruz. Bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Su seviyeleri artmazsa ne olacak?

Avrupa Birliği Copernicus İklim Değişikliği Servisi’ne göre, kıtadaki sıcaklıklar son 30 yılda küresel ortalamanın iki katından fazla arttı.

Uydu verileri, 2018 ve 2019’un yaz aylarında Orta Avrupa’da çarpıcı bir su sıkıntısının başladığını gösteriyor.

O zamandan beri, yeraltı suyu seviyelerinde önemli bir artış olmaması ve seviyelerin sürekli düşük kalması, ekosisteme zarar verirken, ulaşımda ve altyapıda da ciddi aksaklıkları beraberinde getirebilir.

Örneğin buzullardaki şiddetli erimeye kar yağışının olmaması da eklenince Ren Nehri’ndeki su seviyeleri iyice azalabilir.

Öte yandan, İsviçre Alplerinde başlayıp, Lihtenştayn ve Fransa sınırlarından Almanya ve Hollanda topraklarından geçtikten sonra Rotterdam’da Kuzey Denizi’ne dökülen bu nehir, yük taşımacılığında da büyük rol üstleniyor.

Bunun yanı sıra yaz ayları yaklaşırken Avrupa’nın en önemli gündemlerinden biri su tasarrufu olabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Türkiye Genelinde Yağışlar Yüzde 38 Azaldı; Kuraklık Gıda Fiyatlarını Artıracak

Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı resmi verilere göre Türkiye’de gıda enflasyonu Aralık 2022 itibariyle yüzde 77,87 seviyesinde bulunuyor. Türkiye, bu oranla Dünya Bankası’nın 17 Ocak’ta açıkladığı Gıda Güvenliği Raporu’na göre gıda enflasyonunda Zimbabve, Lübnan, Venezüella ve Arjantin’den sonra dünyada beşinci sırada bulunuyor.

Dünya Bankası’na göre tarımsal fiyatların pandemi öncesi seviyelerin üzerinde kalması beklenirken bu da gıda güvenliği ile ilgili zorlukları artırıyor.

Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından Aralık 2022’de yayınlanan rapora göre de küresel gıda fiyatlarının merkez bankalarının uyguladığı faiz artışlarına rağmen savaş, enerji maliyetleri ve hava olayları nedeniyle yüksek kalmaya devam etmesi bekleniyor.

Küresel iklim değişikliğinin özellikle Akdeniz havzasında beklenen etkilerinden bir tanesi, hava sıcaklıklarının artması. Yazların kurak geçtiği ve yağışların ise değişken olduğu Akdeniz iklim bölgesinde bulunan Türkiye de iklim değişikliğinin etkilerini şiddetli şekilde hissediyor. Sıcaklıklar yükselirken yağış buharlaşma rejimi değişiyor.

Sıcaklıkların mevsim normallerinin üzerinde gerçekleşmesi nedeniyle 2022 yılının Aralık ayı, son 52 yılın “en sıcak aralık ayı” olarak kaydedildi.

Meteoroloji Genel Müdürlüğünün (MGM) 1 Ekim 2022-31 Aralık 2022 dönemini kapsayan üç aylık alansal kümülatif yağış raporuna göre Türkiye geneline yağışlarda normaline göre yüzde 38, geçen yıl aynı dönem yağışlarına göre yüzde 29 azalma gerçekleşti. Yağışlar normaline göre Marmara’da yüzde 53, Ege ve Akdeniz’de yüzde 42, İç Anadolu’da yüzde 45, Karadeniz’de yüzde 25, Doğu Anadolu’da yüzde 40, Güneydoğu Anadolu’da yüzde 26 azaldı.

Ocak ayında da birçok ilde sıcaklıklar mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Bu durum beklenen yağışların oluşmasını engelleyerek kuraklığa neden oluyor.

Yağışların mevsim normallerinin çok altında, sıcaklığın ise mevsim normallerinin çok üstünde olması nedeniyle yaşanan kuraklık en çok tarım sektörünü etkileyecek.

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) özellikle kışlık ekimleri yapılan buğday ve arpa gibi hububat ve mercimek gibi bakliyat ürünlerinde verim kaybı ve rekolte azalmasına işaret ediyor. Oda’ya göre kış aylarında yaşanabilecek don ya da seller de üretimi olumsuz etkileyebilir.

Toprak Mahsulleri Ofisi’ne göre İç Anadolu Bölgesi, Türkiye’nin buğday ekilişinin yüzde 37’sini, Marmara Bölgesi yüzde 11, Karadeniz yüzde 10, Akdeniz ve Doğu Anadolu yüzde 9, Ege Bölgesi yüzde 8’ini karşılarken, Güneydoğu Anadolu buğday ekilişinin yüzde 15’ini, kırmızı mercimek ekilişinin yüzde 90’ını karşılıyor.

