Karın Değil İnsanın Merkeze Alındığı Bir Ekonomi Mümkün Mü?

Modern iktisadın kutsal dogmalarından biri “ekonomik büyüme”dir. Gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) artmıyorsa ekonomi “hasta”, büyüyorsa “sağlıklı” kabul edilir.

Haber Merkezi / Siyasetçiler başarılarını büyüme rakamlarıyla ölçer, ana akım iktisatçılar refahı bu göstergelere indirger. Oysa temel soru nadiren sorulur: Sonsuz büyüme mümkün müdür ve mümkün değilse, ekonomi başka bir şekilde gelişebilir mi?

Marksist perspektiften bakıldığında bu sorunun yanıtı nettir: Kapitalist sistem büyüme olmadan var olamaz; ancak bu büyüme ne insanlığın ne de doğanın çıkarına hizmet eder.

Karl Marx’a göre kapitalizmin ayırt edici özelliği, sermayenin değerlenme zorunluluğudur. Sermaye, kendini büyütmek zorundadır; durduğu anda sermaye olmaktan çıkar. Bu nedenle kapitalist üretim “ihtiyaçlar için üretim” değil, kar için üretimdir. Büyüme bir tercih değil, sistemin içsel yasasıdır.

Bir kapitalist üretimi genişletmezse, rakipleri tarafından piyasadan silinir. Bu da büyümeyi bireysel bir açgözlülük meselesi olmaktan çıkarır; yapısal bir zorunluluk haline getirir. Tam da bu nedenle kapitalizm, sürekli daha fazla üretim, daha fazla tüketim ve daha fazla kaynak kullanımı talep eder.

Ancak gezegen sonsuz değildir. Marx’ın “metabolik yarılma” kavramıyla işaret ettiği gibi, kapitalist üretim doğa ile insan arasındaki maddi dengeyi bozar. Toprak, su, hava ve enerji kaynakları piyasanın hammaddesine indirgenir. Bugün iklim krizi, biyolojik çeşitliliğin yok oluşu ve çevresel felaketler bu yarılmanın somut sonuçlarıdır.

Ana akım iktisat, teknolojik ilerleme sayesinde “yeşil büyüme”nin mümkün olduğunu iddia eder. Marksist eleştiri ise bunun bir yanılsama olduğunu söyler. Verimlilik artışları çoğu zaman daha fazla tüketimi teşvik eder; yani sorun çözülmez, yalnızca ertelenir. Kapitalizmde çevre koruma, karlılıkla çeliştiği noktada daima ikinci plana itilir.

Büyüme var, refah yok

Bir diğer temel mesele şudur: Büyüme kimin için? Marx’ın artı-değer teorisi, kapitalist büyümenin işçi sınıfının sömürüsüne dayandığını ortaya koyar. GSYH artarken ücretlerin yerinde sayması, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması ve gelir eşitsizliğinin derinleşmesi tesadüf değildir.

Bugün birçok ülkede ekonomi büyürken yoksulluk da artmaktadır. Bu, büyümenin “toplumsal refah” ile eş anlamlı olmadığını açıkça gösterir. Kapitalizmde büyüme, sermayenin büyümesidir; toplumun değil.

Marksist yanıt burada radikaldir: Evet, ama kapitalizm içinde değil. Ekonomik gelişme; sağlık, eğitim, barınma, kültür ve boş zaman gibi alanlarda toplumsal ilerleme anlamına geliyorsa, bunun yolu sürekli büyümeden geçmez. Aksine, üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre planlanması gerekir.

Sosyalist bir perspektifte mesele “ne kadar üretiyoruz” değil, “neden ve kimin için üretiyoruz” sorusudur. Toplumun gerçek ihtiyaçları belirlendiğinde, aşırı ve anlamsız üretim ortadan kalkabilir. Silah sanayi, plansız inşaat, israf ekonomisi ve reklamla körüklenen yapay tüketim, büyüme zorunluluğu olmadan anlamsızlaşır.

Marx’ın öngördüğü gibi, üretici güçlerin gelişimi insanlığı daha uzun çalışma saatlerine değil, daha fazla özgür zamana taşımalıdır. Oysa kapitalizmde verimlilik artışı işçilerin lehine değil, sermayenin kar hanesine yazılır.

Büyüme takıntısından kurtulmuş bir ekonomi, çalışma sürelerini kısaltabilir, işsizliği azaltabilir ve yaşam kalitesini yükseltebilir. Bu, “geri kalmak” değil; tam tersine, insani bir ilerlemedir.

“Sonsuz büyüme olmadan ekonomi gelişebilir mi?” sorusu aslında kapitalizmin sınırları içinde sorulduğu sürece eksiktir. Asıl soru şudur: Karın değil insanın merkeze alındığı bir ekonomi mümkün mü?

Büyüme bir amaç değil, kapitalizmin zorunlu bir yan ürünüdür. İnsanlığın karşı karşıya olduğu ekolojik ve toplumsal krizler, bu zorunluluğun artık sürdürülemez olduğunu göstermektedir. Gerçek gelişme, büyüme rakamlarında değil; eşitlikte, dayanışmada ve doğayla uyumlu bir yaşamda ölçülmelidir.

