Eskişehir’in Kümbet Ve Türbeleri!

Eskişehir, gezilecek yerler ve tarihiyle dikkat çekiyor. Tarihi dönemler içinde Anadolu’daki ünlü merkezlerden biri olan Eskişehir, Türkiye’de görülmesi gereken yerleri arasında ilk sıralardadır.

Haber Merkezi / Çok yönlü bir kent olan Eskişehir, Türkiye’nin en çok tekrar ziyaret edilen şehridir. Eskişehir’in gezilecek yerleri bitmez. Gezilecek yerler arasında kümbet ve türbelerde önemli bir yer tutar.

Eskişehir’in kümbet ve türbeleri şöyle sıralayabiliriz:

Yunus Emre Külliyesi ve Türbesi

Eskişehir Mihalıçcık ilçesinde, Yunus Emre Müzesi 1974 yılında Kültür Bakanlığı tarafından ziyarete açılmıştır.

XIII.yüzyılda Eskişehir’de bulunan Yunus Emre’nin mezarı Yunan işgali sırasında yıkılmış, 1949 yılında yapılan bir çeşmenin arkasına taşınarak yeni bir mezar yapılmıştır. Bu mezar XIII. Yüzyıl Selçuklu mimarisi üslubunda yapılmış, rumi, palmet dekorlu mezar lahti birbirlerine kemerlerle bağlanmış, sekiz sütunlu etrafı açık anıt mezarın ortasına yerleştirilmiştir.

Bu anıt mezarın bulunduğu yere 1982’de bir kültür evi, cami ve şadırvan eklemiştir. Aynı zamanda buraya Yunus Emre’nin bir de heykeli konulmuştur. Kültür Evinde kurulan müzede ise Yunus Emre’yi tanıtan kitaplar, Yunus Emre’nin dörtlüklerini içeren levhalar sergilenmiştir. Burada Yunus Emre’nin ilk mezarından arta kalan mimari parçalar ile bazı etnoğrafik eserler de bulunmaktadır.

Seyyid Battal Gazi Külliyesi ve Türbesi

Söylenceye göre Seyyid Battal Gazi’nin kabri bir rüya sonucunda bulunur. I. Alaeddin Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun buraya önce bir türbe, ardından cami yaptırır. Günümüzdeki külliye türbe etrafında şekillenir. Osmanlılar, türbe ve camiye medrese, imarethane, tekke ve dergâh eklemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren II. Beyazıt ve Sultan I. Selim tarafından tamir edilen yapılar eklentilerle zenginleştirilir. Kanuni Sultan Süleyman, İran’a yaptığı seferler sırasında Seyitgazi’yi ziyaret eder, külliyeye bazı ilaveler yaptırır. Irak Seferi’ne giderken ordusu Seyitgazi’de konaklar ve Matrakçı Nasuh’a Seyitgazi minyatürü yaptırır. IV. Murat ise Revan Seferi sırasında buraya bir kervansaray yaptırır.

Seyitgazi, İstanbul-Bağdat-Hicaz yolunda yer alır ve hac yolculuğuna çıkanların da konaklama noktası olur. Bu durum dinî anlamda Seyitgazi’nin önemini artırır.

Külliye, medresesi ile İslami ilimlerin öğretildiği merkez olur. Külliye, önce Kalenderi dervişlerinin, sonra Bektaşiliğin merkezi hâline gelir. Rivayet odur ki Hacı Bektaş-ı Veli külliyeyi ziyaret eder ve Orhan Gazi’den burayı imar etmesini ister. Orhan Gazi, bin adet ev halkı oturtarak Seyitgazi’yi büyütür. Bu vesile ile külliye Bektaşilerin önemli bir ziyaretgâhı hâlini alır. Seyyid Battal Gazi veli, gazi ve seyit sıfatlarıyla her mezhep ve tarikattan bütün Müslümanların oldukça değer verdiği birleştirici bir isim olur.