DW Türkçe’den Pelin Ünker’e konuşan ZMO Genel Başkanı Baki Remzi Suiçmez, bu yılın başında kuru tarım yapılan alanlarda bazı bölgelerde bitki çıkışlarında düzensizlik görüldüğüne dikkat çekiyor. Suiçmez, “Ya tohum çimlenmedi ya da çimlenen alanların bir bölümünde sıcaklık nedeniyle filizlenen buğday ve arpanın bir kısmı yandı. Sulama olanağı olan yerlerde ocak ayında buğdayda sulama yapılması, sulama maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle yaşanan sorunun çözümü için yetersiz kalıyor” diyor.

Gıda ithalatı gündeme gelebilir

Suiçmez’e göre, ilkbahar yağışlarının normale dönmemesi halinde sadece kuru tarım alanlarında değil sulu tarım alanlarında sulama yapılacak mısır, şeker pancarı, yonca, sebzeler de dahil birçok üründe verim düşüklüğü ve rekolte azlığı yaşanabilir.

ZMO Başkanı, kış ve ilkbahar aylarında kar ve yağmur olarak yeterli ve dengeli yağışların olmaması durumunda ürünlerde oluşacak ciddi verim düşüklüğü ve üretim miktarı azalmasını, çiftçinin üretimden çekilmesinin takip edeceğini vurguluyor. Gıda arz açığını kapatmak üzere daha yüksek fiyatlarla dışalım yapılmasının söz konusu olabileceğine işaret eden Suiçmez, “Dışalım bağımlılığının artması, tüketicilerin daha yüksek fiyata gıdaya erişimi yani yüksek gıda enflasyonu bizleri yakın dönemde bekleyen sorun alanları” uyarısı yapıyor.

Türkiye gıda enflasyonunda dünya beşincisi

Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı resmi verilere göre Türkiye’de gıda enflasyonu Aralık 2022 itibariyle yüzde 77,87 seviyesinde bulunuyor. Türkiye, bu oranla Dünya Bankası’nın 17 Ocak’ta açıkladığı Gıda Güvenliği Raporu’na göre gıda enflasyonunda Zimbabve, Lübnan, Venezüella ve Arjantin’den sonra dünyada beşinci sırada bulunuyor.

Dünya Bankası’na göre tarımsal fiyatların pandemi öncesi seviyelerin üzerinde kalması beklenirken bu da gıda güvenliği ile ilgili zorlukları artırıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından Aralık 2022’de yayınlanan rapora göre de küresel gıda fiyatlarının merkez bankalarının uyguladığı faiz artışlarına rağmen savaş, enerji maliyetleri ve hava olayları nedeniyle yüksek kalmaya devam etmesi bekleniyor.

Türkiye’de de arzdan kaynaklı nedenlerin yanı sıra mazot, gübre, ilaç, tohum, yem gibi tarımsal girdilerin ithalatla sağlanması, dövizdeki artışa bağlı olarak fiyatların sürekli yükselmesine neden oluyor. Aynı zamanda elektrik ve sulama maliyetleri de artıyor.

“Gıda enflasyonu yüksekliğini sadece kuraklığa bağlamak kolaycılıktır ve asıl sorunların çözümünü ötelemektir” diyen Baki Remzi Suiçmez, tarımsal girdi fiyat endeksinin Kasım 2022’de yüzde 121, tarım ürünleri üretici fiyat endeksinin de yüzde 151 olduğuna işaret ediyor.

“Üretim maliyetleri düşürülmeli”

Suiçmez, “Böyle bir ortamda girdilerde somut indirim yaparak üretim maliyetlerini düşürmek, toplam destek bütçesini artırmak, destekleri önceden vermek, ürün maliyeti üzerinden alım fiyatı açıklamak ve yeterli miktarda alım yapmak gibi ekonomik çözümler öncelikle atılması gereken adımlardır” diye konuşuyor.

Tarımın, doğa koşullarına bağlı, mutlaka korunması gereken ve uzun vadeli planlanması gereken bir sektör olduğunu vurgulayan Suiçmez, iklim değişikliğinin kısa ve uzun vadeli senaryoları dikkate alınarak su kaynaklarına yönelik uzun vadeli planlamalar yapılması ve “Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı”nın somut adımlarla hedefleri gerçekleşecek şekilde uygulanması gerektiğine dikkat çekiyor.