Paylaşın

Gelir Artarken Refah Neden Artmıyor?

Eğer insanlar yarını bugünden daha iyi göremiyorsa, gelir artışının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü refah, cebin doluluğundan çok hayatın taşınabilirliğiyle ilgilidir.

Haber Merkezi / Resmî rakamlar iyimser.
Milli gelir yükseliyor, kişi başına düşen gelir artıyor, büyüme oranları manşetleri süslüyor.
Peki o zaman sokaktaki vatandaş neden hâlâ geçinemiyor?

Market poşetleri hafifliyor, faturalar kabarıyor, maaşlar ise yerinde sayıyor. İşte tam bu noktada şu soru kaçınılmaz hale geliyor: Gelir artıyorsa, refah neden artmıyor?

Ekonomik büyüme çoğu zaman soyut bir kavram. Grafiklerde yukarı çıkan oklar, mutfakta kaynayan tencereye yansımıyor. Çünkü büyüme ile refah aynı şey değil.

Gelir artışı çoğu ülkede eşit dağılmıyor. En üst gelir grupları pastadan daha büyük pay alırken, geniş halk kesimleri için artan gelir; enflasyon, vergiler ve zorunlu harcamalar karşısında eriyip gidiyor.

Kısacası, kazandığımız artıyor ama elimizde kalan azalıyor.

Maaşlı çalışanlar için gelir artışı çoğu zaman daha yüksek vergi dilimi anlamına geliyor. Üstelik dolaylı vergiler — KDV, ÖTV gibi — gelir düzeyine bakmadan herkesi aynı oranda vuruyor.

Zengin için küçük bir kesinti olan vergi, dar gelirli için hayat pahalılığı demek. Böylece gelir artışı, daha cebe girmeden buharlaşıyor.

Enflasyon yalnızca fiyat artışı değildir; emeğin görünmez kaybıdır.

Ücretler yılda bir kez artarken, fiyatlar her gün değişiyor. Resmî zamlar daha hesaba yatmadan, pazarda ve markette eriyor. Bu yüzden insanlar daha çok çalışıyor ama daha az hissediyor.

Gelir var, alım gücü yok.

Bir zamanlar refahın taşıyıcısı olan orta sınıf, bugün sistemin en kırılgan halkası. Ne sosyal yardımlara erişebiliyor ne de birikim yapabiliyor.

Kredi kartları refahın değil, geçinememenin göstergesi haline geliyor. Artan gelir, artan borçla birlikte anılıyor.

Büyüme kimin için?

Asıl mesele şu soruda düğümleniyor: Ekonomik büyüme kimin hayatını kolaylaştırıyor?

Eğer büyümenin meyveleri adil paylaşılmıyorsa, gelir artışı yalnızca istatistiksel bir başarı olarak kalır. Refah; güvenli iş, ulaşılabilir konut, kaliteli eğitim ve sağlıkla ölçülür. Bunlar yoksa, rakamların yükselmesi kimseyi doyurmaz.

Refah, yalnızca maaş bordrosunda değil; mutfakta, sokakta, geleceğe dair umutlarda hissedilir.

Eğer insanlar yarını bugünden daha iyi göremiyorsa, gelir artışının hiçbir anlamı yoktur.
Çünkü refah, cebin doluluğundan çok hayatın taşınabilirliğiyle ilgilidir.

Ve bugün birçok insan için hayat, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor.

Paylaşın

Azalan Nüfusun Kurtarıcısı: Yapay Zeka

Geleceğin büyük sorusu “Yapay zeka (AI) insanları nasıl ikame edecek?” değil. Asıl soru: “Azalan insan kaynağıyla, yapay zeka sayesinde nasıl bir denge kurulacağı?”

Haber Merkezi / Dünya, aynı anda hem demografik hem teknolojik bir dönüşümün içinden geçiyor.

Bir yanda uzun yıllardır öngörülen “yapay zeka devrimi” artık teorik bir gelecek olmaktan çıkıp günlük hayatın ayrılmaz parçası hâline gelirken, diğer yanda birçok ülke hızla yaşlanan ve küçülen nüfuslarıyla ekonomik ve sosyal dengelerini yeniden kurmak zorunda kalıyor. Bu iki eğilim birbiriyle çelişiyor gibi görünse de, aslında geleceğin düzenini birlikte şekillendirecekler.

Peki yapay zeka, insan kaynağının giderek azaldığı bir dünyaya nasıl uyum sağlayacak?

Japonya, Güney Kore ve birçok Avrupa ülkesi, çalışma çağındaki nüfusun daraldığı ilk bölgeler olarak öne çıkıyor: Daha az çalışan, daha fazla yaşlı nüfus. Bu tablo, sağlık hizmetlerinden lojistiğe kadar pek çok sektörde işgücü açığının büyüyeceği anlamına geliyor.

