TÜSİAD’dan İktidara Sert Eleştiriler

TÜSİAD olağan Genel Kurul toplantısında konuşan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan, ekonomide “yüksek enflasyon, istikrarısızlık, düşük katma değerli üretim, orta gelir tuzağı, yeşil ekonomiye uyum ihtiyacı ve orta gelir tuzağı önemli başlıklar olarak duruyor” dedi.

Bu sorunların olduğu gibi devam ettiğini dile getiren Özilhan, sorunları kesin ve kalıcı olarak çözmek yerine sadece palyatif çözümlerin vakit kaybına yol açtığını ve yapısal sorunların ertelendiğini belirtti.

Üretim artışı sağlanmadan makro ekonomik sorunlarda kalıcı iyileşmenin mümkün olmadığının altını çizen Özilhan, refahın adil dağıtılmasına dikkat çekti. Yüksek enflasyon ve refah üretmeyen büyümenin geçim sıkıntısı getirdiğinin altını çizen Özilhan, yıllardır aynı sorunları yaşayan ülkenin 2024 yılında hâlâ gelir adaletsizliğiyle mücadele ettiğini dile getirdi.

TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ise TÜSİAD olarak zorlu bir dönemde görev yaptıklarını ifade ederek, “Ortak akılla yan yana durarak, birbirimizden güç alarak ve birbirimize destek vererek doğru bildiklerimizi bu dönemde de söylemeye devam edeceğiz. Atatürk’ün çizdiği yolda, ülkemizin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesini sağlayacağını düşündüğümüz tüm konuları, toplumumuzun en geniş kesimleriyle paylaşmaya özen gösterdik” dedi.

Türk Sanayici ve İşinsanları Derneği (TÜSİAD) olağan Genel Kurul toplantısını düzenledi. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Başkanı Orhan Turan, toplantıda bir konuşma gerçekleştirdi.

Tuncay Özilhan, konuşmasında şunları söyledi: Gündemin her zaman çok yoğun olduğu ülkemizde, genel kurullarımıza hep gündeme ilişkin değerlendirmeler damgasını vurur. Fakat gündem ne kadar yakıcı olursa olsun, zaman zaman geri yaslanıp, daha uzun bir perspektiften değerlendirme yapmak gerekir.

Nereye gittiğimizi iyi bilmeliyiz ki menzile ulaşalım. 2015 yılında üstlendiğim Yüksek İstişare Konseyi Başkanlığı görevini bugün devrederken sizlerle beraber geçen dokuz yılın değerlendirmesini yapmak istiyorum. Bunu yaparken dokuz yılda dünyanın ve ülkemizin geçirdiği değişime ve TÜSİAD’ın bu süreçte oynadığı role bakmamız gerekir.

2015 yılında görevi devraldıktan sonra yaptığım ilk konuşmada küresel mimarideki değişim dalgalarına işaret etmiştim. 19. yüzyıl, tarihte uzun 19. yüzyıl olarak bilinir. 1789’da Fransız Devrimi ile başlayan ve 1914’te Birinci Dünya Savaşına kadar devam eden dönem ulus devletlerin kurulduğu ve modern dünyanın temellerinin atıldığı bir dönemdir. Buna karşılık 20.yüzyıl kısadır. Sanıyorum yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılı da uzun onyıl terimini hak ediyor. 2008 kriziyle başlayan belirsizlik, karmaşa, bilinmezlik, altüst oluşlar çağı soluksuz devam ediyor.

Neler görmedik ki! Dünya sürekli olarak terör olayları ve toplu cinayetlerle sarsıldı. Küresel ısınma daha önce görülmedik seviyelere ulaştı. Birisi ülkemizde olmak üzere büyük depremler, doğal afetler yaşadık. Küresel sistemde de depremler yaşandı. Bildiğimiz dünya değişti. Dünya ekonomisi bir türlü eski gücüne dönemedi. Liberal küreselleşme anlayışı ile hiç de uyumlu olmayan müdahaleler ve ticaret savaşlarına şahit olduk. Hayatımıza e-ticaret girdi. Artık ekonominin temel parametrelerini, yeşil ekonomi, yeni teknolojiler ve küresel tedarik zincirlerindeki değişimler şekillendiriyor.

Jeopolitik riskler sürekli olarak tırmandı. Demokratik ülkeler topluluğu ile Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore gibi ülkeler arasında sürekli bir gerilim yaşandı. Ortadoğu’daki huzursuzluklar hiç dinmediği gibi üzerine yenileri eklendi. Doğumuzda Azerbaycan-Ermenistan, kuzeyimizde Rusya-Ukrayna, güneyimizde İsrail-Filistin savaşlarını gördük. Avrupa Birliği bir yandan yeni aday ülkelerle genişleme sürecini devam ettirdi. Diğer yandan Birleşik Krallık üyelikten ayrıldı.

Covid pandemisi her alanda çok derin etkiler yarattı. Dünyada gelir adaletsizliği azalmakta ve yoksullukla mücadelede mesafe alınmakta idi. Ama 2019 sonrasında 70 milyon insan yeniden aşırı yoksulluğa itildi. Savaşlar, iklim krizi, ekonomik zorluklar gibi nedenler dünya üzerinde göçlere ve mülteci krizlerine neden oldu. Mülteci sayısı 2015 yılında 16 milyondan 2023 yılında 30 milyona ulaştı. Türkiye tüm dünyada İran’la birlikte en fazla sayıda göçmene ev sahipliği yapan ülke oldu.

Bütün bu olumsuz tabloya dünyanın hemen her yerinde tepkiler geldi. Toplumsal olaylar tırmandı. Sorunlara işe yarar çözümler üretemeyen merkez siyasetler cezalandırılırken popülizm tırmanışa geçti. Aşırı sağ popülizmdeki yükselişe, her konuda yetkiyi ve bilgiyi tekelinde tutan otoriterlik; bilimin, teknik becerinin, liyakatin değersizleştirildiği bir siyaset anlayışı eşlik etti.

Öte yandan, kadınların eşitlik ve hak talepleri ve cinsel istismara karşı toplumsal bilinç yükseldi. Etnik ayrımcılık karşıtı güçlü eylemler yapıldı. Teknolojide de büyük ilerlemeler gördük. Özellikle gen ve uzay teknolojileri, otonom cihazlar, yapay zeka ve dijital teknolojilerdeki gelişmeler çığır açtı. Bu gelişmeler doğal olarak bütün konuşmalarımda önemli bir yer kapladı. Çünkü dünya değişiyorken, değişimi iyi takip etmek, yönelimi doğru okumak ve zamanında pozisyon almak gerekir.

Geçtiğimiz dokuz yılda ülkemizde de baş döndürücü bir gündem vardı. Bu derin değişimler dönüşümler karşısında siyasi, ekonomik ve sosyal temellerimizi sağlamlaştırmak gerekiyordu. Dış politikada pazarlıkçı yaklaşımın yerini ilkeler bazında bir politikanın almasından yana olduğumuzu defalarca vurguladım. Batının bir parçası olduğumuzu unutmamamız gerektiğine, Türkiye’nin batı ve doğu arasında bir köprü olduğuna ve AB üyelik sürecinin önemine işaret ettim.