Üryan Baba Türbesi

Üryan Baba hakkında kaynaklarda hemen hemen hiçbir bilgi bulunmuyor. Ancak bu kimliğin bir Kalenderi dervişi olduğu açıktır. Ayrıca hem Melami, Haydari ve Cavlaki, hem de Kalenderi dinsel temellerinde varolan çıplaklık düşüncesinin böyle bir isimle daha soyut bir biçimde değerlendirilmesi, sözel söylemin çok daha reel boyutta güç ve anlam kazanmasıyla bağlantılı olduğunu da belirtmek gerek. Bu tekkenin de 15. yüzyıldan sonraki dönemde yapıldığı belirtilir.

Sultan Şucâ’nın müridleri “Üryan Şucâ’îler” diye tanınmakta olup Kalenderîler (Abdallar)’den oluşuyordu. Nitekim menkıbelerin çoğu, Kalenderîlerin o devirdeki merkez tekkesi olan Seyitgazi dolaylarında geçmektedir. Sultanönü Sancağı’nın Seyitgazi nahiyesinde bulunan Seyyid Battal Gazi Zaviyesi, bütün Selçuklu ve Osmanlı devirleri boyunca, mevcut Kalenderi zaviyelerinin en önemlilerinin başında gelmiştir. Bu önem yalnızca onun merkez zaviye olmasından değil, aynı zamanda 7 km kuzeydoğusunda bulunan Yazıdere köyündeki Üryan Baba ve 7 km batısında yer alan Sultan Şucâeddîn Zaviyeleri ile de çevrili bulunmasından doğmaktadır.

Bir Kalenderi şeyhi olan Üryan Baba için yaptırılan ve Bizans yapı sanatını andıran türbe, Şucaeddin Veli ve Seyyid Battal Gazi Külliyelerindeki mimari yapıyla büyük ölçüde benzeşmekte, dönemin özgün dinî mimarisini sergilemektedir. Bu türbeler Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli roller üstlenmiştir.

Bir meydan evinden ve bitişiğindeki Üryan Baba’nın türbesinden ibarettir. Diğer müştemilâtı bugün mevcut değildir. Halen zaviyeye bitişik türbede yatan kişinin Sultan Şuca’nın halifesi Ahmed Üryan Baba olması gerektiği kaydediliyor. Adının da gösterdiği üzere, yarı çıplak bir Kalenderî şeyhi olan Üryan Baba’nın türbe ve zâviyesine bakılırsa, devrinde oldukça önemli bir Kalenderi şahsiyet olduğu söylenebilir.

Himmet Baba Türbesi

Kümbet köyü kayalığındadır. Plan, teknik ve malzeme özellikleriyle 13. yüzyıla tarihlenir. Dıştan sekizgen gövdeli, içeriden daire planlıdır. Gövdesi kesme taşlarla örülmüş olup, üzeri tuğladan piramidal külah çatı ile kapatılmıştır. Giriş kapısında Bizans dönemine ait mermer mimari parçalar kullanılmıştır. Etrafındaki hazirenin mezar şahideleri üzerindeki kitabelerden Osmanlı dönemine kadar kullanıldığı anlaşılır.

Yunus Hoca Kümbeti

1274 yılında yapılmıştır. Ravzat-ül Ahbar adlı eserde, Selçuklu Bahriye Nazırı Sadreddin Hoca Yunus’un, Cimri ve Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından öldürülmesi üzerine yapıldığı yazılıdır. 6 metre çaplı kubbesi bulunan kümbetin kapı mermer sövelerinde çarkıfelekler, yaprak ve bitki motifleri ile geometrik bezemeli iki şerit arasında bir geyiği kovalayan aslan figürü vardır.

Şeyh Şehabeddin Sühreverdi Türbesi

Eskiden zaviyede her salı günü düzenli toplanıldığından halk arasında “Salı Tekkesi” olarak adlandırılır. Zaviyede, Anadolu Selçuklu Sultanları I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaeddin Keykubat’ı Fütüvvet Teşkilatı’na davet etmek üzere Abbasi Halifesi’nin elçisi olarak Anadolu’ya gelen Şeyh Şehabettin Sühreverdi yatmaktadır. Anadolu Selçuklu Sultanlarının da dahil olduğu Fütüvvet Teşkilatı, Anadolu’da Ahi Teşkilatı’nın temelini oluşturur. Zira Ahilik teşkilatının oluştuğu ilk illerden biri Eskişehir’dir.