Yeraltı suları tarıma çekiliyor”

İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği Başkanı Dr. Baran Bozoğlu da iklim değişikliğine uyum için su havzalarının korunması gerektiğini vurguluyor. Türkiye’de suyun yüzde 75 kadarının tarımsal sulamada kullanıldığına, yeraltı su kaynaklarının da özellikle bu alanlara çekildiğine işaret eden Bozoğlu, “Kaçak kuyu miktarı çok fazla. Özellikle Konya bölgesinde 500 bine yakın kaçak kuyu, izinsiz kuyu olduğu biliniyor yıllardır. Ama bu konuda da bunları engelleyen adımlar atılmadığını görüyoruz” diye konuşuyor.

Bozoğlu, Tuz Gölü gibi suyun çok az olduğu bir bölgede bile damla sulamadan ziyade vahşi sulama yöntemlerinin uygulandığını, Tarım Bakanlığı’na bağlı ekiplerin, ilçe tarım müdürlüklerinin ve il tarım müdürlüklerinin sahada bunların denetimini yapmadıklarını ifade ediyor.

Tarımsal sulamanın kontrol altına alınmasının yanı sıra tarımda arıtılmış suların tekrar kullanımı konusuna da odaklanılması gerektiğine vurgu yapan Bozoğlu, “Mevzuat değişikleri yapıldı ama uygulamaya geldiğimizde Türkiye’deki arıtılmış suların yüzde 5 ila 7 arasında tekrar kullanıldığını biliyoruz. Bu oranların bir an önce artırılması gerekiyor. Özellikle sulamada, peyzaj sulaması ve sanayide arıtım suyunun tekrar kullanımının sağlanmasına ihtiyacımız var. Bu da bizi iklim krizine karşı dirençli hale getirip uyumu sağlamamızın önünü açacaktır” diye konuşuyor.

“Bütüncül olarak değerlendirmeli”

Sulama yatırımlarının artırılması, su havzaları ve su kaynaklarının korunarak yasal olmayan yeraltı suyu kullanımının engellenmesi gerektiğine işaret eden Suiçmez’e göre de Türkiye’nin su ve toprak kaynakları bütüncül olarak değerlendirilmeli. Toprakta su muhafazasını sağlayan arazi kullanım yönetimine yönelik araştırma geliştirme ve eğitim çalışmaları da önem taşıyor.

Bilinçsiz su tüketiminin önüne geçilmesi ve atık suların arıtılarak yeniden kullanılabilir hale getirilmesinin önemine dikkat çeken Suiçmez, doğal yaşamı tehdit eden HES’lerin ise durdurulması gerektiğine vurgu yapıyor.

Suiçmez, “Su tahsisinde en fazla payı olan tarım sektöründe, mevcut salma sulama yerine su tasarrufu sağlayan basınçlı/kontrollü sulama yöntemleri uygulanmalı, suyun kıtlığında kısıtlı sulama yapılmalı ve su ölçülü olarak üreticilere verilmeli, su iletim ve dağıtım sistemlerinde su kayıplarını en aza indiren önlemler ivedilikle uygulanmalı” diye konuşuyor.

Salma sulama yönteminde kaynağından tarla başına kadar getirilen su, serbest bir şekilde araziye salınıyor. Bu da suyun daha fazla kullanımına neden oluyor.

“Havzalarda denetimler artırılmalı”

Baran Bozoğlu da Türkiye’de su havzalarının korunması için yapılan su havzaları özel hüküm belirleme çalışmalarına dikkat çekerek bu çalışmaların artırılarak devam etmesi, su havzalarına kısa ve orta mesafede olan alanlarda bu çalışmalarda tanımlanan kriterlere uygun şekilde yapılanma olması gerektiğini vurguluyor.

Bozoğlu, “Örneğin kısa mesafe alanlarda tarım uygulamalarından vazgeçilmesi gibi, sanayi yatırımlarının yapılmaması, buraların imara açılmaması gibi kararlar verilmesi lazım ve bunların mutlaka büyükşehir belediyeleri ve devletin kurumları tarafından denetlenmesi gerekiyor. Denetimin artırılması lazım. İkinci konu ise kirlenmesini engellemek. Üçüncü mesele ki bence oldukça kritik bir konu bu. Su kayıp kaçağını önlemek” diyor.

Ülke düzeyinde kuraklık erken uyarı ve izleme altyapısı ve yönetim sistemi kurulmasının önemine işaret eden Suiçmez de “şu an işlevsiz ve dağınık olan” kamu yönetimi yerine tarım, toprak ve su yönetiminde etkin bir kamu yönetimi kurulmasının önemine işaret ediyor. Suiçmez’e göre Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü güçlendirilerek sulama bütçesi artırılmalı, en ücra noktalara hizmet verecek şekilde Toprak Su Genel Müdürlüğü yeniden kurulmalı.