Tam da bu noktada yapay zeka, şirketlerin ve kamu kurumlarının operasyonlarını sürdürebilmeleri için kritik bir araca dönüşüyor. İnsan gücünün eksildiği alanlarda otomasyon, süreç yönetimi ve verimlilik artışı sağlayarak “eksik personeli tamamlayan” bir rol üstleniyor.

Azalan nüfusla birlikte ekonomik büyüme, artık “daha fazla insanın çalışması” ile değil, “çalışanın daha verimli olması” ile mümkün. Yapay zeka destekli sistemler:

Tekrarlayan işleri otomatikleştiriyor,
Kurum içi karar süreçlerini hızlandırıyor,
Üretim hatalarında insan kaynaklı hataları azaltıyor,
Hizmet sektöründe kişiselleştirilmiş çözümler üretiyor.

Bu dönüşüm, çalışma çağındaki her bireyin üretkenliğini artırarak demografik düşüşün ekonomik etkisini azaltmayı hedefliyor.

Yaşlanan nüfusun en büyük baskısı sağlık sistemleri üzerinde. Doktor ve hemşire açığının hızla büyüdüğü ülkelerde yapay zeka:

Erken teşhis modelleriyle doktorların iş yükünü hafifletiyor,
Hastanelerde idari süreçleri otomatikleştiriyor,
Evde bakım sistemlerinde yaşlıların sağlık takibini kolaylaştırıyor,
Robotik bakım asistanlarıyla fiziksel destek sağlıyor.

Bu teknolojiler, aynı anda hem maliyetleri azaltıyor hem de sağlık çalışanlarının iş yükünü daha sürdürülebilir hâle getiriyor.

Bir diğer ironik gerçek: İş gücü küçüldükçe, vasıflı çalışanın değeri artıyor. Dolayısıyla ülkeler, azalan nüfuslarını “daha nitelikli hale getirme” yarışına giriyor. Yapay zeka kullanım becerileri, yeni dönemin temel okuryazarlığı olarak görülüyor.

Eğitim sistemleri, rutin bilgiden çok problem çözme, veri okuryazarlığı ve yaratıcı düşünceye dayalı modellere geçiyor. Böylece daha az insanla bile yüksek katma değer üretme hedefi güdülüyor.

Yerini yapay zekaya bırakan işler ne olacak?

Her teknolojik dönüşüm gibi yapay zeka devrimi de yeni iş alanları yaratırken bazı eski alanları ortadan kaldıracak. Ancak demografik düşüş, bu değişimi diğer dönemlerden farklı kılıyor. Genç nüfusun azalması, iş kayıplarından doğacak sosyal baskının daha sınırlı olabileceği anlamına geliyor.

Dolayısıyla bu kez yapay zekânın “meslekleri yok etmesi” değil, “eksik kalan iş gücünü tamamlaması” bekleniyor.

Azalan nüfus ve yapay zeka devrimi, birbirinin alternatifi değil; aynı oyunun iki tamamlayıcı unsuru. Dünya nüfusu yaşlanmaya devam ettikçe, yapay zeka sistemleri üretimi, hizmetleri ve toplumsal refahı sürdürülebilir kılmak için zorunlu hale geliyor.

Geleceğin büyük sorusu “Yapay zeka (AI) insanları nasıl ikame edecek?” değil. Asıl soru: “Azalan insan kaynağıyla, yapay zeka sayesinde nasıl bir denge kurulacağı?”

Bu denge doğru kurulabilirse, insanlık hem teknolojiden hem de demografik dönüşümden kazançlı çıkabilir.

Paylaşın

Hayaller Gerçekler: Lüks Tutkusu Temel İhtiyaçlarla Çatışıyor

Bir yanda milyarlarca dolarlık lüks tüketim endüstrisinin her yıl rekor kıran satışları; diğer yanda gıda, barınma ve enerji gibi en temel ihtiyaçlara erişmekte zorlanan yüz milyonlar.

Haber Merkezi / Bu iki dünya arasındaki uçurum, yalnızca ekonomik bir gerilim değil; aynı zamanda sosyal adaletin, piyasa ahlakının ve insanlık vicdanının sınandığı bir kırılma noktası.

Pandemi, savaşlar, enerji krizi, enflasyon… Son yıllar küresel ekonomiyi derinden sarstı. Ancak lüks tüketim sektörü için tablo farklı: satışlar neredeyse hiç düşmedi, aksine arttı.

Sınırlı üretim sneakerlardan, ultra lüks otomobillere; özel jetlerden 50 bin dolarlık çantalara kadar birçok ürün, talep sıkıntısı çekmiyor.

Ekonomistler, lüks segmentin bu dayanıklılığını “servet yoğunluğu” ile açıklıyor: Zenginler krizlerden etkilenmiyor; orta sınıf ise daha çok sıkışıyor.

Bu durum, gelir dağılımındaki dengesizliğin yalnızca istatistiklerde değil, raflarda ve vitrinlerde de görünür bir gerçeklik olduğunu gösteriyor.