Ünlü Mutasavvıf Sühreverdi’nin adına Odunpazarı’nda bir zaviye kurulur ve Fütüvvet Eskişehir’de teşkilatlandırılır. Özellikle Moğol istilası sırasındaki otorite boşluğunda fütüvvetin şehri koruyucu ve insanları birleştirici rolü öne çıkar. Bu misyonu ile zaviye, uzun yıllar ayakta kalır.

Melik Gazi Türbesi

Türk ve İslam kültüründe kahramanlıklarıyla büyük izler bırakmış olan kimliklerden Melik Gazi’nin bu bölge içinde bu manada anıları hâlâ tazedir. Burada gömülü olmasa bile onun kutlu adı için bir tekkenin kurulmuş olması yöre insanının dini inançlarının köklerinin yanında millî benliğin oluşturulmasında da son derece önemli bir hareket noktasını oluşturur. Melikgazi ( Melekgazi ) Türbesi Seyitgazi ilçesi, Doğançayır köyündedir.

Hızır Bey Mescidi

Kubbeli Mahallesi’ndeki Unkapanı’ndan yukarı çıkarken sağdaki ilk sokaktadır. Nasreddin Hoca’nın torunu ve fethin ardından 1453’te İstanbul Kadısı ve İstanbul Efendisi olan Hızır Bey tarafından 1439’da yaptırılmıştır.

Hazinedar Mescidi

Sivrihisar İlçesinin en önemli tarihî eserlerinden birisi olan Hazinedar Mescidi ilçe merkezindedir. Anadolu Selçuklularından Hazinedar (Maliye Nazırı) olan Necibiddin Mustafa’nın kendi adına 1274 yılında yaptırdığı mescidin içerisi 15. yüzyıla tarihlenen minyatürlerle bezelidir.

Hazinedar Mescidi, muhteşem hat ve süsleme sanatıyla, mihrap üzerindeki freskiyle, 1967’de Cambridge’de Uluslararası III. Türk Sanatları Kongresi’nde bildiri konusu olmuştur. Anadolu’da fresk olarak yapılmış olduğu bilinen Kâbe motifli ilk örnek Hazinedar Mescidi’nde bulunmaktadır.

Hazinedar Mescidi’nin Hazinedar Medresesi öğrencilerince dershane olarak kullanıldığından minaresiz olduğu ve yanı başına Hoşkadem Camii’nin yapıldığı sanılıyor. Bu mescidi yaptıran Necibiddin Mustafa ve Emineddin Mikail’in kızkardeşi Esma Sultan’ın kabirleri mescid önünde bulunuyor.

Doğan Aslan Mescidi

II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in bayraktarı Doğan Aslan Bey tarafından 1247’de yaptırılmıştır. Sekiz dilimli kubbesi ve son cemaat yeri ile bölgedeki yapılardan farklı mimariye sahiptir.

Akdoğan Mescidi

Selçuk Bey (Umur Bey’in Babası) tarafından 15. yüzyılda yaptırılan Akdoğan Mescidi’nin en özgün yanı, tavan örtüsünün 2/3’ünün “tüteklikli örtü” denilen teknikle yapılmış olmasıdır.

Alemşah Kümbeti

Sivrihisar İlçesi Ulu Cami karşısında bulunan Selçuklu Sanatının Güzel Bir Örneği Alemşah Kümbeti, Melikşah tarafından şehit edilen kardeşi Sultan Şah için 1328 yılında yaptırılmıştır. İki katlı kare planlı bir yapı olup kesme taştan yapılmıştır. Yapımında yer yer tuğlalar da kullanılmıştır. Türbenin alt katında mumyalık bölümü bulunmaktadır.

Mumyalığın kapı süslemelerinde Selçukluların çok sık kullandığı motiflere rastlanmaktadır. Bu bölüm 13 mermer kesme bloktan yapılmış olup her bölüm beş ayrı motifle bezenmiştir. Burada balık, geçme yıldızlar, geometrik geçmeler örgü ve çengel motifleri görülmektedir. Dıştan yuvarlak gövdeli türbenin üzeri içten kubbe, dıştan da piramidal bir külah ile örtülüdür.
Paylaşın

Elazığ’ın Anıtsal Tarihi Mezarları “Türbeler”

Elazığ, tarihi yapıları ve doğal güzellikleri ile gezilip görülmesi gereken kentler sıralamasında ilk sıralarda yer almaktadır. Elazığ’a yolu düşen hemen herkesin görmesi gereken yapılar arasında türbeler ve mescitlerde önemli bir yer tutmaktadır.