Paylaşın

Pasifik Cenneti: Lanai

Hawaii Adaları’nın altıncısı ve en küçüğü olan Lanai, en uzun yönde 29 kilometre genişliğe sahip, kabaca kesme işareti şeklinde bir adadır. Toplam arazi alanı ise 364 kilometre karedir. 

Haber Merkezi / Ada genelinde ananas yetiştirildiği yapıldığı için Ananas Adası olarak da bilinir. Adanın tek kayda değer yerleşim yeri, küçük Lanai kasabasıdır.

Lanai, alışılmışın dışına çıkmayı sevenler için için çok şey sunmakta.

Lanai, iki farklı yer gibi hissedilebilir. İlki, birinci sınıf olanaklara ve şampiyona düzeyinde golf keyfine varabileceğiniz lüks tatil yerleri.

Diğeri ise, alışılmışın dışına çıkarak, adanın engebeli arka yollarını keşfedebilir, yürüyüş yapabilir veya adanın dolambaçlı patikalarında ata binebilirsiniz.

Lanai’de huzuru, macerayı ve mahremiyet bulacağınızdan emin olabilirsiniz.

Paylaşın

Birleşmiş Milletler: Ozon Deliği 43 Yıl İçinde Tamamen İyileşebilir

Güneş’ten gelen morötesi ışınlardan olan UV-B ve UV-C gibi zararlı ışınları tutan ozon tabakası, bu işlevi ile hayati bir öneme sahiptir. Birleşmiş Milletler’in (BM) yayınladı yeni bir rapora göre, Antarktika üzerindeki ozon tabakası yaklaşık 43 yıl içinde tamamen onaracak bir hızda iyileşiyor.

Bilim insanları 1970’lerin sonuna doğru, tabakada incelme olduğu yönünde kaygılar dile getirince bu alandaki çalışmalar hızlanmıştı.

Kutuplarda kimyasal tepkimenin daha etkili olması nedeniyle ozon tabakasını Antarktika’da inceleyen bilim insanları 1985 yılında ozon deliğini keşfetmişti.

Bu keşiften iki yıl sonra bir araya gelen devlet ve hükümet başkanları 1987’de “Ozon Tabakasını İncelten Maddelere Dair Montreal Protokolü”nü imzaladı.

Protokolle, ozon tabakasında incelmeye neden olan kloroflorokarbon (CFC) adlı kimyasalın kullanımı yasaklandı. Her dört yılda bir yapılan bilimsel değerlendirme sonucuna göre iyileşme “yavaş ama fark edilir” bir şekilde sürüyor.

Bilimsel değerlendirmenin eşbaşkanı Paul Newman, “Üst stratosferde ve ozon deliğinde durumun iyiye gittiğini görüyoruz.” dedi.

Amerikan Meteoroloji Derneği Kongresinde sunumu yapılan rapora göre ilerleme oldukça yavaş.

Rapora göre atmosferin 18 mil (30 kilometre) yüksekliğindeki küresel ortalama ozon miktarı 2040 yılına kadar 1980 öncesi seviyelere geri dönmeyecek.

Kuzey Kutbu’nda ise 2045 yılına kadar normale dönüş olmayacak.

Ozon tabakasının çok ince olduğu ve her yıl dev bir deliğin açıldığına işaret edilen raporda, “Antarktika’daki ozon deliği 2066 yılına kadar tam olarak giderilemeyecek” ifadesine yer verildi.

Bilim insanları, Montreal Protokolü’nü insanlık için en büyük ekolojik zaferlerden biri olarak nitelendiriyor.

Montreal Protokolü’nün tüm çevre sorunları için bir eylem modeli sunduğunu kaydeden Dünya Meteoroloji Örgütü Genel Sekreteri Prof. Petteri Taalas, “Ozon eylemi, iklim için emsal teşkil ediyor. Ozon’u aşındıran kimyasalları aşamalı olarak ortadan kaldırmadaki başarımız bize fosil yakıtlardan uzaklaşmak, sera gazlarını azaltmak ve bu vesile ile sıcaklık artışını sınırlamak için acil olarak neler yapılabileceğini ve nelerin yapılması gerektiğini gösteriyor.” diye konuştu.

İyleşmeya dair belirtiler dört yıl önceki raporda da yer almış ancak henüz “hafif ve daha başlangıç düzeyinde” olduğu kaydedilmişti.

Newman, “İyileşme rakamları artık çok sağlamlaştı” ifadesini kullandı.