Küresel riskler, bölgesel tehditler, ekonomik çıkarlar dikkate alındığında, AB Türkiye için vazgeçilmez öneme sahiptir. Bunu sürekli ifade ettim. 1999 yılında yönetim kurulu başkanı olduğum yıl Türkiye AB’ye aday ülke statüsü kazanmıştı. 2015 yılında yüksek istişare konseyi başkanı olduğumda AB ile müzakerelere başlayalı 10 yıl olmuştu. 2024 yılında Türkiye hala AB üyelik sürecine devam ediyor. 2016’da bir darbe girişimi yaşadık.

Son dokuz yılda sekiz kez sandık kuruldu. 2 cumhurbaşkanlığı, 4 meclis, 1 halkoylaması, birisi gelecek ay olmak üzere 2 yerel seçim gündemimizi doldurdu. Parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçtik. İktidar yapısı değişmedi ama siyasi gerilim de hiç düşmedi; hatta sürekli olarak tırmandı. Konuşmalarımda kısır siyasi çekişmeleri bir kenara bırakmak gerektiğini vurguladım. 2024 yılında Türkiye hala siyasi istikrar arayışına devam ediyor.
Terör de yakamızı hiç bırakmadı. 2024 yılında Türkiye hala terörle mücadeleye devam ediyor.

Göreve geldiğimde 1999 Gölcük depreminin üzerinden altı yıl geçmişti. Geçen sene ise yaşadığımız korkunç depremin yaralarını hala tam olarak saramadık. 2024 yılında Türkiye hala Marmara depremine nasıl hazır olunacağını tartışmaya devam ediyor. Ekonomik durum tüm konuşmaların temel başlıklarından birisi oldu.

Yüksek enflasyon, TL’nin değerinde istikrarsızlık, düşük tasarruf oranı, cari açık, düşük verimlilik, düşük katma değerli üretim, orta gelir tuzağı, teknolojide geri kalma endişesi, yeşil ekonomiye uyum ihtiyacı nitelikli eleman sorunu ekonomik durumun vaz geçilmez başlıkları idi. Bu sorunlar orta yerde duruyorken palyatif çözümler sadece vakit kaybına yol açar. Konjonktür ne kadar elverişsiz olursa olsun, geleceği kaybetmemek için uzun vadeli düşünmek, yapısal sorunları ertelemeden çözmek gerekir.

2015 yılında enflasyon %9, kişi başı gelir 11 bin dolar, cari açığın GSYH’ya oranı % 3 idi. Son verilere göre enflasyon %65, kişi başı gelir 10 bin 659 dolar, cari açığın GSYH’ya oranı ise % 3,6 oldu. 2024 yılında Türkiye hala makroekonomik istikrar arayışına devam ediyor. 2015 yılında Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisindeki payı %1.15, küresel mal ve hizmet ihracatındaki payı ise %4.1 idi. Bu oranlar 2022 yılında da değişmedi.

2024 yılında Türkiye hala küresel ekonomideki payını artırma arayışına devam ediyor. İlk konuşmamdan son konuşmama kadar hep üretim, üretim, üretim dedim. Rasyonel para ve maliye politikaları tabi ki işin a-b-c si. Ama üretim artışı sağlamadan makroekonomik sorunlarda kalıcı bir iyileşme mümkün değil. Küresel konjonktür durumu daha da önemi hale getirdi. Gelişkin bir üretim kapasitesi, hem sanayide, hem tarımda, stratejik önemde. Bu da öngörülebilirlik, iyi bir planlama ve yatırım ortamının iyileştirilmesini, yani hukuk devletinin, yargı tarafsızlığının hiçbir istisnaya müsamaha göstermeden tam anlamıyla uygulanmasına bağlı.

Konuşmalarda sıklıkla dile getirdiğim bir konu da refahın adil dağılması, yoksulluğun azaltılması gereği idi. Yüksek enflasyon ve refah üretmeyen büyüme geçim sıkıntısını getirir. Büyümenin kaynağını tüketime, kentsel ranta, verimliliğe katkısı sınırlı projelere dayandırmak doğru değildir. Oysa kaynakları verimli kullansak, toplanan vergilerde israfı önleyip, eğitim ve diğer sosyal harcamaların payını artırabilsek, durum farklı olabilirdi. 2024 yılında Türkiye hala gelir adaletsizliği ile mücadeleye devam ediyor.

Refahı artırmak için istihdam yaratmak gerekiyor. 2015 yılında işsizlik oranı %10.3 idi. Geçen yılın Kasım ayında %9 oldu. 2024 yılında Türkiye hala vatandaşlarına iyi işler yaratma mücadelesine devam ediyor.

İşsizlik sorunu yaşanırken bir de nitelikli insan kaynağı sorunu yaşıyoruz. Bunun nedeni eğitim sisteminin yeni mesleklere yönelik yeni becerileri kazandırma konusundaki yetersizliği. Konuşmalarımda beyin göçünü önlemenin, bilime, özgür düşünceye, eleştirel akla, yaratıcılığa dayalı bir eğitim sisteminin ve eğitimde fırsat eşitliğini sağlamanın önemine çok vurgu yaptım. Son 20 yılda eğitimle ilgili 17 kez değişiklik yapılmış.

2024 yılında Türkiye eğitimde nitelik ve fırsat eşitliği sorunlarını çözmek yerine hala afaki tartışmalar yapmaya devam ediyor. TÜSİAD’ın ellinci yılı için yapmış olduğumuz çalışmada, insanın, kalkınmanın hem öznesi hem de hedefi olduğunu belirtmiştik. Kalkınma her şeyden önce insan içindir. Her türlü farklılıklarıyla tüm etnik ve dini inançtan insanımız ülkemizin gücüne güç katar. Bunun için sivil toplumun önünün açılması, ifade özgürlüğü, özgür medya, akademik özgürlükler konuları da sık sık gündemimde oldu.

Kadınlar için ekonomik, toplumsal ve siyasi hayatta fırsat eşitliği sağlanması, kadına şiddetin önüne geçilmesi ve İstanbul Sözleşmesine dönülmesi de dikkat çektiğim hususlardan birisiydi. 2015 yılında mecliste kadınların oranı %15 idi. 2023’te bu oran %17 oldu. 2024 yılında Türkiye’de hala kadınların fırsat eşitliği mücadelesi devam ediyor.

Bu kısa özet karşısında eminim içinizden ülke olarak ne çok vakit kaybetmişiz diye geçiriyorsunuzdur. Gerek benim, gerek başkanların bu kürsüden sık sık dile getirdiği öneriler hayata geçmiş olsaydı, acaba bugün daha farklı bir yerde olur muyduk diye sorduğunuzu da tahmin ediyorum. Dokuz yıl boyunca yapmış olduğum önerilerin kaynağı tüzüğümüz oldu. Tüzüğümüz açık ve nettir. Amacımız insan hakları evrensel ilkelerinin, düşünce, inanç ve girişim özgürlüklerinin, laik hukuk devletinin, katılımcı demokrasi anlayışının, liberal ekonominin, rekabetçi piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarının ve sürdürülebilir çevre dengesinin benimsendiği bir toplumsal düzenin oluşması olarak belirtilmiştir. Şimdiye kadar her yönetim bu amaçları gerçekleştirmek için çalıştı. Gün oldu bu amaçlara yaklaştık; gün oldu uzaklaştık.

TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ise konuşmasında şu ifadeleri kullandı: TÜSİAD kurumsal yapısı ve yarım asırlık tecrübesiyle, ülkenin tüm sorunları karşısında çözüm üretme misyonuyla çalışır. Sorunların ağırlaştığı dönemlerde, sadece üyelerine değil esas olarak ülkeye karşı yüksek sorumluluk gerektiren bu görevi layıkıyla yerine getirmek daha da meşakkatli hale gelir. Tuncay Bey, bu zorluğun üstesinden en mükemmel biçimde geldi.

Biz de, son yönetim kurulu olarak;

– Küresel mimarinin baş döndürücü bir biçimde değiştiği,
– Pandeminin yaralarının sarılmaya çalışıldığı,
– Ülke tarihimizin en büyük deprem felaketini yaşadığımız, biri kuzeyimizde biri güneyimizde iki
savaşın bölgemizi ateş topuna çevirdiği,
– Cumhuriyetimizin 100. Yılını idrak ettiğimiz bu dönemde,
– Devraldığımız bayrağı layıkıyla ileri taşıma uğraşında olduk.

Geçtiğimiz iki yıla sadece deprem gerçeği damgasını vurmadı;

– Yoğun jeopolitik riskler, savaşlar ve küresel ekonomideki sarsıcı değişimler oldu.
– Küresel ısınmanın etkileri şiddetini artırarak devam etti.
– Teknolojik dönüşüm, yapay zeka alanındaki gelişmelerle yeni bir düzeye ulaştı.
– Aylarca hepimizin gündemini meşgul eden bir seçim süreci yaşadık.
– Ekonomik sorunlar ağırlaştı.
– Yatırım iklimi karakışta takılı kaldı.
– Enflasyonla mücadele için denenen alternatif yöntemler tüm ekonomik parametreleri yerinden
oynattı.
– Kafalarda piyasa modeli nereye gidiyor soruları oluştu.

Bu zor dönemde beraber görev yapmış olduğum, Yönetim Kurulundaki değerli arkadaşlarıma üstlendikleri büyük sorumluluktan dolayı çok teşekkür ederim. Bize duydukları güven ve verdikleri destek için üyelerimize ve TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi divanına müteşekkiriz. Ayrıca, Genel Sekreterliğimize ve temsilciliklerimize de göstermiş oldukları üstün gayret için teşekkürlerimi ifade etmek isterim.

– Ortak akılla,
– Yan yana durarak,
– Birbirimizden güç alarak
– Ve birbirimize destek vererek doğru bildiklerimizi, bu dönemde de söylemeye devam ettik.
– Atatürk’ün çizdiği yolda, ülkemizin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesini sağlayacağını düşündüğümüz tüm konuları, toplumumuzun en geniş kesimleriyle paylaşmaya özen gösterdik.

Geçen sene Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşını haklı bir gururla kutladık. TÜSİAD olarak 100 yıllık kazanımlarımızın ve değerlerimizin vazgeçilmez önemini vurgularken, ilk yüzyılımızın tecrübelerini değerlendirmemiz gerektiğini de düşündük. “Cumhuriyetimizin İkinci Yüzyılına Girerken Türkiye” adlı çalıştay dizimizi gerçekleştirdik.

Bu çalıştayların çıktılarını hatırlayacağınız üzere Aralık ayında yayınladık. Bu yayında özetlenen fikir çeşitliliğinin siyasi partiler, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri, akademi ve tüm vatandaşlarımız için kıymetli bir kaynak oluşturmasını ve temel meselelerimiz hakkında istişare etmemiz için bir vesile olmasını umuyoruz.

Kahramanmaraş merkezli depremin üzerinden bir sene geçti. Yüreğimiz hala sızlıyor. Depremin hemen ardından gerek oluşturduğumuz Deprem Destek Ağı, gerekse üyelerimizin şirketlerinin ağlarıyla depremden etkilenen illerimizin öncelikli ihtiyaçlarını karşılamak için, bir seferberlik başladı. İş dünyası olarak depremin yaralarını sarmaya, sosyoekonomik toparlanma çalışmaları ile devam ettik.

TÜSİAD olarak ayrıca, Deprem Görev Gücü’müz ile beklenen Marmara depremi karşısında, özel sektörün hazırlıklı olması için çeşitli çalışmalar yapıyoruz. Afet yönetimi çok ciddi bir planlama, hazırlık ve koordinasyon gerektiriyor. Geçen sene yaşadığımız yıkıcı deprem bu gerçeği en acı biçimde öğretti. Kurumlarımızı ve kurallarımızı güçlendirip, kentlerimizi depreme dirençli hale getirmeliyiz. Bu konularda vakit kaybetmenin vebalini alamayız.

Ülke gündeminin önemli başlıklarından biri yerel seçimler. Umuyorum ki önümüzdeki yerel seçimler genel seçim mantığında ilerlemek yerine kentlerdeki yaşam kalitesinin iyileştirilmesine yönelik somut projeleri tartışacağımız bir zemin oluştursun. Tüm siyasi partilerimizden örneğin akıllı kent projelerini, teknolojiyi kent yaşamına nasıl entegre edeceklerini duymak isteriz.

Yerel yönetimler demokrasinin aşağıdan yukarıya inşa edilmesinde büyük rol sahibi. Yerindenlik ilkesi, merkezî yönetimle yerel yönetimler arasındaki yetki ve görevlerin paylaşımının düzenlenmesi açısından kilit bir kavram. Yurttaş tercihinin dikkate alınması ve yetki ve sorumluluğun halka en yakın birimler tarafından yerine getirilmesi, hizmetlerin etkinliği açısından önem taşır.

Siyaseti yerelleştirerek çoğulculuğu güçlendirmek, Cumhuriyetimizin İkinci Yüzyılı için gerçekleştirdiğimiz çalıştaylarımızda da gündeme gelen bir konu olmuştu. Yerel yönetimlerin güçlenmesi ve halkın karar alma mekanizmalarına aktif katılımının gelişmesi, demokrasiyi ve Cumhuriyet’i aynı anda geliştirmek açısından çok önemli.

Bunun yanında uzun yıllardır kadınların siyasete katılımının önemini vurgulamaya devam ediyoruz. Şimdiye kadar açıklanmış olan adaylara baktığımızda, maalesef bu yerel seçimlerde de seçilebilecek yerlerden gösterilen adaylar arasında, kadınların ağırlığı beklentilerimizi karşılamaktan uzak.

