Filler, Avlanma Nedeniyle Dişsizliğe Doğru Evrimleşiyor!

Filler için uzun keskin ve büyük dişler kesinlikle büyük bir avantajdır, ancak bu büyük kesici dişler, fildişi avcılığının yoğun olduğu bir yerde büyük bir sorun olabilir. Bilim insanları, Mozambik’teki fillerin kaçak avcılar yüzünden dişsizliğe doğru evrimleştiğini ortaya koydular.

Haber Merkezi / 1970’lerin sonundan 1990’ların başına kadar iç savaş yaşadığı Mozambik’te çatışmanın her iki tarafı da savaşı finanse etmek için fillerin dişlerini hedef aldı. Ülkenin Gorongosa Ulusal Parkı’nda bulunan fillerin nüfusu 2.000’den 250’ye kadar düştü.

Hayatta kalan fillerin yüzde 30 dişsizdi, yani dişleri gelişmiyordu, iç savaştan önce fillerin sadece  yüzde 18’inin dişi yoktu. Fillerin dişlerinin olup olmaması ebeveynlerine bağlıdır.

Filin evrimi;

Fildişi ticaretinin doğal seçilim ölçeğini nasıl değiştirdiğini daha iyi anlama isteyen Princeton Üniversitesi’nden bilim insanları, Gorongosa Milli Parkı’nda 800’den fazla fil gözlemlediler; anne ve yavru kataloğu oluşturdular.

Bilim insanları, dişsiz filler dişi olduğu için X kromozomuna odaklanmaya karar verdiler. Erkeklerde bir X ve Y kromozomu bulunurken, dişilerde iki X kromozomu bulunmaktadır. Bilim insanları, genomları sıraladıktan sonra, dişsizliği açıklayabilecek, AMELX adı verilen baskın bir gen belirlediler.

Gen, X kromozomu üzerinde anneden yavruya aktarılır. Aynı gen, insanlarda da vardır. İnsanlarda, gen bozulması dişilerde dişlerin gevrekleşmesine neden olur. Ancak erkeklerde, bozulmuş bir gen genellikle ölüm anlamına gelir.

Fillerin tüm ekosistemini etkileyebilir

Bilim insanları, bunun filler için de geçerli olduğun ve erkek filin, bozulmuş bir AMELX geni alırsa, muhtemelen öleceğini, ancak mutasyona uğramış genin, dişi filde dişsizliğe yol açacağını ortaya koydu. Dişlere sahip olmamak bir sorun gibi görünmeyebilir, ancak bu durum fillerin tüm ekosistemi üzerinde kartopu etkisi yaratabilir.

Paylaşın

440 Milyon Yıl Önce Denizlerin Kötü Çocukları: Deniz Akrepleri

Deniz akrepleri, dinozorların ortaya çıkmasından iki yüz milyon yıl önce denizin kötü çocuklarıydı. Bilim insanları, 443 milyon ila 419 milyon yıl öncesine ait, sularda karşılaştığı her canlıyı alt edebilecek mükemmel bir donanıma sahip bir fosil tanımladılar.

Haber Merkezi / Deniz akrepleri olarak adlandırılan Eurypteridler’in boyutları sadece birkaç santimetreden bir insan boyutuna kadar değişiyordu. Bu canlılar, muhtemelen denizdeki tüm canlıların kalplerine korku saldılar (o zamanlar pek çok yaratık uygun kalpler geliştirmemiş olsa da).

Çin Bilimler Akademisi’ne (NIGPAS) bağlı Nanjing Jeoloji ve Paleontoloji Enstitüsü’nden doktoralı araştırmacı Wang Han ve Profesör Wang Bo, bir zamanlar Gondwana kıtasının parçası olan güney Çin’de bir bölgede, bir eurypterid fosili keşfetiler.

Yüz milyonlarca yıl önce, şu andaki tüm kara kütleleri Pangea adı verilen bir kıtayı meydana getiriyordu. Pangea, zamanla, Laurasia ve Gondwana adlı iki kıtaya ayrıldı. Bu türe ait daha önce keşfedilen tüm fosiller Laurasia’dan geldi, bu ise Gondwana’dan gelen ilk fosil.

Fosil, kara florası ve faunasının yeni çeşitlenmeye başladığı çok sıcak bir dönem olan Silüriyen adı verilen Kambriyen’de bir döneme aittir. Keşfedilen fosil, ‘Mixopteridae’ adı verilen bir deniz akrep grubuna aittir. Bu grup hakkında fazla bir şey bilmiyor ve bilinenler ise, neredeyse bir asır önce tanımlanan fosillerden geliyor.