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nde (NASA) şef yerbilimci olarak görev yapan Newman, ozonu kemiren iki ana kimyasalın atmosferde daha düşük seviyelerde olduğunu söyledi.

Rapora göre, klor seviyeleri 1993’ten bu yana yüzde 11,5 düşerken, ozon yemede daha etkili olan ancak havada daha düşük seviyelerde bulunan brom da (bromür) 1999’daki zirve noktasından bu yana yüzde 14,5 düştü.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı Direktörü Inger Andersen, durumun “her yıl 2 milyon insanı cilt kanserinden kurtardığını” aktardı.

(Kaynak: Eurnews Türkçe)

Paylaşın

Çarpıcı Araştırma: 2100 Yılında Buzulların Yüzde 68’i Eriyecek

Küresel ısıtma 2,7 santigrat derecede devam ederse, 2100 yılında buzulların yüzde 68’i, kara buzullarının ise yüzde 32’si eriyecek. Bu, orta Avrupa, batı Kanada ve ABD’de 2100 yılında hiç buzul kalmayacağı anlamına da gelecek.

Science dergisinde yayınlanan yeni bir araştırmaya göre, Paris İklim Anlaşması’nın öngördüğü 1,5 santigrat derecelik sıcaklık artışı hedefi sağlansa da dünyadaki buzulların yüzde 49’u 2100 yılında erimiş olacak.

Eğer küresel ısıtma 2,7 santigrat derecede devam ederse, 2100 yılında buzulların yüzde 68’i, kara buzullarının ise yüzde 32’si eriyecek.

The Guardian gazetesinin 5 Ocak tarihli araştırmadan aktardığına göre, söz konusu buzul kaybının en az yarısı önümüzdeki 30 yıl içinde olacak.

Eğer dünya 2,7 derece ısınmaya devam ederse, bu, orta Avrupa, batı Kanada ve ABD’de 2100 yılında hiç buzul kalmayacağı anlamına da gelecek.

Grönland ve Antarktika’daki buz tabakaları dışında tüm buz tabakalarını ele alan araştırmaya göre, bu durum deniz seviyesinin ciddi oranda artmasına, yaklaşık 2 milyar insanın su kaynağının tehdit altında olmasına ve sel gibi olayların yaşanma riskinin artmasına sebep olacak.

Eğer hava sıcaklığı artışı hedeflendiği gibi 1,5 santigrat derecede tutulabilirse, 2015-2100 tarihleri arasında ortalama deniz seviyeleri 90 milimetre artacak. Sıcaklıkların 2,7 derece seviyesinde artmaya devam etmesi halinde ise deniz seviyelerindeki artış 115 milimetre olacak.

Bu ise daha önce yapılan modellemeler ve geliştirilen senaryoların ortaya koyduğu artıştan yüzde 23 daha yüksek bir artış demek.

Dağ buzullarının erimesinin deniz seviyelerinde yaşanacak artışın üçte birinden sorumlu olduğu düşünülüyor.

“Artan sıcaklıklarla doğrudan ilgili”

Araştırmayı yaparken dünyadaki buzullara ilişkin son 20 yıllık uydu görüntülerini inceleyen araştırmacılar, dağ buzullarındaki azalmanın büyük ölçüde “önlenemez” olduğunu, fakat söz konusu kaybın doğrudan hava sıcaklığı artışları ile ilgili olduğunu söylüyor.

Araştırmacılar konuyla ilgili özetle şu değerlendirmede bulunuyor: “Küresel sıcaklıklar 1,5 derecenin üzerinde artarken ve buzul kütlesi artan bir hızla kaybolurken, bu dağlık alanlardaki buzulları korumak için daha azimli taahhütlerde bulunmanın ne kadar acil olduğu da ortaya çıkıyor.”

Daha önce konuyla ilgili yapılan araştırmalar, dünyadaki belli başlı buzullardan alınan veriler işlenerek yapılıyordu.

Science dergisinde yayınlanan bu son araştırmada ise dünya üzerindeki 200 bin buzul hakkıda veri kullanıldı, bu da bilim insanlarına küresel ısıtma sonucunda kaç buzulun eriyeceği konusunda veri sundu.

Carnegie Mellon University ve University of Alaska Fairbanks’ten inşaat ve çevre mühendisi Dr. David Rounce, liderliğindeki ekibin yaptığı araştırma ile ilgili değerlendirmesinde, bu araştırmayla birlikte, “ilk defa kaybolacak buzulların sayısını belirleyebildiklerini” belirtti.