Çok zorlu bir ekonomik dönemden geçtik. Ekonomide yanan ateşi söndürmek için rasyonel politika
çerçevesine bağlı kalmaya devam etmemiz gerekiyor. Enflasyonla mücadelede para politikasının sosyal politikalar ve maliye politikası ile de desteklenmesini önemsiyoruz. Bu süreç sadece enflasyonun düşürülmesi açısından değil, aynı zamanda özellikle sabit gelirliler üzerindeki olumsuz etkilerin hafifletilmesi açısından da son derece önemlidir.

Hiç şüphesiz Türkiye ekonomisinde yaşanan sorunlar sadece para ve maliye politikaları ile aşılabilir
nitelikte değildir. Sorunların etrafından dolaşmak, pansuman önlemlerle çözümü geleceğe ötelemekülkenin çıkarına olmuyor.

– Üretim yapısını son teknolojik devrime uygun biçimde dönüştürmeden,
– Verimlilik artışı sağlamadan,
– Sanayi ve tarımda yüksek katma değerli üretimi artırmadan,
– Beyin göçünün önüne geçmeden,
– Nitelikli eğitim ve nitelikli insan kaynağı sorununu çözmeden ekonomimizin rekabetçiliğini
koruyamayız.
– Enflasyonda kalıcı bir iyileşme elde edemeyiz.
– Geçim sıkıntısını çözemeyiz.
– Cari açık sorununu tarihe havale edemeyiz.
– İstihdam yaratamayız.
– Orta gelir tuzağından kurtulup yüksek gelirli ülkeler arasına katılamayız.

Belirsizlik ve dönüşümlerin giderek daha yoğunlaştığı bir dönemde, bu adımları vakit kaybetmeden
atmamız gerekiyor. Ekonomimizin rekabetçiliğini artırmak için, kayıt dışı ile mücadeleyi daha da güçlendirmeliyiz. Vergisini kuruşuna kadar doğru ödeyen, her türlü mevzuata harfiyen uyan işletmeler kayıt dışı çalışan işletmelerin karşısında rekabette zorlanıyor. Kayıt dışı ekonomi kayıtlı kesimin vergi yükünün ağırlaşmasına yol açıyor.

Üstelik kayıt dışı ekonomi, çevre kirliliği, halk sağlığı, çalışanların sosyal güvenlik hakları, iş sağlığı ve güvenliği, hatta suç ekonomisi gibi bir dizi negatif unsur ile de iç içe geçer. Bu nedenle kayıtlı ekonomiye geçişin özendirilmesini çok önemsiyoruz. Bugün Türkiye’de girişimcilerin de, çalışanların da, emeklilerin de, gençlerin de, kadınların da, esnafın da, çiftçinin de, işsizin de yüzünün gülmesini istiyorsak, izlememiz gereken yol açık ve net. TÜSİAD’ın ellinci yılı vesilesiyle 2021’de yayınlanan Geleceği İnşa raporumuzda bunun üç sütun üzerinde, yani “insan, bilim ve kurumlar” üzerinde inşa edilmesi gerektiğini söylemiştik.

Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında müreffeh, adil, çevreci ve saygın bir Türkiye hedefi doğrultusunda doğru ve iyi çalışan kurumların, insanın ve bilimin önemini tüm faaliyetlerimizde vurguluyoruz. Konuşmalarımızda çok sık gündeme getiriyoruz. Dünya çoklu krizler çağında yaşıyor. Jeopolitik, ekonomik, teknolojik, toplumsal, siyasi, demografik, ekolojik çok sayıda dinamik iş başında.

Bu değişim ve dönüşümlerin savaşlar, göçler, terör eylemleri, toplumsal huzursuzluklar, ekonomik ve mali krizler, olağandışı hava olayları gibi, bir dizi riski barındırdığını biliyoruz. Bu değişim sürecinin iyi yönetilememesi halinde, bu olumsuzluklardan birinin gerçekleşmesinin diğerlerini de tetikleyebileceğinin farkındayız. Bu mutlaka kötü bir ihtimal ama, hafife alınabilecek bir ihtimal değil.

Şu anda dünyada birçok siyasi lider ve düşünce insanı bu ürkütücü senaryonun nasıl önlenebileceği üzerinde çalışıyor. Biliyoruz ki insanlığın elinde bütün bu olumsuz gelişmeleri önlemek ve tersine çevirmek için gerekli ve yeterli araçlar var. Bu araçların zamanında ve etkili biçimde kullanılması için gereken ise, demokratik siyaset ve kural bazlı uluslararası sistemin kurumlarının etkin çalışması.

Bu açıdan 2024 yılı dünya demokrasisi için tarihi bir yıl olacak. Bu yıl dünya nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı 76 ülkede sandıklara gidilecek. Seçimlerin sonuçları, dünyanın geleceğinin şekillenmesi açısından önemli olacak. Küresel jeopolitiğin yeniden tanımlandığı, küreselleşmenin beklentileri yerine getiremediği, liberal demokratik değerlerde gerileme tartışmalarının yoğunlaştığı ve kurumların alt üst olduğu bir dönemdeyiz.

Tedarik zincirleri, enerji yolları, güç dengeleri de değişiyor. Görüyoruz ki pek çok sorunumuz aslında çağdaş dünyanın sorunları ile ortak. Tam da bu nedenle ortak sorunlarımıza ortak çözümler üretme iradesinin bir parçası olmak için çok doğru bir zaman. Küresel sistemin reforme edilmesi için, genelde Batı ile özelde AB ile birlikte, bu ilişkilerimizi yeniden ilerleme çıpası haline getirebiliriz.

Gençlerimizin geleceklerini ülkemizde değil de, yurt dışında aramaya başlamış olmalarını uzun vadeli etkisi bakımından ülkemizin önündeki tehditlerin en ciddisi olarak görüyoruz. En iyi liselerimizden mezun gençlerimizin üniversite eğitiminde ağırlıklı olarak yurtdışını tercih etmelerinin nedenleri ve sonuçları üzerinde uzun uzun durmak gerektiğini düşünüyoruz. Üniversite çağına kadar bin bir emek ile yetiştirdiğimiz gençlerimizi, parlak beyinler olarak başka ülkelere kaptırıyoruz. Artık neredeyse tüm kentlerimizde üniversite var. Fakat görüyoruz ki üniversite mezunları arasında işgücüne katılma oranı düşüyor; işsizlik oranı ise artıyor.

Eğitim masrafları artıyor, eğitimin getirisi ise geriliyor. Oysa yapay zeka ve robotikteki gelişmeler nitelikli eğitimi her zamankinden önemli kılıyor. Otomasyona tabi olabilecek işler risk altında. Rekabet gücünü korumak ve verimliliği artırmak isteyen işletmeler yeni teknolojilere yatırım yapıyor. Firmalar, yeni teknolojilerin gerektirdiği becerilere sahip çalışanları istihdam etmek konusunda yurtdışı rakipleri karşısında zorlanıyor. Beceri uyumsuzluğu nedeniyle bir yandan işsizlik artarken bir yandan da işletmelerimiz insan kaynağı sıkıntısı yaşıyor.