Buna karşılık dünya nüfusunun geniş bir bölümü kira, enerji, gıda ve sağlık gibi temel ihtiyaçlar konusunda tarihin en sert baskısıyla karşı karşıya.

Birçok ülkede:

Kira fiyatları gelir artışının kat kat üzerinde yükseliyor,
Enerji faturaları hane bütçelerini eritiyor,
Gıda enflasyonu düşük gelirli aileler için yaşam standartlarını doğrudan belirleyen bir kırbaç hâline geliyor.

Bu tablo, lüks tüketimdeki büyük genişleme ile yan yana konduğunda, küresel ekonomik yapının kime hizmet ettiği sorusunu daha yüksek sesle gündeme getiriyor.

“Gösteriş ekonomisi” çağı

Sosyologlar bu dönemi “gösteriş ekonomisi” olarak adlandırıyor. Sosyal medya kültürü, görünürlüğü bir prestij aracına dönüştürdü.

Artık zenginlik sadece sahip olmak değil, gösterebilmek anlamına geliyor.

Bu durum lüks pazarını büyütürken, toplumda yeni bir norm yaratıyor:

İnsanlar karşılayamayacakları ürünlere karşı arzulanabilir bir baskı hissediyor. Bu baskı, gençler arasında “lüks taklitçiliği”ni, orta sınıfta ise “görünmez yoksulluğu” tetikliyor.

Uçurum derinleşiyor

Temel ihtiyaçlarını karşılayamayanlar, vitrindeki aşırı lüksün varlığını kendi yoksulluklarının katmeri olarak görüyor.

Bu durum:

Toplumsal huzursuzluğu artırıyor,
Sınıf gerilimlerini sertleştiriyor,
Kurumlara duyulan güveni azaltıyor,
Gençlerde geleceğe yönelik umutsuzluğu derinleştiriyor.

Ekonomistler bu noktada kritik bir uyarıda bulunuyor: Eğer ekonomik büyüme tüketim piramidinin sadece en tepesini besliyorsa, alt tabakalarda biriken öfke kaçınılmazdır.

Lüks mü, temel ihtiyaç mı?

Bugün dünya, tüketim kültürünün en çarpıcı sınavlarından biriyle karşı karşıya.

Gerçek soru şu:

Lüks tüketim neden bu kadar hızlı büyüyor?
Temel ihtiyaçlar neden bu kadar pahalı?
Ve neden bu iki eğri zıt yönlere doğru ilerliyor?

Cevap çoğu uzmana göre net: Küresel ekonomi zenginliği çoğaltıyor, ancak refahı paylaşmıyor.

Lüks markaların değerlerinin katlanması ile bir annenin çocuğuna süt alamaması aynı sistemin iki yüzü.

Sonuç olarak, lüks tüketim ile temel ihtiyaçlar arasındaki dengesizlik, sadece ekonomik göstergelerin değil, modern dünyanın etik pusulasının da sorgulanması gerektiğini anlatıyor.

Toplumlar, hükümetler ve şirketler bu çelişkiyi görmezden geldikçe uçurum derinleşmeye devam edecek.

Bugün dünyanın karşısındaki soru artık şu: Ekonomik büyümenin faydası kimlere ulaşıyor—ve kimler seyretmekle yetiniyor?

Paylaşın

Sosyal Güvenlik Sistemleri: Güvencenin Adaleti Kime İşliyor?

Sosyal güvenlik sistemleri adil olacaksa, sınıf temelli ayrımların görünmez duvarlarını aşmak zorunda. Güvence, herkes için güvence olduğunda toplumun ortak paydasına dönüşür.

Haber Merkezi / Sosyal güvenlik, modern devletin vatandaşına sunduğu en temel güvence olarak kabul edilir. Ancak bu güvence, her vatandaşa eşit ulaşır mı?

Gelir düzeyine, mesleğe, hatta yaşanılan bölgeye göre değişen uygulamalar, sosyal güvenlik sistemlerinin giderek daha görünür hâle gelen sınıf temelli ayrımlar ürettiğini gösteriyor.

Bugün sosyal güvenlik yalnızca bir dayanışma mekanizması değil; aynı zamanda gelir adaletsizliğini ya iyileştiren ya da derinleştiren politik bir araç.

Sigorta sistemlerinin büyük bölümü prim esaslıdır: Ne kadar ödersen, o kadar hak elde edersin. Bu model kâğıt üzerinde adil görünür; fakat gerçek hayatta düşük gelirli çalışanların aynı hakları elde etmesi neredeyse imkânsızdır.

Düşük ücret, düzensiz çalışma ve kayıt dışılık, prim ödemelerini kesintiye uğratır. Bunun sonucunda:

Emeklilik yaşı uzar,
Emekli maaşı düşer,
Sağlık hizmetlerine erişim kısıtlanır,
Riskli işlerde çalışanların korunması zayıflar.

Yani sosyal güvenlik sistemi, en kırılgan gruplar için güvence olmaktan çok, sınırlı bir “erişim imkânı” hâline gelir.