Prof. Wang, Mixopteridler hakkındaki bildiklerimiz, 80 yıl önce Silurian Laurasia’dan birkaç fosil örneğine dayanan iki cinste yalnızca dört türle sınırlı olduğunu söylüyor.

Terropterus xiushanensis adlı yeni keşfedilen yaratık, bugün kırbaç örümcekleri tarafından da kullanılan bir teknik olan, avı yakalamak için bir ‘yakalama sepeti’ gibi kullanılan dikenli uzuvlara sahipti. Diğer modern örümcek türleri, spermi aktarmak için aynı uzantıları kullanır.

Bilim insanları, T. xiushanensis ile ilgili bulunmayı bekleyen daha fazla fosil olduğuna inanıyor ve bunları bulmak, gezegenimizin jeolojik geçmişinde yaşamın nasıl evrimleştiğini daha iyi anlamamıza yardımcı olabileceğini belirtiyorlar.

Paylaşın

Tüm Koronavirüslere Karşı Tek Aşıya Bir Adım Daha Yaklaşıldı

Bilim insanları, yıllardır tüm koronavirüs çeşitlerine karşı savunabilecek tek bir aşıya sahip olmak için araştırma yaptılar. Yakın zamanda yapılan yeni bir araştırma, bu hedefe bir adım daha yaklaşıldığını ortaya koydu.

Haber Merkezi / Northwestern Medicine’den bilim insanları, aşı veya doğal enfeksiyon nedeniyle koronavirüse karşı bağışıklığı olan kişilerin, diğer benzer koronavirüslere karşı da bağışıklığa sahip olma eğiliminde olduğunu keşfettiler. Bilim insanları, bu yeni bulguların “tüm koronavirüs çeşitlerine karşı tek bir aşı için gerekçe sağladığını” düşünüyor.

Pandemilere neden olma potansiyelleri nedeniyle Koronavirüsler, son zamanlarda dikkat çekmekte. Koronavirüsler yeni değil, üst solunum yolu hastalıklarına neden olan geniş bir virüs ailesidir. Şu ana kadar yedi tanesi insanlarda tespit edildi. Tespit edilen koronavirüslerden dördü ciddi rahatsızlıklara neden olmazken, üçü ise ciddi hastalıklara, hatta ölüme neden olmakta. Bunlar, Şiddetli Akut Solunum Sendromu 1 Coronavirüsü (SARS-CoV-1), Orta Doğu Solunum Sendromu Coronavirüsü (MERS) ve şimdi Şiddetli Akut Solunum Sendromu 2 Coronavirüsü (SARS-CoV-2).

20 yıldan kısa bir süre içinde, yukarıda bahsedilen üç virüs salgınlara neden oldu. Çeşitli aşılar, Kovid 19’u önlemede etkinlik gösterdi, enfeksiyon ve ölüm sayısını önemli ölçüde azaltmaya yardımcı oldu. Ancak bu aşıların, diğer koronavirüslere karşı da koruma sağlayıp sağlamadığı şu ana kadar bilinmiyor. Yapılan yeni araştırma ile koronavirüs ailesi için tek bir aşıya sahip olmaya ve gelecekteki pandemileri önlemeye bir adım daha yaklaşmış olabiliriz.

Koronavirüsleri Anlamak

Bilim insanları araştırmalarında, SARS-CoV-2’ye karşı aşılanmış hastalardan alınan plazmanın, SARS-CoV-1 ve soğuk algınlığı koronavirüsü (HCoV-OC43) dahil olmak üzere diğer koronavirüslere karşı çapraz reaktif yani potansiyel olarak koruma sağlayan antikorlar ürettiğini buldular.

İnsanlarda hastalıklara neden olan üç ana koronavirüs türü vardır: SARS-CoV2 dahil olmak üzere sarbekovirüsler, MERS’ten sorumlu merbecovirüsler ve SARS-CoV-1 dahil olmak üzere sarbekovirüsler. Bu virüsler o kadar benzersiz ki, tek bir aşının üç virüsle de savaşması pek mümkün görünmüyor. Ancak başarılabilecek şey, her ailedeki her tür için etkili bir aşı.