– Eğitimin niteliğini yükseltemezsek,
– Nitelikli eğitimde fırsat eşitliği sağlayamazsak,
– Gençlerimizi yeni çağın becerileriyle donatamazsak,
– İşimiz zor.
– Ne rekabet gücümüzün asli unsuru olan işgücünü yetiştirebiliriz ne de gençlerimizi mutlu edip
beyin göçünü önleyebiliriz.

Daha önce de vurgulamış olduğumuz gibi, çağı yakalamamızı sağlayacak olan eğitim sistemi, ezberciliği değil, eleştirel ve yaratıcı düşünceyi önceliklendirmekten geçer. Bilimin yol göstericiliğine sıkı sıkı sarılmalıyız. Bu sistemde cemaat ve tarikatlara da, siyasetle ilişkilendirilen yapılara da yer olmaması gerekir.

Unutmayalım ki, geleceğimizi üzerine inşa edeceğimiz en önemli sütunlarından biri insan. Belki de en önemlisi. Bu temeli tahkim etmeliyiz. Eğitimde laiklik ve bilimsellik ilkelerinden ve fırsat eşitliğinden uzaklaşılırsa insani kalkınma, bilimsel gelişme ve nitelikli kurum ve kurallar hedeflerimizden de uzaklaşırız.

Bir ülkenin en önemli performans göstergesi, her etnik köken ve inançtan insanının, genciyle-yaşlısıyla, kadınıyla-erkeğiyle hepsinin mutluluğu, sağlığı, refahı, geleceğe güvenle bakmasıdır. Oysa veriler bunu doğrulamıyor. Geçen hafta TÜİK gelir dağılımı verilerini açıkladı. Veriler 2007’den
sonraki en bozuk tabloya işaret ediyor.

Gelir dağılımında adalet, refah artışından toplumun farklı kesimlerinin hak ettikleri payı alması, kapsayıcı büyüme, kimseyi dışarıda bırakmamak, TÜSİAD’ın araştırmalarında ve söylemlerinde uzun zamandır hep ön planda oldu. Gerek TÜSİAD’ın 50. Yılı vesilesiyle yapılan “Geleceği İnşa” çalışmasında, gerekse geçen yıl yaptığımız “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Girerken Türkiye” çalışmamızda, temel önceliklerden birisi adil bölüşüm oldu. Toplumsal barışın yolu, adil bölüşümden geçiyor.

Biliyoruz ki, yaşam mücadelesi ağırlaşırken, her alanda adil rekabet şartlarından uzaklaşılması toplumsal yapıda korozyona neden oluyor. Günlük yaşamda gerginlikler de daha önce hiç şahit olmadığımız kadar yükseldi. Eski gerilimlerin üzerine yenileri ekleniyor. Günlük yaşamın hemen her alanında gördüğümüz gerginlik, kutuplaşma ve şiddet eğilimi birbirimize güvenimizi zedeliyor. Bu durum siyasetteki gerilimin tırmanmasına yol açıyor. Siyasetteki gerilim de toplumsal kutuplaşmaları derinleştiriyor. Bu negatif döngüyü kırmak zorundayız.

Siyasetteki gerilimi ve toplumsal kutuplaşmayı önlemenin bildiğimiz en etkili yolu, demokratik süreçlerin daha iyi işlemesinden geçiyor. Cumhuriyet’in İkinci Yüzyıla Girerken Türkiye çalışmamızdaki başlıklardan biri Cumhuriyeti ve demokrasiyi nasıl güçlendireceğiz? tartışmasına ayrılmıştı. Bu tartışmalarda vurgulanan noktalardan birisi de Cumhuriyetimizin çok önemli kazanımları olmasına rağmen, istikrarlı bir demokrasi ve demokratik standartların yükseltilmesi yolunda daha alınması gereken mesafe olduğu idi.

– Haklar ve özgürlükler,
– Eşit yurttaşlık,
– Denge ve denetleme mekanizmaları,
– Siyasal hayata katılım gibi başlıklarda ilerleme sağlamak gerekiyor.

Özellikle de hukukun üstünlüğü başlığında.

– Adalete güven duygusunun güçlü olması için mahkeme kararlarında çelişki olmaması, yargı organları arasında uyumun sağlanması, kararların herkes için bağlayıcı olması,
– Adil yargılanma hakkının mutlaka Avrupa İnsan Hakları Sözleşme standartlarında uygulanması,
– Her düzeydeki mahkeme kararının parçası olduğumuz uluslararası normlara ve sözleşmelere de
uygun olması gerekiyor.

Ancak tarif ettiğim standart ve referanslara uygun bir adalet anlayışı ile siyasi ve toplumsal gerilimlerin düşürülmesi yönünde ilerleyebilir; yargının hakemliği konusundaki tereddütleri ortadan kaldırabiliriz. Cumhuriyetimizin yüz yıllık kazanımlarından biri olarak, siyasi ve toplumsal olgunluğumuz en ağır sorunları bile meşru zeminde tartışarak çözüm üretebilecek düzeyde. Milli iradenin tam olarak tecelli etmesi, milletin oyuyla seçilmiş vekillerin ve yerel yöneticilerin görevlerini yapmalarını gerektiriyor.

Son bir yılı nice acıyla geçirdik. Şehitlerimizin acısı hala yüreğimizde. Kahramanmaraş depremlerinde 50 binden fazla vatandaşımız hayatını kaybetti. Filistin’de ölen çocukların sayısı 11 bini aştı. 2024’te acılarımızı dindirebilmeyi temenni ediyorum. Ülkemizin karşı karşıya olduğu tüm güçlükleri aşabileceğimiz konusunda kafamda hiçbir şüphe yok.

– Yetişmiş insan potansiyelimiz,
– Bilim insanlarımız,
– Her alandan uzmanlarımız,
– Yetkin sivil toplumumuz,
– Yüreği ülkesi için çarpan 85 milyon vatandaşımız var.
– Her türlü ekonomik ve siyasi sorunu nasıl olsa bir şekilde çözebiliriz. Ama yiten giden canları
yerine getiremeyiz. Katledilen doğayı, bozulan ekolojik sistemi geri döndüremeyiz. Fırsat eşitliği
sağlayamadığımız gençlerimize iyi bir gelecek sunamayız.

Vakit geçirmeden ülkemizin geleceği için yaşamsal olan konulara odaklanalım;

– Kayıkçı kavgasını bir kenara bırakalım.
– Kısa vadeli kısır çekişmelere rağbet etmeyelim.
– Şahsi ikbal peşinde koşmak yerine ülkenin geleceği için rekabet edelim.”

Paylaşın

TÜSİAD’dan Ekonomiye İlişkin Dikkat Çeken Mesajlar

TÜSİAD, Yüksek İstişare Konseyi toplantısı Ankara’da gerçekleştirdi. Toplantıda konuşan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan, ekonomiye ilişkin dikkat çeken mesajlar verdi.

Haber Merkezi / “Yüksek enflasyon geçmiş dönemde büyümenin yapısını bozdu. Aşırı tüketime dayanan büyüme modeli sürdürülebilir değil” diyen Tuncay Özilhan, “Dengelenme sürecinin başladığı dikkat çekiyor. Yeni ekonomi yönetimiyle piyasaların politikaya güveni yükseldi” ifadelerini kullandı.