Buna göre, eriyecek buzulların büyük bir kısmı küçük ve halihazırda 1 kilometre kareden daha küçük bir alan kaplıyor. Bu küçük buzullar ise milyonlarca insan için su ve yaşam kaynağı anlamına geliyor.

Araştırmacıların projeksiyonlarına göre, Alpler ve Pireneler’de bulunan dağ buzulları küresel ısıtmadan en çok etkilenecek buzullar arasında. Örneğin, mevcut şartlarda, orta Avrupa’da yer alan Alplerdeki buzulların yüzde 70’inin 2050 yılında erimiş olması bekleniyor.

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın

Dünya’nın Yüzde 30’una Koruma

Kanada’nın Montreal kentinde 193 ülkeden beş binden fazla temsilcinin katılımıyla düzenlenen Birleşmiş Milletler (BM) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 15. Taraflar Konferansı sona erdi. Yaklaşık iki haftadır düzenlenen konferansta önemli bir anlaşmaya varıldı.

DW Türkçe’nin aktardığına göre, anlaşma dünya üzerindeki toplam kara ve deniz alanlarının yüzde 30’unun 2030 yılına kadar koruma altına alınmasını öngörüyor. Yüzde 30’luk oran dünya geneli için geçerli olduğu için bazı ülkelerin koruma yükümlülüğü altına alacağı alanlar diğerlerine göre daha fazla. Şimdiye kadar bu oran, kara alanlarının yüzde 17’si ve deniz alanlarının yüzde 8’i düzeyindeydi.

20 milyar dolarlık uluslararası yardım

Anlaşmada ayrıca 2030 yılına kadar biyolojik çeşitlilik için farklı kaynaklardan 200 milyar dolar toplanmasında mutabık kalındı. Zengin kuzey yarımküre ülkeleri güney yarımküre ülkelerine doğanın korunması için mali destekte bulunacak. Buna göre 2025 yılına kadar kalkınmakta olan ülkelere doğayı korumak için yılda en az 20 milyar dolar destek verilecek. 2030 yılına kadar da bu miktar en az 30 milyar dolara çıkartılacak. Söz konusu meblağın halihazırda biyolojik çeşitlilik için ayrılan kaynağın iki ila üç katına denk olduğu belirtiliyor.

Yeniden doğal hale getirme

Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya üzerindeki kara parçasının üçte biri insan etkisi sonucunda “makul ya da aşırı oranda” tahribata uğramış durumda. Montreal’de varılan anlaşma uyarınca 2030 yılına kadar tahrip olmuş ekosistemin yeniden doğal hale getirilmesi hedefleniyor.

Daha az pesitisit

Avrupa Birliği’nin yanı sıra Brezilya, Hindistan ve Endonezya gibi ülkeler Montreal’deki görüşmelerde çevre kirliliği konusunu ele aldı. Anlaşma “2030 yılına kadar çevre kirliliği risklerini ve çevre kirliliğinin olumsuz sonuçlarını biyolojik çeşitliliğe zarar vermeyecek seviyeye indirmeyi” öngörüyor. Bu hedefe ulaşmak için de imzacı ülkelerin “pestisitler ve tehlikeli kimyasallardan doğan toplam riski yarıya azaltmaları” isteniyor. Plastik nedeniyle oluşan çevre kirliliği de azaltılacak.

Anlaşmanın hayata geçirilmesinin denetlenmesi

2010 yılında düzenlenen konferansta kabul edilen hedeflerden hiçbiri 2020 yılına kadar tutturulamadı. O nedenle ülkeler planlama ve denetim için de bir mekanizma oluşturulması konusunda mutabık kaldı. Ancak varılan mutabakatın Paris İklim Anlaşması’ndan daha az bağlayıcı olduğu belirtiliyor.

Bir sonraki toplantı Türkiye’de

Kanada’daki görüşmelerde Türkiye’yi Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişci başkanlığındaki heyet temsil etti. 2024 yılında düzenlenecek bir sonraki taraflar konferansına Türkiye ev sahipliği yapacak. Sözleşmeye 1996 yılında taraf olan Türkiye, sözleşmenin 2024-2026 yılları arasında dönem başkanlığını üstlenecek. Türkiye, dönem başkanlığını 2024’te ev sahipliğini yapacağı BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 16. Taraflar Konferansı’nda Çin’den devralacak.

Paylaşın

Dünya Nüfusu Sekiz Milyara Ulaştı; Nüfusun Artması İklim Krizini Derinleştirir Mi?

Nüfus artışı ve iklim krizi arasındaki ilişkiyi değerlendiren akademisyen Mine Yıldırım, “Güncel tartışmalara baktığımızda, iklim kriziyle nüfus artışı arasında dolaylı bir ilişki olduğunu ancak direkt bir ilişki kurmanın zor olduğunu düşünüyorum” derken, iktisatçı Levent Dölek ise iklim krizi ve nüfus artışı arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurmanın gerçekçi olmadığını söylüyor.