Paylaşın

Rüzgar Enerjisi, Küresel Isınmaya Karşı Mücadelede Yapbozun Bir Parçası Olabilir

Enerji sektörü, küresel sera gazı emisyonlarının ana itici güçlerinden biri olmaya devam ediyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) , kömürün yanmasından kaynaklanan CO2 emisyonlarının, sanayi öncesi seviyelerden bu yana küresel ortalama sıcaklıklardaki 1ºC’lik artışın 0,3ºC’den fazlasından sorumlu olduğunu tahmin ediyor.

Haber Merkezi / Bu da kömürü sıcaklık artışının ana kaynağı haline getiriyor. Dolayısıyla, iklim değişikliğiyle mücadele etmek istiyorsak, kömürü yenilenebilir enerjiyle değiştirmeliyiz.

Son yılarda özellikle güneş ve rüzgar kaynaklı enerji üretimi dikkate değer bir artış kaydetti. Ama henüz yeterli değil. Fosil yakıtlar hala her alanda ve küresel olarak enerji talebinin ana bileşeni. Bu nedenle, Paris İklim Anlaşması’nda yer alan enerji sektörünün karbondan arındırılması, hala yerine getirilmesi önemli bir hedef olmaya devam ediyor.

Cornell Üniversitesi’nden bilim insanları, artmaya devam eden sıcaklıklarla mücadelede rüzgar enerjisinin ne anlama geleceğini araştırdılar. Rüzgar enerjisi, elektrik üretiminin en ucuz enerji kaynaklarından biri olduğunu kanıtlanmış olgun bir teknolojidir. Rüzgar türbinleri şu anda 90’dan fazla ülkede kullanılmaktadır.

Rüzgar enerjisinin genişlemesi

Bilim insanları, 2020 yılına kadar 35 GW’ı denizde olmak üzere toplam 742 GW rüzgar enerjisi kapasitesinin kurulduğunu tahmin ediyor. Çin, Almanya ve ABD bu teknolojiyle enerji üretimine öncülük etmekte.

Şu anda yenilenebilir elektrik üretimine hidroelektrik hakim olsa da (4325 TWh, toplam elektrik arzının yaklaşık % 16’sı), geleceğe yönelik senaryolarda, rüzgar ve güneş kaynaklı enerji üretiminde büyük gelişme öngörülmektedir. Rüzgar enerjisi üretimi 2005’te 104 terawatt-saatten (TWh) 2018’de 1273 TWh’ye yükseldi.

Bilim insanları, rüzgar enerjisinin etkin bir şekilde kullanıldığında, emisyonları 2030 yılına kadar yaklaşık beş gigaton ve 2050 yılına kadar 10 gigatondan fazla azaltacağını tahmin ediyor. Bu, yüzyılın sonuna kadar küresel ortalama sıcaklığı 0.8ºC’ye kadar düşürebilir. Bu hedefe ulaşmak için, rüzgar enerjisini yaygınlaştırması gerekiyor.

Paylaşın

3 Bin Yıllık Mezopotamya Tabletleri Bilinen En Eski TSSB Vakasını Belgeliyor

Mezopotamya’nın eski metinlerini inceleyen araştırmacılar, Travma Sonrası Stres Bozukluğu’na veya TSSB’ye oldukça benzeyen semptomların tanımlarına rastladılar. Bu, tarihteki en erken TSSB tanımı olabilir.

Haber Merkezi / Araştırmacılara göre, Asur Hanedanlığı’nın Mezopotamya hakim olduğu dönemde (bugünkü Irak) MÖ 1300 ve MÖ 609 yılları arasında askere alınanlar, ilk olarak, krallık için yollar, köprüler ve diğer altyapı işlerini de içeren bir yıllık bir eğitim kampı ve çalışmadan sonra bir yıl boyunca savaşa gönderilirler ve tek parça halinde geri dönmeleri durumunda, bu döngüyü tekrarlamadan önce bu insanlar, bir yıl boyunca ailelerinin yanlarına dönmelerine izin verilirdi.

Güneşin altında yeni bir şey yok

Ancak araştırmacılar tarafından analiz edilen eski metinler gösterdi ki, vücutları eve sağlam dönmüş olsa da, bazı askerlerin zihinleri paramparçaydı.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB), ABD kökenli filmlerde bolca gördüğümüz Vietnam savaşı gazileri üzerinde yapılan çalışmalardan sonra, psikiyatristler tarafından ancak oldukça yakın zamanda resmi olarak tanımlanmıştır. Doktorlar, daha önce askerlerdeki bu sorunu ‘mermi şoku’ veya ‘savaş yorgunluğu’ olarak değerlendirip görmezden geliyordu.