Özilhan, “Enflasyonla mücadelede mutlaka başarılı olmak zorundayız. Önümüzdeki yıl fiyat istikrarında önemli bir aşamaya geleceğimizi düşünüyoruz” dedi.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın konuşması şöyle: “Zor bir yılı daha geride bırakıyoruz. Bu seneye hepimizi derin bir acıya gark eden depremlerle başlamıştık. Seneyi bitirirken bu kez de İsrail’in Filistin halkına dönük insanlık dışı saldırıları hepimizin içini yaktı. Oysa bu sene cumhuriyetimizin yüzüncü yılı. Yaşadığımız üzüntüler coşku ve neşeyle kutlamayı umduğumuz yüzüncü yılda hepimizi ister istemez buruklaştırdı.

Biliyorsunuz TÜSİAD cumhuriyetimizin yüzüncü yılı vesilesiyle bu sene özel bir proje gerçekleştirdi. Az sonra takip edeceğimiz panelde yıl boyunca düzenlenen “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Girerken” ana temalı çalıştay dizisinin çıktıları aktarılacak.

Ben bugünkü konuşmamda cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken Atatürk’ün koymuş olduğu çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak için yapmamız gerekenlere odaklanmak istiyorum. İkinci yüzyılımıza girerken, ilk yüz yılının kazanımlarını değerlendirmeye, eksikliklerimizi tespit etmeye, toplumumuzda kabul gören ve görmeyen ekonomik, sosyal ve siyasi yapıların bilançosunu çıkartmaya ihtiyacımız var. İkinci yüzyılımızın politikalarına bu değerlendirmeler ışık tutmalı.

Eksik bırakılan, tam gerçekleştirilemeyen, başka türlü olsa daha iyi olacak uygulamaları da açık yüreklilikle ortaya koymalıyız. Çünkü cumhuriyetimiz rüştünü ispatladı. Son yüz yıla baktığımızda, özellikle yakın coğrafyamızda, devletler yıkılırken, biçim değiştirirken, yerine yenileri kurulurken bizim cumhuriyetimiz dimdik ayakta durdu. Bu da cumhuriyetimizin kuruluşunun ne kadar sağlam temeller üzerine oturduğunu gösteriyor. Gurur duymalıyız. Şimdi vazifemiz, korkmadan, sağlam zeminler üzerine kurulmuş olan bu yapıyı tahkim etmek…

Artık ekonomimizin temel önceliği ne pahasına olursa olsun yüksek büyüme sağlamak olmamalı. Hedefimiz insanlarımızın mutluluğu, özgürlüğü, refah içinde, özgüveni yüksek biçimde yaşaması olmalı. Bu ise kısa vadeli ekonomik kazanımlara değil uzun vadeli olarak bilimde, teknolojide, kültürde, sanatta ve sporda ilerlemeye, sürdürülebilirliğe, kapsayıcılığa, iyi yaşam koşulları sağlayacak istihdam olanaklarını geliştirmeye bağlı. Bu yolda nasıl ilerleyeceğimizi konuşurken günümüzün gelişmiş ve demokratik toplumlarının tecrübelerinden yararlanmakta fayda var.

Güçlü bir piyasa ekonomisinin temel özelliği güçlü bir kurumsal yapı ve sağlam bir hukuk sistemidir. Modern bir hukuk devletinde herkesin can ve mal güvenliği garanti altındadır. Sözleşmeler hukuk sistemi içinde uygulanır. Yargılama adildir; herkes adalet önünde eşittir. Yasalar açık ve nettir; herkese eşit uygulanır. Mahkeme kararlarında çelişki olmaz ve herkes için bağlayıcıdır. Uluslararası normlara ve sözleşmelere riayet edilir. Mevzuat değişikliğinde en iyi uygulamalara bakılır; ilgili tarafların görüşü alınır; etki analizi yapılır.

Güçlü piyasa ekonomilerinde yönetim sisteminde ve kararlarda öngörülebilirlik esastır. Şeffaflık ve hesapverebilirlik güvence altındadır. Güçler ayrılığı ve denge ve denetleme mekanizmaları etkin çalışır. Çoğunlukçuluğa değil çoğulculuğa önem verilir. Düzenleyici kurumlar özerktir. Atamalarda sadece liyakat etkili olur. Böyle bir ortamda girişimler ekonomik kararlarını alırken geleceğe güven içinde bakarlar.

Güçlü piyasa ekonomilerinde ekonomik kararlarda kliantalizme yer olmaz, sadece ekonomik değişkenlere göre karar alınır. Bu koşulların sağlanamadığı durumda ülkenin risk primi yükselir; yatırımların maliyeti artar; yolsuzluklar ve haksız uygulamalar yaygınlaşır. Modern bir hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla etkin işlemediği bir ülkeye yabancı yatırımcılar ilgi duymaz. Yabancı yatırımlar doğrudan sermaye yatırımları yerine sıcak para biçimini alır.

Gelişmenin koşullarından birisi de makroekonomik istikrarın korunmasına verilen önemdir. Makroekonomik istikrarı sağlamak için genel kabul gören para ve maliye politikaları izlenir. Makroekonomik istikrar ve hukukun üstünlüğü, uzun vadede öngörülebilirlik sağlayarak yatırım kararlarının alınmasını kolaylaştırır. Bu da bilime ve eğitime verilen önemle birleştiğinde teknolojik ilerlemenin önünü açar. Teknolojik ilerleme, verimlilik ve toplumsal refah artışının esas kaynağıdır. Teknolojik ilerlemeye dayanmayan büyüme süreçleri cılızdır, dengesizdir ve devamlı değildir.

Verilere baktığımızda, en iyi eğitim kurumlarının, en yaratıcı beyinlerin, en iyi araştırma laboratuvarlarının, milli gelirden Ar-Ge’ye ayrılan en yüksek payın genellikle güçlü piyasa ekonomilerinde olduğunu görürüz. Biliyoruz ki yeni fikirler ve çağı etkileyen buluşlar, baskıcı toplumlardan çıkmaz. Yaratıcılığın önünü açan ve besleyen güçlü hukuk devleti, demokratik teamüllerin yerleşikliği, en aykırı fikirlerin bile ifade edilmesine gösterilen hoşgörü, basın özgürlüğü, kültür ve sanata verilen önemdir.

Ayrıca güçlü piyasa ekonomilerinde gelir dağılımı adaletsizliklerini hafifletmek ve kapsayıcılığı artırmak üzere sosyal güvenlik ağlarının ve sosyal refah programlarının güçlü olduğu da dikkati çeker. Geniş istihdam olanakları, daha dengeli gelir dağılımı, dezavantajlı kesimlerinin desteklenmesi, kapsayıcılığın gözetilmesi ülkedeki mutluluk ve refah düzeyini artırır, toplumsal barışı destekler. Hepimizin aslında gayet iyi bildiği bu çerçeve, Cumhuriyetimizin ilk yüzyılında sağladığımız başarıyı nasıl ileri taşıyacağımızı hatırlamamıza vesile oluyor.