Aynı yasal çatı altında çalışan iki kişi düşünün:

Biri ofis ortamında, düzenli çalışma saatleriyle, özel sağlık sigortası desteğiyle işini sürdürüyor.
Diğeri ağır ve tehlikeli işlerde, meslek hastalığı riski yüksek bir ortamda çalışıyor.

Bu iki kişi aynı prim oranlarına tabi olsa bile yaşam beklentileri, sağlık ihtiyaçları ve iş güvenliği riskleri tamamen farklıdır. Fakat sistem, bu farkı gözetmez.

Sonuç: Güvencenin yükünü en fazla taşıyan kesim, en az fayda sağlayan kesim olur.

Özel sağlık sigortaları ve bireysel emeklilik sistemleri, gelir seviyesi yüksek gruplar için ek bir güvenlik kalkanı oluşturuyor. Ancak bu kalkan, toplumdaki ayrım çizgilerini daha da keskinleştiriyor. Çünkü yüksek gelirli kesim “çifte güvenceden” yararlanırken, düşük gelirli kesimde kamu hizmetleri tek seçenek olarak kalıyor.

Bu durum, “iki katmanlı sosyal güvenlik sistemi” denen yapıyı doğuruyor:

Üst katman: Parası olanın daha kaliteli ve hızlı hizmet alabildiği özel sigorta alanı.

Alt katman: Kamu kaynaklarına bağımlı, kalabalık, gecikmeli, sınırlı hizmetler.

Sosyal devlet ilkesi için oldukça kırılgan bir tablo.

Sistemin en zayıf halkaları: Kadınlar, gençler ve göçmenler

Sınıf temelli ayrımlar, toplumsal eşitsizliklerle birleştiğinde daha da görünür hâle geliyor:

Kadınlar, işgücüne geç giriş ve kesintili çalışma nedeniyle prim biriktirmekte zorlanıyor.

Gençler, güvencesiz işler ve kısa süreli sözleşmelerle sisteme tutunamıyor.

Göçmenler, kayıt dışı çalışmanın en yoğun görüldüğü kesim olarak haklardan en çok mahrum kalanlar arasında.

Bu gruplar, sistemin “güvence” değil “belirsizlik” ürettiği sosyoekonomik halkalar hâline geliyor.

Çözüm var mı?

Sosyal güvenlik sistemlerinin sınıfsal farkları kapatması için birkaç temel yaklaşım öne çıkıyor:

Prim yerine hak temelli modellerin güçlendirilmesi,
Düşük gelirli çalışanlar için devlet destekli prim katkıları,
Özel sigorta ve kamu hizmetleri arasındaki uçurumun daraltılması,
Tehlikeli işlerde çalışanlar için risk temelli farklılaştırılmış koruma,
Kayıt dışıyla mücadele ve güvenceli istihdamın teşviki.

Bu adımlar, sosyal güvenliğin toplumsal bir barış mekanizması olarak güçlenmesini sağlayabilir.

Sosyal güvenlik, bir toplumun kendine verdiği en önemli sözdür: “Düştüğünde seni tutacağım.”

Ancak bu söz bugün herkes için aynı güçte söylenmiyor. Kimileri düşmeden yakalanırken, kimileri çoktan zemine çarpmış oluyor.

Eğer sosyal güvenlik sistemleri gerçek anlamda adil olacaksa, sınıf temelli ayrımların görünmez duvarlarını aşmak zorunda. Çünkü güvence, ancak herkes için güvence olduğunda toplumun ortak paydasına dönüşür.

Paylaşın

Ekonomi Yönetimine Güvenenlerin Oranı Yüzde 16,6

Asal Araştırma’nın kasım ayı araştırmasına göre; ekonomi yönetimine “güveniyorum” diyenlerin oranı yüzde 16,6, “çok güveniyorum” diyenlerin oranı ise sadece yüzde 2,6 oldu.

Asal Araştırma tarafından Kasım 2025’te gerçekleştirilen Türkiye Siyasi Gündem Araştırması, halkın ekonomi yönetimine olan güveninin oldukça zayıf olduğunu ve en önemli ekonomik sorunun açık şekilde konut ve gıda fiyatlarındaki artış olduğunu ortaya koydu.

Katılımcılara yöneltilen “Ekonomi yönetimine güveniyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, ekonomi politikalarına duyulan güvenin oldukça düşük seviyelerde seyrettiğini gösterdi.

Yanıtların dağılımı şu şekilde oldu:

Güvenmiyorum: Yüzde 36,0
Hiç güvenmiyorum: Yüzde 34,4
Ne güveniyorum ne güvenmiyorum: Yüzde 10,2
Güveniyorum: Yüzde 14,0
Çok güveniyorum: Yüzde 2,6
Fikrim yok/Cevap yok: Yüzde 2,8

Bu veriler doğrultusunda, ekonomi yönetimine güvenmeyenlerin oranı toplamda yüzde 70,4’e ulaşırken, güven duyanların oranı yalnızca yüzde 16,6 oldu. Kararsızların ve yanıt vermeyenlerin oranı ise toplamda yaklaşık yüzde 13 seviyesinde kaldı.