Şimdiye kadar, TSSB semptomları benzeri semptomların tanımlanması, Herodot’un MÖ 490’da meşhur Maraton Savaşı’nın sonrasını anlattığı metinlerde yer almaktaydı. Herodot , bazı Atinalı savaşçıların, savaş alanında ölümle yakın karşılaşmalarının ardından halüsinasyonlar gördüklerini ve kendiliğinden körlük yaşadıklarını iddia etmektedir.

Truva savaşının kahramanı olan Akhilleus’un da TSSB hastası olduğu kabul edilir. Üçüncü Haçlı Seferi’ne değinen bir tarihçide, savaştan (1189-92) eve dönen haçlılarında benzer durumlar yaşadığını tarif etmiştir. TSSB’yi tek başına metinden teşhis etmek çok zor (ve bazen imkansız) olsa da, muhtemelen insanlar ilk kez birbirlerine savaş açtığından beri travmanın gazilere musallat olduğunu gösteriyor.

Paylaşın

Samanyolu’nda Ne Kadar Soğuk Gezegen Var?

Samanyolu Galaksisi’nde çoğu Dünya’dan birkaç bin ışık yılından daha az uzaklıkta, binlerce gezegen keşfedilmiş durumda. Yine de Samanyolu Galaksisi’nin 100.000 ışık yılı genişliğinde olması, gezegenlerin galaksi içerisindeki dağılımını araştırmayı zorlaştırıyor.

Haber Merkezi / Ancak bir araştırma ekibi bu engeli aşmanın bir yolunu buldu. Yeni yayınlanan bir araştırmada, galaksi merkezinden, çevresine doğru gezegen bulunma olasılığının nasıl değiştiğini belirlemek için yeni bir gözlem ve modelleme kombinasyonu geliştirildi.

Yeni yöntem, gezegenler gibi nesnelerin uzak yıldızlardan gelen ışığı bükerek ve büyüterek mercek görevi gördüğü yerçekimi mikro mercekleme adı verilen bir olguya dayanıyordu. Bu yöntem, Samanyolu Galaksisi boyunca Jüpiter ve Neptün benzeri soğuk gezegenleri tespit etmek için kullanılabilir.

Araştırmada yer alan bilim insanlarından Daisuke Suzuki, yerçekimi mikro merceklemenin şu anda Samanyolu’ndaki gezegenlerin dağılımını araştırmak için tek yol olduğunu belirterek, esas olarak Güneş’ten 10.000 ışık yılı uzaklıkta olan gezegenlere olan mesafeyi ölçmenin zorluğu nedeniyle çok az şey bilindiğini söyledi.

Bu sorunu çözmek için bilim insanları, gezegensel mikro merceklemede merceğin ve uzak ışık kaynağının göreli hareketini tanımlayan bir miktarın dağılımını düşündüler. Araştırmada yer alan ilim insanları, mikro mercekleme yöntemi ile gezegenlerin galaksi dağılımını çıkarabilirler.

Araştırma sonucuna göre, gezegen dağılımı galaksi merkezinden çevreye bağlı olmadığını gösteriyor. Bunun yerine, yıldızlarından uzakta dönen soğuk gezegenler, Samanyolu’nda evrensel olarak var gibi görünüyor. Buna güneşe göre çok farklı bir çevreye sahip olan ve gezegenlerin varlığının uzun süredir belirsiz olduğu galaksi çıkıntısı da dahildir.

Araştırmada yer alan bir başka bilim insanı Naoki Koshimoto, galaksi çıkıntısındaki yıldızların daha yaşlı ve birbirlerine güneşin yer aldığı bölgedeki yıldızlardan çok daha yakın olduklarını belirterek, “Gezegenlerin bu yıldız ortamlarının her ikisinde de bulunduğunu bulmamız, gezegenlerin nasıl oluştuğunu ve Samanyolu’ndaki gezegen oluşumunun tarihini daha iyi anlamamızı sağlayabilir” dedi.

Paylaşın

2021 Nobel Kimya Ödülü, List ve MacMillan’a Verildi

Almanya doğumlu Benjamin List ve İskoçya doğumlu David MacMillan, moleküler (küçük parçacık) yapı oluşturmak için geliştirdikleri ‘asimetrik organokataliz’ aracı ile 2021 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldüler.

Haber Merkezi / İki bilim insanının geliştirdiği bu aracın, farmasötik araştırmalarında büyük etki yarattığına ve kimyayı daha ‘çevre dostu’ hale getirdiğine işaret edildi. List ve MacMillan, ödülle birlikte verilen 10 milyon İsveç Kronu (yaklaşık 10 milyon TL) parayı paylaşacaklar.