Yıldırım, nüfus artışı ile iklim krizinin derinleşmesi arasında ilişkiyi kurarken dikkatli olunması gerektiğini vurgularken, Dölek, “Nüfus artışı iklim krizini etkiliyor ancak yüksek nüfus, iklim krizinin derinleşmesine sebep olan karbon emisyonlarının artışında merkezi olmayan bir konuma sahip” ifadelerini kullanıyor.

Birleşmiş Milletler’in 15 Kasım’da dünya nüfusunun sekiz milyara ulaştığını açıklamasından sonra, nüfus artışının yaşadığımız iklim krizini daha da derinleştireceğine dair tartışmalar da başladı. Çünkü sıcaklıkların artmasında en büyük pay sahibi, insan kaynakları karbon emisyonları.

Çeşitli konular için sayaçlar ve gerçek zamanlı istatistikler sağlayan worldometer sitesindeki verilere göre, en çok karbon emisyonuna sebep olan ilk beş ülke Çin, ABD, Hindistan, Rusya ve Japonya.

Ancak toplam rakamlar ülkelerin nüfuslarına göre oranlandığında ortaya daha farklı bir tablo çıkıyor. Buna göre kişi başı karbon emisyonlarında en yüksek oran 37.29 tonla Katar’ın olurken onu Karadağ, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Kanada gibi ülkeler izliyor.

Kadir Has Üniversitesi’nden iklim krizi üzerine çalışmalar yürüten akademisyen Mine Yıldırım ve Yalova Üniversitesi İktisat ve İdari Bölümler Fakültesi İktisat Bölümü’nden iktisatçı akademisyen Levent Dölek, nüfus ve iklim krizi arasındaki ilişkiyi bianet’ten Ozan Polat’a anlattı.

“Nüfusun büyümesinin de etkisi var”

İklim krizi, iklim adaleti, hayvan hakları, yaban hayatı, kentsel dayanıklılık, politik ekoloji gibi konularda çalışmalar yürüten akademisyen Mine Yıldırım, nüfus artışı ve iklim krizi arasındaki ilişkiyi şöyle değerlendiriyor:

“Güncel tartışmalara baktığımızda, iklim kriziyle nüfus artışı arasında dolaylı bir ilişki olduğunu ancak direkt bir ilişki kurmanın zor olduğunu düşünüyorum. Fakat iklim krizinin geldiği noktada 1.5 derecelik devrilme noktası dediğimiz ya da geri dönüşü olmayan nokta olarak kabul edilen 1.5 derecelik ortalama sıcaklık artışında, nüfusun büyümesinin de etkisi var.”

Ancak, Yıldırım’a göre nüfus artışı faktörü, iklim krizini bugünkü durumuna getiren sebepler sıralandığında gerilerde kalıyor.

Yıldırım, nüfus artışı ile iklim krizinin derinleşmesi arasında ilişkiyi kurarken dikkatli olunması gerektiğini vurgulayarak şöyle devam ediyor:

“Nüfus artışı tüketimi, enerji ve gıda ihtiyacını da artıracağı için iklim krizinin tetikleyicileri arasında olsa da nüfus siyasetiyle, iklim krizi siyaseti arasında paralel ilişkiler kurarken çok dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü iklim kriziyle mücadelede nüfus artışının kontrolü söz konusu olduğunda, her ülkenin beklentileri açısından, aslında ideolojik amaçların maskelendiği, egemen olanların elinde bir araç olması muhtemel bir şeyden bahsediyor olabiliriz.”

Etik-politik duruş olarak çocuk yapmamak

Dünya genelinde yaşlanan ve kırılganlaşan bir nüfus da bulunduğu için nüfus artışında da eşitsiz bir gelişimin olduğunu ifade eden Yıldırım’a göre “bir etik-politik duruş olarak çocuk yapmayı tercih etmemek” önemli.

İnsanlığın her şeyde küçülmeye gitmesinin gerektiğini vurgulayan Yıldırım’a göre çocuk yapmamak başka bağlamlarda da tartışılmalı:

“İklim kriziyle mücadele söz konusu olduğunda her anlamda küçülmeye gitmenin hem bir ekonomik kategori olarak hem bir tüketim kategorisi olarak hem de enerji dönüşümünden doğayla ilişkilenmemize, hayvanlarla ilişkilenmemize, gıdayı üretme şeklimize kadar her başlıkta önemli, etik-politik olarak radikal ve gerekli bir duruş olduğunu düşünüyorum. Çocuk sahibi olmamak da bu noktada yalnızca iklim felaketlerini düşünüp ‘Dünya yok olacak diye çocuk sahibi olmanın ne manası var’ düşüncesiyle değil, dünyada yeterince aç, yardıma muhtaç çocuk var, onlar için ne yapabiliriz diye düşünerek tartışılmalı.”