Anket sonuçları, ekonomi politikaları konusundaki toplumsal memnuniyetsizliğin derinleştiğine işaret ederken, ekonomi yönetimiyle ilgili olumlu görüşlerin ciddi biçimde azaldığını gösterdi.

Araştırmanın dikkat çeken ikinci bölümü ise “Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu nedir?” sorusuna verilen yanıtlardı. Katılımcıların büyük bölümü, yaşam maliyetlerine doğrudan etki eden barınma ve gıda fiyatlarındaki artışı öne çıkardı.

Verilere göre en önemli ekonomik sorunlar şu şekilde sıralandı:

Kira ve konut fiyatlarındaki artış: Yüzde 22,6
Gıda fiyatlarındaki artış: Yüzde 17,0
Enflasyonun yüksekliği: Yüzde 10,5
Faizlerin yüksekliği: Yüzde 5,4
Elektrik, su, aidat ve doğalgaz fiyatlarının yüksekliği: Yüzde 5,3
Ekonomi yönetimi: Yüzde 4,9
İşsizlik: Yüzde 4,2
Üretimde yetersizlik: Yüzde 4,0
Akaryakıt fiyatlarının yüksekliği: Yüzde 3,8

Vergi oranlarının yüksekliği: Yüzde 3,5
Liyakatsizlik: Yüzde 3,3
Eğitim harcamaları/sistemi: Yüzde 3,0
Sosyal eşitsizlik: Yüzde 2,7
Kamuda israf: Yüzde 2,2
Diğer: Yüzde 2,6
Sorun yok: Yüzde 1,8
Fikrim yok/Cevap yok: Yüzde 3,2

Ankete katılan her 5 kişiden biri, barınma maliyetlerindeki artışı birincil sorun olarak tanımladı. Onu gıda fiyatlarındaki artış ve genel enflasyon izledi. Bu veriler, enflasyonun doğrudan etkilediği temel tüketim kalemlerinin halkın hayatında en büyük baskıyı oluşturduğunu ortaya koydu.

“Ekonomi yönetimi” yalnızca güven anketinde değil, sorun algısında da doğrudan bir başlık olarak yer aldı. Katılımcıların yüzde 4,9’u doğrudan ekonomi yönetiminin kendisini Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu olarak tanımladı.

Paylaşın

Türkiye’de Her Dört Çalışandan Biri Sigortasız

Türkiye’de toplam istihdam 33.09 milyon kişi olurken, bu çalışanlardan 8.91 milyonu herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı değil. Başka bir ifadeyle Türkiye’de ortalama her dört çalışandan biri sigortasız.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2025 yılı üçüncü çeyrek verileri, çalışma hayatındaki “kayıt dışı” gerçeğini ve bunun ekonomiye faturasını bir kez daha gözler önüne serdi. Çalışma çağındaki 66,5 milyon kişinin yarısının bile istihdamda olmadığı Türkiye’de, çalışanların önemli bir bölümü sosyal güvenlik şemsiyesinin dışında kalıyor.

Dünya Gazetesi’nden Naki Bakır’ın aktardığına göre, toplam 33 milyon 69 bin kişilik istihdam ordusunun 8 milyon 910 bini kayıt dışı, yani sigortasız çalışıyor. Bu rakam, toplam istihdamın yüzde 26,9’una denk geliyor.

Kayıt dışılıkta cinsiyet ve sektör dağılımı ise dikkat çekici:

Erkeklerde yüzde 23,9 olan kayıt dışı çalışma oranı, kadınlarda yüzde 33,1’e yükseliyor.
Tarım dışı sektörlerde kayıt dışılık yüzde 16,9 seviyesindeyken, tarım sektöründe bu oran yüzde 83,3’e fırlıyor.
“Ücretsiz aile işçisi” olarak tanımlanan grupta kayıt dışılık oranı yüzde 88,1 ile zirve yapıyor.

Kayıt dışı istihdamın SGK bütçesi üzerindeki etkisi hesaplandığında ortaya çıkan tablo ise çarpıcı.

Mevcut asgari ücret (Brüt 26.005 TL) baz alındığında, bir çalışan için SGK’ya ödenmesi gereken aylık toplam prim (işçi ve işveren payları dahil) 8 bin 516 TL seviyesinde. Bu, çalışan başına yıllık 102 bin 201 TL’lik bir prim geliri anlamına geliyor.

Eğer 8,9 milyon kayıt dışı çalışan sisteme asgari ücret üzerinden dahil edilebilseydi:

Aylık İlave Gelir: 75,9 milyar TL,
Yıllık İlave Gelir: 910,6 milyar TL olacaktı.

Bu rakam, SGK’nın 2025 yılı için hedeflediği 3 trilyon 752 milyar liralık toplam prim gelir hedefinin dörtte birine tekabül ediyor.