53 yaşındaki David MacMillan, Bellshill, North Lanarkshire’da doğdu ve New Jersey’deki Princeton Üniversitesi’nde ve James S. McDonnell Seçkin Üniversitesi’nde Kimya Profesörü, 53 yaşındaki Benjamin List ise, Frankfurt / Almanya’da dünyaya geldi ve Köln Üniversitesi ve Max Planck Kömür Araştırma Enstitüsü’nde Profesördür.

Nobel Kimya Ödülü, 1901 ile 2020 yılları 112 adet ödül 185 ayrı bilim insanına verildi. Curie’ler, en başarılı “Nobel Ödülü ailesi” oldu. Marie Curie ve Pierre Curie’nin karı-koca ortaklığı 1903 Nobel Fizik Ödülü’nü çifte getirdi.

Marie Curie, 1911 Nobel Kimya Ödülü’nü alarak ikinci kez Nobel Ödülü’ne layık görüldü. Marie ve Pierre Curie’nin en büyük kızı Irène Joliot-Curie, kocası Frédéric Joliot ile birlikte 1935 Nobel Kimya Ödülü’nü aldı.

Paylaşın

2021 Nobel Fizik Ödülü Sahiplerini Buldu

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından 1901’den bu yana her yıl fizik alanında insanlığa önemli katkı sunan kişilere verilen 2021 Nobel Fizik Ödülü’ne, bu yıl Syukuro Manabe, Klaus Hasselmann ve Giorgio Parisi layık görüldü.

Haber Merkezi / 10 milyon İsveç Kronu (yaklaşık 10 milyon TL) para ödülünün yarısının 1931’de dünyaya gelen Japon Manabe ve aynı yıl Almanya’da doğan Hasselmann’a verileceği belirtildi. Ödülün diğer yarısının ise 1948 yılında Roma’da doğan Profesör Parisi’ye verileceği kaydedildi.

Syukuro Manabe kimdir?

Syukuro “Suki” Manabe 21 Eylül 1931’de Ehime’de doğdu. Syukuro Manabe küresel iklim değişikliğini ve doğal iklim değişikliklerini simüle etmek için bilgisayar kullanımına öncülük eden bir meteorolog ve klimatologdur.

Klaus Hasselmann kimdir?

1939 yılında Almanya’nın Hamburg kentinde dünyaya gelen Klaus Hasselmann, önde gelen bir Alman oşinograf ve iklim modelleyicisidir.

Giorgio Parisi kimdir?

73 yaşında olan ve İtalya’nın başkenti Roma’da dünyaya gelen Giorgio Parisi, araştırmaları kuantum alan teorisi, istatistiksel mekanik ve karmaşık sistemlere odaklanan bir İtalyan teorik fizikçidir.

Nobel Fizik Ödülü, 2020’de kara deliklerin keşfine katkı sağlayan çalışmalarından ötürü İngiliz matematiksel fizikçi Roger Penrose, Alman astrofizikçi Reinhard Genzel ve Amerikalı gök bilimci Andrea Ghez arasında paylaştırılmıştı.

 

Paylaşın

2021 Nobel Tıp Ödülü, David Julius Ve Ardem Patapoutian’a Verildi

Sıcaklık ve dokunma reseptörlerini keşfeden David Julius ve Ardem Patapoutian 2021 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’ne layık görüldüler. Fizik, kimya, edebiyat, barış ve ekonomi alanlarındaki ödüller ise önümüzdeki günlerde açıklanacak.

Haber Merkezi / Karar, Stockholm’deki Karolinska Enstitüsü’nde düzenlenen bir panelde duyuruldu. Duyuruda, Julius ve Patapoutian’ın keşiflerinin, ‘ısıyı, soğuğu ve mekanik gücü duyumsamada moleküler temeli açıklayarak doğanın gizemlerinden birinin sırrının çözülmesini sağladığı, bunun, “insanoğlunun hissetme, mana verme ve iç ile dış çevresiyle etkileşim kabiliyeti için hayati öneme sahip olduğu’ belirtildi.

California Üniversitesi’nden David Julius, cildin sinir uçlarında ısıya tepki veren bir sensörü tanımlamak için, yanma hissine neden olan keskin bir bileşik olan kapsaisin kullandı. Scripps Research’teki Howard Hughes Tıp Enstitüsü’nden Ardem Patapoutian ise, deride ve iç organlarda mekanik uyaranlara yanıt veren yeni bir sensör sınıfını keşfetmek için basınca duyarlı hücreler kullandı.