Haber Kaos ekibi olarak Elazığ il sınırları içinde bulunan türbeleri ve mescitleri sizler için derledik.

Arap Baba Mescidi ve Türbesi

Selçuklu hükümdarlarından IV. Kılıçarslan’ın oğlu, III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında H. 678 yılında inşa edilmiştir.

Minaresi dıştan türbe ile mescidin tam orta kısmına gelen bölümde yapılmıştır. Kapısı mescidin içindedir. Kaidesi alttan beş sıra taş üstünde alçı ve sıva izi görülen ve hemen hiçbir Selçuklu Mescidinde bulunmayan, emsalsiz sırça bordürlüdür.

Mescit kare planlıdır. Selçuk üçgenleri ile kubbeye geçilir. Kubbe içinin kornişlerinin çinili olduğu bilinmektedir. Korniş ve çinilerle düzenlenen mihrabın üst kısmı, beş dişlidir. Büyük kemeri vardır. Arabesk plament ve su yolludur.

Türbenin alt kısmında ise Mumyalı bir ceset mevcuttur. Halk arasında Arap Baba diye anılır. Arap Baba ile ilgili çeşitli rivayetler anlatılmaktadır.

Ahi Musa Mescidi ve Türbesi

Türbede, Fatih’in neslinden gelen mücahit Ahi Musa Hervi (Herdi)’ye ve yakınlarına ait olduğu sanılan 4 mezar bulunmaktadır.

Bunlardan en uzun mezarın Ahi Musa’ya, diğerlerinden birisinin bu zattan sonra gelen ‘Esseyid Hasan’a, üçüncüsünün de ‘Seyid Ahmed’e ait olduğu rivayet edilmektedir. İlk giriş mescit kısmına olup, türbeye geçiş mescit içerisindendir.

Ahi Musa Mescidinin varlığı Harput’ta Ahiliğin varlığını göstermesi açısından önemlidir. Türbe 2012 yılında restore edilmiştir.

Alacalı Mescit

Harput’un Ağa Mahallesi’ndedir. 1202-1204’te Artuklular döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Dikdörtgen planlı, küçük bir yapıdır.

Duvarlar kesme taş ve ağaç hatıllı moloz taştandır. İki renkli taş mimarisi ilginçtir. Mihraba dik iki geniş kemer, ana mekanı üç nefe bölmektedir. Mihrap, mermer mukarnas frizlidir.

Üç bölümlü ahşap tavanın kalem işleri ilginçtir. Geometrik örgü ve yıldız motifleriyle bezeli tavanda al, kara, lacivert renkler kullanılmıştır. Minaresi giriş kapısının üstündedir. Şerefeye dek ak-kara taşlarla dama biçiminde örülmüştür.

Elazığ kısa tarihi

Elazığ, Dogu Anadolu da Tarihi Harput Kalesinin bulundugu tepenin eteginde kurulmus bir sehirdir. Deniz seviyesinden 1067 metre yükseklikte bulunan sehir hafif meyilli bir zemin üzerindedir. Elazığ ın yerlesim yeri olarak tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elazığ tarihini, Harput un tarihi ile birlikte ele almamız gerekir.

Mevcut tarihi kaynaklara göre Harput’un en eski sakinleri M.Ö. 2000 yıllarından itibaren Doğu Anadolu’ya yerleşen Hurrilerdir. Yine tarihi kayıtlara göre Hurrilerden sonra bölgenin Hitit hakimiyeti altına girdiğini görmekteyiz. Çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra M.Ö. 9. Asırdan itibaren Doğu Anadolu’da devlet kuran Urartular Harput’ta uzun süre hüküm sürmüştür.

Bugün bile tarihi heybetiyle ayakta duran Harput Kalesi Urartu devrinin izlerini taşımaktadır. Kale’de kaya içine oyulmuş merdivenler, tünel ve hücrelerle su yolu bulunduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 9. Asırdan beri bu kalesiyle müstahkem mevkii olarak bilinen Harput, 4000 yıllık bir maziye sahiptir. Harput isminin ilk hecesi olan Har, taş (kaya) anlamına, son hecesi olan put (berd) ise kale anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçe’si ile Taş Kale anlamını taşımaktadır.