SGK’nın 2025 yılı bütçe hedeflerinde 322,8 milyar TL açık öngörülmüştü. Yılın ilk sekiz ayında açık 74,1 milyar TL olarak gerçekleşti. Kayıt dışı istihdamın oluşturduğu yıllık 911 milyar TL’lik teorik gelir kaybı, kurumun finansman açığını fazlasıyla kapatabilecek bir potansiyeli barındırıyor.

Uzmanlar, özellikle 3,2 milyon kişiyle en büyük grubu oluşturan ücretli ve yevmiyelilerin kayıt altına alınmasının bile kuruma yıllık 322 milyar TL kazandıracağını, bunun da sistemin sürdürülebilirliği için hayati önem taşıdığını vurguluyor.

Paylaşın

Sosyal Yardıma Muhtaç Hane Sayısı 4,5 Milyonu Aştı

Giderek derinleşen ve çözülemez hale gelen ekonomik kriz, 18,2 milyon vatandaşı sosyal yardıma mahkum etti. Türkiye nüfusu göz önüne alındığında ortalama her 5 kişiden biri sosyal yardımlara muhtaç durumda.

Ekonomiye dair hedef ve politikaların detaylandığı 2026 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, sosyal yardıma muhtaç hane sayısının 4,5 milyonu aştığını ortaya koydu. Raporda ayrıca, Genel Sağlık Sigortası (GSS) prim borcunu ödeyemeyen kişi sayısının 9,5 milyona dayandığı vurgulandı.

BirGün’den Mustafa Bildircin’in aktardığına göre, Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, Türkiye’deki yoksulluğun boyutlarını bir kez daha gözler önüne serdi. Program, 2026 yılı için belirlenen ekonomik hedefler ve politikalarla birlikte, sosyal destek alan hanelerin durumuna da ışık tutuyor.

Sosyal yardıma muhtaç hane sayısının, Covid-19 salgını nedeniyle sosyal yardımların artırıldığı 2022 yılı sayısını geçtiği dikkat çekiyor. Rapora göre, 2022’de 4 milyon 498 bin 852 olan sosyal yardım alan hane sayısı, 2024 sonunda 4 milyon 574 bin 684’e yükseldi.

TÜİK’in dört kişilik hane hesabıyla yapılan hesaplamaya göre, Türkiye’de sosyal yardıma muhtaç kişi sayısı 18 milyon 298 bin 736’ya ulaştı.

Paylaşın

Otomobilden Konuta Yeni Vergiler Geliyor

AK Parti’nin bazı vergi istisnalarının kaldırılması ve vergi dışında kalan alanların vergi kapsamına alınmasına yönelik düzenlemesi, bu hafta Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) ele alınacak.

AKP milletvekilleri, vergi kanununda değişiklik öngören kanun teklifini geçen hafta TBMM Başkanlığına sunmuştu. Teklif 21 Ekim Salı günü Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülecek.

Düzenleme ile konut kira gelirlerine uygulanan istisnanın kaldırılması hedefleniyor. Daha önce 2025 yılı için 47 bin TL’ye kadar olan kira gelirleri vergiden muaf tutuluyordu. Yeni paket ise, emekli konut sahipleri hariç kira geliri ne kadar olursa olsun gelir vergisi ödenmesini öngörüyor.

İşverenlere Hazine’den sağlanan yüzde 4’lük Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) prim desteği de yüzde 2’ye düşürülüyor. İmalat sektörü için ise sigorta primlerine yönelik yüzde 5’lik destek aynen sürdürülecek.

Teklif daha önce alınmayan yeni harçlar da getiriyor. Buna göre; muayenehane, poliklinik, ağız ve diş sağlığı merkezleri ile veteriner hekim muayenehane, poliklinik ve hayvan hastanesi ruhsatları yıllık harca tabi olacak. Mevcut durumda ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşları ile ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait belgeler; ayrıca veteriner hekim muayenehane ve poliklinikleri ile hayvan hastanelerine verilen ruhsatlar harca tabi değildi.

Değişiklik ile; her yıl için muayenehane uygunluk belgesi 20 bin lira, özel poliklinik ruhsatnamesi 30 bin lira, özel tıp merkezi ruhsatnamesi 50 bin lira olacak. Ağız ve diş sağlığı muayenehanelerinden her yıl alınacak bedel 20 bin lira, ağız ve diş sağlığı polikliniklerinden 30 bin lira, ağız ve diş sağlığı merkezlerinden 40 bin lira, ağız ve diş sağlığı hastanelerinden 40 bin lira olacak. Bu harçlar, büyükşehir belediyesi olan illerde bir kat artırımlı olarak uygulanacak.

Her yıl için veteriner hekim muayenehane ruhsatı 10 bin lira, veteriner hekim poliklinik ruhsatı 20 bin lira, hayvan hastanesi ruhsatı ise 40 bin lira olarak belirlendi.

Özel hastane ve laboratuvarlar ile turizm işletmeleri için verilen işletme belgelerine ilişkin harçlar da yıllık hale getiriliyor. Normalde bu tesisler için yalnızca ruhsat alımında tek seferlik harç ödeniyordu.