Yüzyılı aşkın süredir İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından verilen ödül, 10 milyon İsveç kronu (1,15 milyon $) değerinde. Ödül parası, ödülün yaratıcısı olan ve 1895’te ölen İsveçli mucit Alfred Nobel tarafından bırakılan bir vasiyetten karşılanıyor.

Geçen yılki ödülü, siroz ve karaciğer kanserine neden olan Hepatit C virüsünü belirleme çalışmaları nedeniyle Amerikalı Harvey Alter ve Charles Rice ve Briton Michael Houghton’a verilmişti.

1901’den bu yana 111 Nobel Tıp Ödülü verildi. Ödülü kazananlardan 12’si kadındı. Nobel Tıp Ödülü’nün en genç kazananı, 1923 yılında insülinin keşfinden ötürü 32 yaşındaki Frederick G. Banting oldu. 1966 yılında ‘tümöre neden olan virüsleri’ bularak Nobel Tıp Ödülü’nü alan 87 yaşındaki Peyton Rous ise ödülü alan en yaşlı bilim insanı olarak tarihe geçti.

Paylaşın

Tekno-Milliyetçiliğin Ehlileştirilmesi

Son dönemde ABD ve Çin’in hassas teknolojilerin transferini engelleme girişimlerini sıklaştırdı. Teknolojinin jeopolitikleşmesi, aynı zamanda küresel düzeyde endişe verici bir eğilimin simgesidir.

Haber Merkezi / Bütün dünyada modern teknolojilerin askeri ve stratejik önemine ilişkin farkındalık artarken, bir ulusun teknolojik yetenekleri, ulusal güvenlik, ekonomik refah ve sosyal istikrar ile doğrudan bağlantılı olduğunun kabul edilmesiyle, yeni bir ‘tekno-milliyetçilik’ veya ‘yenilikçi merkantilizm’ dalgasına dönüşmektedir.

Her devlet, hassas teknolojilere erişimi sıfır toplamlı bir oyun olarak ele alır ve hassas teknolojiler aracılığıyla ulusal kontrolü, uluslararası etkiyi genişletmek için politikalar izler. Bu teknolojilerin geliştirilmesi ekonomik olarak son derece maliyetlidir; teknolojik bilgi birikiminin geliştirilmesi yıllar alır.

Devletler, hassas teknolojilere erişimlerini ve kontrollerini genişletmek ve hem müttefiklerinin hem de düşmanlarının rekabet gücünü baltalamak için çeşitli araçlardan yararlanır; politik araçları, ithalat ve ihracat kontrolleri, casusluk, yabancı şirketleri çekirdek teknolojileri transfer etmeye zorlamak için tasarlanmış yasalar, uluslararası teknik standartları gözden geçirme girişimleri ve hatta küresel altyapı gibi geleneksel merkantilist uygulamalar.

Bu uygulama, Avrupa’da stratejik özerkliğe yönelik tartışmaların yoğunlaşmasına katkıda bulunmuştur. Avrupa stratejik özerkliği, yalnızca askeri operasyonlarda Avrupa özerkliğine duyulan ihtiyacı değil, daha genel olarak, AB ve AB’ye üye devletlerin dış aktörler tarafından kısıtlanmadan kararlar alabilmesi gerektiği fikrini de kapsayacak şekilde büyümüştür.

Avrupa Birliği (AB) yetkilileri, bloğun ‘dijital’ ve ‘teknolojik’ egemenliğini korumanın önemine tekrar ve tekrar atıfta bulunarak, bilim, teknoloji, ticaret ve veri yatırımlarını, uluslararası siyasette yükselen etki kaynakları olarak kabul ettiklerini vurguladılar. Bu anlayış çerçevesinde, Dijital Hizmetler Yasası (DSA) ile bir dizi yeni mevzuat uygulamaya konuldu.

Avrupa devletleri, bir taraftan tekno-milliyetçilikle uğraşırken, diğer taraftan güvenliği korumak ve refahı teşvik etmek için yeni politikalar uygulaması gerekecek. Bir yandan güvenlik önlemleri alarak, diğer yandan yenilikçi ekosistemlerinin rekabet gücünü artırmaya çalışarak tekno-milliyetçi politikaların olumsuz etkisini azaltmaları gerekecek. Bu makale ilk olarak Lahey Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlanmıştır .

Paylaşın