Bundan 100 yıl önce cumhuriyetimiz tam bağımsızlık, laiklik, demokrasi, bilimsel ve ekonomik ilerleme, yurtta ve dünyada barış hedefleri şiar edilerek kurulmuştu. Tam bağımsızlığın siyasi bağımsızlık kadar iktisadi bağımsızlığı da gerektirdiği daha kurtuluş ve kuruluş mücadelesi verilirken idrak edilmişti.

Savaşlarda harap olmuş, yokluk ve yoksunluktan bitap düşmüş, her tarafı şehit kanlarıyla sulanmış, memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş, iktisadi olarak bir çöl olan yurdumuzda kısa zamanda modern bir piyasa ekonomisi vücut buldu. Bu kadar olumsuz koşullarda, siyasi ve iktisadi konularda karar alma bağımsızlığımızı koruyarak bir kalkınma modeli uyguladık. Bu kadar kısa süre içinde elde etmiş olduğumuz başarı ile ne kadar övünsek azdır. Ancak bugün bu başarının üstüne çıkmak, bir süredir hapsolduğumuz orta gelir tuzağından kurtulmak ve artık yüksek gelirli ülkeler arasında yer almak zorundayız.

Bugün, bu hedeflere ulaşmak konusunda altı ay önceye oranla daha umutlu bir noktadayız. Yeni ekonomi yönetimiyle birlikte, piyasaların ekonomi politikalarına güveninin yükseldiği bir döneme girdik. Ekonomi politikalarında son 10 yılda öngörülebilirliğin azaldığı ve oynaklığın yüksek olduğu bir dönemin ardından Mayıs ayından bu yana, geleneksel politikalara dönüldü. Teoride ve uygulamada

performansını iyi değerlendirebildiğimiz bu politikalar yatırımcılar için yatırım ufkunun uzamasını sağlıyor. Seçimlerin öncesinde 900 baz puana dayanmış olan Ülke Risk Priminin 350 baz puana kadar gerilemesi uzun vadeli yatırımların finansman imkanlarını genişletiyor.

Ekonomimizdeki bu gelişmeler geçen hafta açıklanmış olan büyüme verileri ışığında daha da dikkat çekiyor. Yüksek enflasyon geçmiş dönemde büyümenin yapısını bozmuştu. Ekonomimiz, ihracat ve yatırıma değil yüksek tüketime dayalı bir patikaya oturmuştu. Şimdi bir dengelenme sürecinin başladığı dikkati çekiyor. Aşırı tüketime dayanan bir büyüme modelinin sürdürülebilir olmadığını hepimiz biliyoruz.

Bu nedenle geçmiş dönemin ekonomik sorunlarının arkasındaki neden olan enflasyonla mücadelede mutlaka başarılı olmamız gerekiyor. Merkez Bankamızın para politikasında sıkılaşma yönünde doğru adımlar atmaya başlaması enflasyon sorununun çözüleceğine duyduğumuz umudu pekiştiriyor. Kademeli şekilde ilerleyen bu süreçle birlikte önümüzdeki yıl fiyat istikrarının sağlanmasında önemli bir aşamaya geleceğimizi umuyoruz.

Ancak uzun vadeli ekonomik performansın artırılmasında para politikasının etkisi hiç şüphesiz sınırlı. Ekonomi yönetiminin başarısı için belki de en belirleyici konu hukuk sistemine duyulan güven. Bu yüzden, hukuk sistemine duyulan güveni sarsacak girişimlerden uzak durulmasını, ekonomik performansımız açısından çok önemli buluyoruz.

Umuyorum ki gelecek seneden itibaren makroekonomik istikrarın sağlanması konusunda bir mesafe kat ederiz ve esas gündemimizi yapısal reformlara, sanayi politikalarına, sektörel politikalara, çevre ve iklim politikalarına, istihdam ve eğitim politikalarına ve sosyal yardım politikalarına ayırabiliriz.

TÜSİAD olarak içinden geçmekte olduğumuz dönemin çoklu krizler çağı olduğunu hep vurguluyoruz. Bir süredir ivmesi hızlanan teknolojik dönüşüm, artık hepimizin gündelik yaşamlarımızda bile sonuçlarını fark ettiğimiz küresel ısınma ve ekolojik kriz, iki kutuplu küresel sistemin çökmesinden sonra şiddetlenerek devam eden güç mücadeleleri, artan eşitsizliklerin yol açtığı toplumsal gerilimler, merkez siyasetçilerin bu sorunlar karşısında işe yarayan çözümler üretememesi ve birçok ülkede aşırı radikal siyasetçilerin popüleritesinde gözlemlenen artış, göçler, mülteci akınları ve tırmanan kültürler arası çatışma… bu sorunlar yumağı yoğun bir istikrarsızlık ve belirsizlik yaratıyor.

Tüm dünyada, tüm ülkeleri sarsan böylesi bir krizler çağında ülkemizi hep özlemini duyduğumuz muasır medeniyetler seviyesine nasıl taşıyacağız sorusuna cevap verirken iki konunun çok kritik olduğunu düşünüyorum:

1. Bunlardan ilki bu kadar çok ve girift sorunun içinden sadece el birliği ile çıkabileceğimiz gerçeği. Yalnızca, bilgi ve tecrübelerimizi bir araya getirerek ve birbirimize inanarak ve güvenerek daha güzel bir geleceğin kapısını açabiliriz. Birbirimizi dinleyerek ve anlayarak, diyalog kanallarını açık tutarak, kendi önceliklerimizi başkalarına empoze etmeyerek, eleştirilerimizde yapıcı davranarak, karşılıklı fedakârlık yaparak bu çalkantılı denizde gemimizi sakin sulara ulaştırabiliriz. Unutmayalım ki mutluluğu kavgada değil, barışta; çatışmada değil huzurda buluruz.

2. İkinci konu ise bilim ve eğitime artık daha fazla oyalanmadan hak ettiği önemi vermemiz gerektiği.

Cumhuriyetin belki de en büyük başarısı eğitimde fırsat eşitliği sağlamış olmasıydı. Eminim ki bu salonu dolduranlarımız dahil olmak üzere bugün iş dünyasında, bürokraside ve siyasette birçok kişi, Cumhuriyetin, ya kendilerine ya da ebeveynlerine sağlamış olduğu fırsat eşitliği sayesinde bugünkü koltuklarını dolduruyorlar. Tabi eğitimde fırsat eşitliği derken herkesin okula gitmesini değil herkesin kaliteli eğitime erişimde engellerle karşılaşmamasını kastediyorum.

Bugün özel sektörde ve kamuda karar verici konumda olanların ezici çoğunluğu eğitim hayatının en az bir aşamasında kamu kurumlarında okumuştur. Ama bugünün çocukları daha önceki kuşaklar kadar şanslı değil. Kaliteli eğitim için aileler bütçelerinden giderek daha fazla pay ayırmaya başladı. Eğitim harcamalarında özel kaynakların payı açısından Türkiye, tüm OECD ülkeleri arasında e yüksek orana sahip. Bu veri, eğitimde fırsat eşitliği konusundaki dezavantajımıza işaret ediyor. Nitelikli eğitim olanağı olmayan nice parlak çocuk maalesef heba oluyor, vasat bir işe ve vasat bir gelire mahkûm kalıyor. Birçok araştırma, önümüzdeki dönemde mevcut işlerin neredeyse yarısının otomasyona tabi olacağını söylüyor.