Yıldırım, bunun bir dayatmaya da dönüşmemesi gerektiğini vurguluyor:

“Ancak bu etik-politik karar bir tavır olarak sahiplenildiğinde, belki bu şekilde teşvik edildiğinde anlamlı. Bunun bir nüfus politikası olarak devlet tarafından zorunlu hale getirilmesi sorunu yalnızca kötüleştirebilecek, yalnızca nüfusun yaşlanması ve yaşlanan nüfusun da dünyanın her yerinde bakım emeğini büyütmesiyle sonuçlanacak bir şey olur. Ayrıca insan bedenine müdahale anlamına da geleceği için savunulamaz.”

En çok emisyon kimde?

İktisatçı Levent Dölek ise iklim krizi ve nüfus artışı arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurmanın gerçekçi olmadığını söylüyor. Dünya üzerindeki kaynaklar, kaynakların bölüşümü, gelir eşitsizliği üzerine çalışmalar yapan Dölek’e göre nüfus artışı iklim krizini etkiliyor ancak yüksek nüfus, iklim krizinin derinleşmesine sebep olan karbon emisyonlarının artışında merkezi olmayan bir konuma sahip:

“Acaba kişi başına düşen karbon emisyonunun en fazla olduğu ülkeler nüfus yoğunluğu en yüksek olan ülkeler mi diye baktığınızda listenin üst sıralarında Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan gibi düşük nüfuslu ama petrol üreticisi, fosil yakıt üreticisi ülkeleri görürsünüz.”

“Yoksulluk nüfusu arttırıcı bir şey”

Dölek, konunun özünün görülmediğini düşünüyor: “ABD, Kanada, Avrupa Birliği’ni es geçip kamerayı Çin’e çevirip suç atmak ya da Afrika’da nüfusun neredeyse yarısı elektrikten mahrumken fosil yakıtlarla ilgili yatırım yapılmasın diye bu ülkelere kredi vermemek, yine meselenin özünü görmezden gelmekle ilgili.”

“Kapitalist ekonomi varken”

İklim krizini derinleştiren asıl faktörün kapitalizmin kendisi olduğunu söyleyen Dölek, kapitalist ekonomi temel alındığı müddetçe krize çözüm üretilemeyeceğini belirtiyor:

“İklim krizi sistemsel bir kriz olduğu için çözümün de devrimci olması gerektiği sonucuna varıyoruz. Çünkü mevcut hiçbir öneri krizi çözmüyor, krizin derinleşmesine neden oluyor. Ukrayna Savaşı’nı ele alalım. Fosil yakıtlar olmasın, yenilenebilir enerjiler, güneş enerjisi ve benzer konuları konuşuyorduk. Bir baktık, gazı kestiler. Bütün Avrupa ülkeleri kömüre dönmeye başladı. Hiç kimse de savaşmasak mı acaba demedi. Çünkü dünya onlara göre bir şirket. Bir şirket 100 sene sonrayı düşünecekse 100 sene sonraki kârını da düşürür. İnsanları düşünmez. Dolayısıyla da mesele sistem meselesidir.”

Ortada “açık bir kriz”in var olduğunu belirten Dölek, “Burada bir kriz var. Bunun sorumlusu kimdir dediğimiz zaman popülasyoncular için olağan şüpheliler olarak, Çin ve Hindistan geliyor. Çin sanayisinin gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz fakat Hindistan BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın yayımladığı en çok sanayi ürünü imalâtı yapan ülkeler listesinde bile o nüfusla sıralamada ilk beşe giremiyor. Toplam rakamlarda bile aşağıya düşüyorlar” diyerek şöyle devam ediyor:

“Ama bir de şöyle bakalım. Tarihsel olarak 1850’lerden bugüne 23 tane emperyalist ülke dünyanın geri kalanından daha fazla karbon emisyonuna sebep olmuş zaten. Bunların başında da ABD geliyor. ABD dünyayı mahvederek şu anda dünyanın en büyük ekonomik gücü olmuş durumda. Dolayısıyla bedeli de onun ödemesi gerekiyor. Kalkınmaya çalışan ülkelere dokunmayan ve emperyalistler devletlere bedel ödeten bir yapının da olması lazım.”

Paylaşın