Kuyum ve ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgelerinden de yıllık harç alınacak. Buna göre, her yıl için şubeler dahil kuyum işletmeleri adına düzenlenen yetki belgelerinden 30 bin lira; ikinci el motorlu kara taşıtı ile taşınmaz ticareti için şubeler dahil düzenlenen yetki belgelerinden ise 20 bin lira alınacak. Bu harçlar da büyükşehir belediyesi olan illerde bir kat artırımlı uygulanacak.

Tasarının yasalaşmasıyla, noterler tarafından gerçekleştirilen ikinci el araçların satış ve devir işlemlerine ilişkin harç istisnası da kaldırılacak. Buna göre; noterde yapılan sıfır araçların ilk tescili işlemlerinden ve ikinci el araçların satış ve devrine ilişkin işlemlerden, bin liradan az olmamak üzere satış ve devir bedeli üzerinden nispi harç alınacak.

Paket Cumhurbaşkanı’na, Bireysel Emeklilik Sistemi’nde (BES) halen yüzde 30 olan devlet katkısı oranını sıfıra kadar indirme veya yüzde 50’ye kadar artırma yetkisi de veriyor.

Yeni düzenleme ile, vakıf üniversitelerinde hazırlık dönemi hariç eğitim ücretlerini belirleme yetkisi Yükseköğretim Kuruluna (YÖK) bırakılıyor. YÖK fiyat belirlerken haziran ayı yıllık üretici fiyat endeksi (ÜFE) artışı ile aynı ayın yıllık tüketici fiyat endeksi (TÜFE) artışı ortalamasını dikkate alacak.

Paylaşın

Türkiye’de Gıda Fiyatları Altı Yılda Yüzde 790 Arttı

Türkiye’de fiyatlar, 2019 yılından bu yana, kümülatif olarak yüzde 640,5, gıda fiyatları ise kümülatif olarak yüzde 790 arttı. Bu oran, OECD ülkeleri arasında açık ara en yüksek seviye olarak kayıtlara geçti.

OECD’nin (Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü) Ekim 2025 tarihli Tüketici Fiyatları raporu, Türkiye’de enflasyonun diğer üye ülkelere kıyasla ne kadar yüksek olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Karar’dan Berfu Kargı’nın aktardığına göre; OECD ülkeleri arasında en yüksek gıda ve genel enflasyon Türkiye’de görüldü.

OECD verilerine göre Türkiye’de tüketici fiyat endeksi (TÜFE), Ağustos 2025 itibarıyla yıllık bazda yüzde 33 arttı. Aynı dönemde gıda fiyatlarındaki artış yüzde 33,3; enerji fiyatlarındaki artış yüzde 28,5; gıda ve enerji hariç çekirdek enflasyon ise yüzde 33,6 olarak kaydedildi.

Rapora göre, OECD genelinde yıllık enflasyon oranı Ağustos 2025 itibarıyla yüzde 4,1 seviyesinde sabit kaldı. Bu oran mart ayından bu yana fazla değişmedi. Ancak Türkiye bu ortalamanın yaklaşık sekiz katı enflasyonla örgütün en dikkat çeken ülkesi konumunda.

OECD ülkelerinde gıda fiyatları ortalama yüzde 5 artarken, enerji fiyatları yüzde 0,7 yükseldi. Gıda fiyatları OECD ortalamasında Aralık 2019’a göre yüzde 45,8 artmış durumda. Buna karşın Türkiye’deki gıda fiyatlarındaki artış aynı dönemde yüzde 790’a ulaştı.

OECD’ye göre, enflasyon Kolombiya’da yüzde 5,1, Estonya’da yüzde 6,1 olarak ölçüldü. Bu iki ülke, Türkiye’nin ardından en yüksek oranlara sahip ülkeler arasında yer aldı. İsviçre’de enflasyon yüzde 0,2 seviyesinde kalırken, Kosta Rika’da ise fiyatlar düşmeye devam etti. Japonya’da enerji ve gıda fiyatlarındaki gerilemeyle birlikte yıllık enflasyon yüzde 2,7’ye indi.

Euro Bölgesi’nde enflasyon üç aydır yüzde 2,0 seviyesinde sabit kalırken, Almanya’da yüzde 2,2, Fransa’da yüzde 0,9, İtalya’da ise yüzde 1,6 olarak ölçüldü.

G7 ülkelerinde genel enflasyon ortalaması yüzde 2,7 seviyesinde seyretti. ABD, Almanya ve Kanada’da oranlar hafif artarken, Japonya’da gerileme görüldü.

OECD, raporunda fiyat artışlarının ülkeden ülkeye büyük farklılıklar gösterdiğini belirtti. Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı kur dalgalanmaları, gıda arz zincirlerindeki kırılganlıklar ve yüksek enerji ithalat maliyetleri bu farklılığın başlıca nedenleri arasında sayılıyor. Aynı dönemde İsviçre’de toplam gıda fiyatları sadece yüzde 6,9 oranında arttı.

Paylaşın