Harput’un tarihini derinliğine incelediğimizde, M.S. 1. asırdan 3. asra kadar, zaman zaman Romalıların siyasi ve askeri nüfuzunda kaldığını görmekteyiz. Ancak Romalıları Anadolu’dan çıkarmak için uzun ve çetin mücadeleler yapan Pontus Kralı Mithradates devrinde ve ondan sonraki zamanlarda bir takım eller değiştirdiği de bilinmektedir. Bununla beraber, Miladi 3. asırda, İmparator Dioclatianus zamanından itibaren Harput bölgesi tamamen Roma İmparatorluğuna bağlanmıştır.

Daha sonra Sasanilerle, Bizanslılar arasında devam eden harplerde daima ihtilaf hududu olarak görülen ve zaman zaman Sasanilerin, zaman zaman Bizanslıların hakimiyetine girerek el değiştiren Harput’ta Bizans hakimiyetinin ilk devresi 7. asrin ortalarına rastlar. Ancak Hz. Ömer zamanında Suriye ve Irak’ı ele geçiren Arapların 7. asrin ortalarına doğru Harput ve çevresini de zapt ettiklerini görüyoruz. Bu şekilde başlayan Arap hakimiyeti, 10. asrin ortalarına kadar devam etmiştir. Romalılar devrinde olduğu gibi, Araplar devrinde de Harput’ta etkin bir ize rastlanmamıştır. Bölge, daha çok Bizans ve Arap siyasi ve askeri gücünün gövde gösterilerine sahne olmuştur.

Harput’un Bizanslıların hakimiyetine ikinci defa geçişi 10. asra rastlar. Bizanslıların İslam alemine karsı giriştikleri büyük seferlerin ilk hedefi daima Harput olmuştur. Nitekim, ilk taarruzda Bizanslılar Harput’u ele geçirmişler ve burada bir vilayet teşkilatı kurarak kaleleri tahkim etmişlerdir. Bizans tarihinde Harput, bugünkü söyleyişe çok yakın olarak “Harpote” diye geçmektedir. Aslında Harput bölgesi de “Mesopotamia” olarak adlandırılmaktadır. Harput’ta Bizans hakimiyeti aşağı yukarı 11. asrin sonuna kadar devam etmiştir.

Harput ve çevresi, 26 Ağustos 1071 Malazgirt muharebesinden sonra kesin olmamakla beraber 1085 yılında Türklerin eline geçmiştir. Bu ise Selçuklular devrine rastlamaktadır. Harput’un ilk Türk hakimi Çubuk Bey’dir. Çubuk Bey, burada diğer Selçuk ümerası gibi Selçuklu Sultanına bağlı olmak şartıyla bir Hükümet kurmuştur. Kendisine oğlu Mehmet Bey, halef olduğu içindir ki, Harput tarihinde bu devire “Çubukoğulları Devri” denir. Çubukoğulları ve onlarla birlikte gelen Türkmenlerin Harput halkının ecdadını teşkil ettiğine şüphe kalmamıştır.

Harput’un Türkler tarafından alınmasına kadar sadece müstahkem bir kale hüviyetinde kalan bu yer, Türklerle beraber büyüyen bir şehir haline gelmiştir. Çubukogulları devrinden sonra Harput’ta “Artukoğulları Devri” baslar. 12. asrin ilk yıllarında başlayan bu devir, 1234 yılına kadar devam etmiştir. Artukoğullarının, Türkmenleriyle beraber Doğu Anadolu’ya gelip yerleşmelerinden sonradır ki bir kolda Harput’a gelmiştir. Bunlara bu sebeple “Harput Artukluları” denmektedir.

Artukoğulları devrinde; adı hala Harput ve Elazığ’da anılan Belek (Balak) Gazi’nin Harput’un yetiştirdiği en ünlü Türk Fatihi olduğu bilinmektedir. (1965 yılında Harput Turizm Derneği tarafından Belek Gazi’nin, at üstünde güzel bir heykeli yaptırılmıştır.) Onun en önemli hizmeti, Haçlı seferleri sırasında görülmüştür. Selahattin Eyyubi ile mukayese edenler bile olmuştur. (Tarihçiler son araştırmalar ışığında Balak Gazi’nin asil isminin “Belek Gazi” olduğunu ifade etmektedirler.)

Balakgazi’den sonra 1185 yılına kadar Harput’ta yine Artukoğullarından gelen Prensler, hüküm sürmüşlerdir. Bunlardan Fahrettin Karaaslan’ında Harput tarihinde unutulmaz yeri ve eserleri vardır. Karaaslan 1148-1174 yılları arasında Harput’ta hüküm sürmüş ve burada bulunan Ulu Camiyi yaptırmıştır.

1234 yılında Harput’ta Artık Hanedanının hakimiyeti son bulur ve Harput Selçuklu Hanedanına ilhak olunur. Selçuklular devrinde Harput, bir Subaşı tarafından idare edilmiş ve bu devirde ” Arap Baba Camii “ve bitişiğindeki türbe hariç önemli bir eser bırakılmamıştır.

Anadolu Selçuklularının bölgedeki hakimiyeti sona erince, 14. asırda Harput’ta bir müddet İlhanlıların daha sonra da Dulkadiroğulları’nın hüküm sürdüklerini görüyoruz. Uzun sürmeyen Dulkadiroğluları devrinden sonra da Harput, 1465 de Uzun Hasan tarafından raptedilmiş ve 40 yil kadar Akkoyunlular’ın idaresinde kalmıştır. Akkoyunlular’dan sonra 1507 yılında Harput, Sah İsmail’in idaresine geçmiştir. 1516 yılında Çaldıran muharebesi’nden sonra Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir.

Osmanlı İdaresine geçen Harput, başlangıçta Diyarbakır Eyaletine bağlı bir sancak halinde teşkilatlandırılmıştır. 1530 tarihli bir kayda göre Harput’ta o zaman 14 Müslüman, 4 ermeni mahallesi vardı. Kamus-ül-a’lam’a göre ise 19. Asrin sonlarında Harput’ta 2670 ev, 843 dükkan, 10 cami, 10 medrese, 8 kütüphane ve kilise, 12 han ve 90 hamam bulunmakta idi.

Yukarıda tarihi devirlerinden kısaca bahsettiğimiz Harput, birbirine benzeyen sebeplerle tarihe karışan birçok eski Türk şehirleri gibi nihayet terkedilmiş ve yerini bugünkü Elazığ’a bırakmıştır. Bugünkü Elazığ, II. Mahmut zamanında, 1834 yılında sark vilayetlerinde ıslahata ve devlet otoritesini yeniden kurmaya memur edilen Reşit Mehmet Pasa zamanında halk arasında ” Mezra ” denilen şimdiki yerine kurulmaya başlanmıştır.

Ayni yıl içinde (1834) hastane, kışla ve cephane binaları yapılmış Vilayet Merkezi Harput’tan buraya nakledilmiştir. Bu nakilde Harput’un artık bir hudut şehri olmaktan çıkması, ana yollara sapa kalması, bilhassa kış mevsiminde ulaşım güçlüğü ve mezranın güzel bir şehir kurulmasına elverişli bulunmaması rol oynamıştır.

Yeni kurulan şehir önceleri eyalet ve bilahare vilayet merkezi olmuş, bir ara Diyarbakır vilayetine bağlı bir Sancak haline gelmiştir. 1875’de Müstakil Mutasarrıflık, 1879’da da tekrar vilayet olmuştur. Osmanlı devletinin son yıllarında Malatya ve Dersim Sancakları da buraya bağlanmış 1921’de bu iki sancakta Elazığ’dan ayrılmıştır.

Sultan Addulaziz’in tahta çıkısının 5. yılında Hacı Ahmet İzzet Pasa devrinde buraya tayin edilen Vali İsmail paşanın teklifi ile 1867 yılında “Mamurat ül -Aziz” adı verilmiştir. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca “EL AZİZ” olarak söylenegelmiştir. Atatürk’ün 1937 yılında şehire teşrifleri sırasında “Azık İli” anlamına gelen “ELAZIK” adı verilmiş, bu isim daha sonra “ELAZIĞ”a dönüşmüştür.

Paylaşın