Özellikle belli bir rutinde tekrara dayanan görevlerin giderek insanlar yerine makineler veya yapay zekâ tarafından yapılacağı bir süreçteyiz. Başta yapay zekâ uygulamaları olmak üzere teknolojinin gelişim hızı hepimizi şaşırtıyor. Bu koşullar altında çalışanların geçmişten çok farklı becerilere sahip olması gerektiği aşikâr. Aşikâr olan bir başka nokta da bunun ancak eğitim sisteminde merakı, araştırmacılığı, analitik ve yaratıcı düşünceyi ön plana alan köklü bir reformla gerçekleştirilebilir olması. Son 20 yılda eğitimle ilgili 17 kez değişiklik yapılmış. Gündemde yeni bir değişiklik daha var. Hazırlıkları devam etmekte olan müfredat değişikliği çalışmalarında 21. Yüzyılın gerektirdiği yetkinlikler konusunda bir ilerleme görmeyi tüm iş dünyası olarak heyecanla bekliyoruz…

Gençlerimizi yeni teknolojilerin gerektirdiği becerilerle donatırken mevcut çalışanlarımızın da becerilerini geliştirecek eğitim programlarına önem vermeliyiz.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni becerilere sahip eleman ihtiyacı, zaten halihazırda sıkıntı yaşanan nitelikli eleman sorununu daha da ağırlaştıracak. Uzunca bir süredir bin-bir emekle okutup yetiştirdiğimiz nitelikli insan gücümüzü daha cazip ekonomik fırsatlar, sosyal haklar ve yüksek yaşam standartları sunan gelişmiş ülkelere kaybetmeye başlamıştık. Nitelikli insan gücünde görülen sıkıntı son zamanlarda insan kaynaklarının tümüne yayıldı. Geniş işsizlik oranı diyebileceğimiz atıl işgücü oranı %22’ler bandında dolaşıyor. Ortalama ücret ile asgari ücret arasındaki makas giderek kapanıyor.

Üniversite eğitiminde nitelik düşüşü ile birlikte üniversite ile lise mezunları arasındaki ücret makası daralıyor. Yani üniversite eğitiminin getirisi düşüyor. Bir tarafta çalışkan ve başarılı gençlerimizin emeği var, diğer tarafta, yasa dışı yollara sapanların gözler önüne serilen yaşantıları… Hep tekrar ettiğim gibi üretmeden olmuyor. Her işin başı üretim ve adil rekabet. Ekonomi kayıtlı ve kural bazlı olmalı. Rekabet ortamı düzgün çalışmalı. Yolsuzluk ve kara parayla etkin biçimde mücadele edilmeli.

Şurası bir gerçek ki Türkiye ne yer altı zenginliklerine ne de büyük sermaye birikimine sahip bir ülke. Aslında zaten günümüzde refahın aslı kaynağının bunlar değil nitelikli insan, bilim-teknoloji ve sağlıklı işleyen kurumlar ve kurallar olduğunu hep söylüyoruz. Ekonomik büyüme için tek dayanağımız çalışanıyla, girişimcisiyle, bilim insanıyla, teknolojik yeniliklere imza atan araştırmacısıyla, erkeğiyle, kadınıyla insanımız. İnsanımızın niteliklerinin çağın gereksinimlerinin gerisine düşmesi ve beyin göçü, orta gelir tuzağını aşmamızın önünde büyük bir engel teşkil ediyor.

Konuşmamı bitirirken başlangıçtaki soruma geri dönmek istiyorum. İkinci yüzyılımıza girerken ülkemizi çağdaş uygarlıklar seviyesine yükseltecek ve insanımızı mutlu ettirecek bir programa ihtiyacımız var. Yirmibirinci yüzyılda çağdaş uygarlığa giden yol hukuk devletinden, demokratik standartların yerleşik hale gelmesinden, laiklik anlayışının içselleştirilmesinden, bilimin yol göstericiliğinden, eğitimde fırsat eşitliğinden, kadınların her alanda eşit katılımından ve sürdürülebilirlikten geçiyor.

Bunu gerçekleştirmek için geleceği geçmişin kazanımlarının üzerine inşa edeceğiz. Birinci yüzyılın eksikliklerini tamamlayacağız. Çözülememiş sorunlarımızın üstüne gideceğiz. İyileştirilmesi ve düzeltilmesi gereken boyutları toplumsal uzlaşmayla düzelteceğiz. Karşı karşıya olduğumuz çetrefil sorunları, cumhuriyet değerlerinin sağlam zeminine basarak, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibinin millet olduğu bilinciyle, hep beraber seferber olarak aşacağız.

Birbirimizi dinleyecek, anlayacak, yapıcı davranacak, en önemlisi de birbirimize güveneceğiz. İkinci yüzyılımızı ayrışarak değil anlaşarak, kavgayla değil barışla inşa etme temennisiyle sözlerime son verirken dikkatiniz için teşekkür ediyor hepinizi saygıyla selamlıyorum.”

“Bu süreçler Türkiye için hem fırsatlar, hem de riskler barındırıyor”

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan ise konuşmasında şunları söyledi: “Cumhuriyetimizin 100. Yılında, bu son Yüksek İstişare Konseyi toplantımızda hepinizi TÜSİAD Yönetim Kurulu adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, ulusumuzun eşsiz fedakarlıkları ile kurulan Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşını heyecanla, coşkuyla, gururla kutladık.

Atatürk’ün 100 yıl önce Cumhuriyet ile ortaya koyduğu Devrimci Vizyon kısa sürede devasa adımlara dönüştü. Bu vizyona ve ruha sahip çıkmak toplumsal sorumluluğumuz, Cumhuriyet’in fedakar kurucularına manevi borcumuzdur.

Nitekim, bundan tam bir yıl önce, yine Ankara’da Konsey toplantımızda yaptığım konuşmada ikinci yüz yılımızda aklımızdan ve gönlümüzden geçen Türkiye’yi anlatmıştım. Daha gelişmiş, daha zengin, refahın adil dağıldığı, fırsat eşitliğini ve insani kalkınmasını sağlamış, hukukun üstün olduğu, insan haklarına eksiksiz biçimde riayet eden, kadınlara ve toplumun eşitsiz kesimlerine pozitif ayrımcılık yapan, demokrasiyi içine sindirerek yaşam tarzı haline getirmiş, siyasi karar alma mekanizmalarına ve yönetime geniş kitlelerin doğrudan katılımını teşvik eden, üretim ve tüketim standartlarıyla doğaya zarar vermeyen, çevreyle uyumlu, bilimsel bilgi üretiminde evrensel standartları yakalamış, Avrupa Birliği’ne tam üye olmuş güçlü ve saygın bir Türkiye hayalimizi vurgulamıştım.

Bu Türkiye’ye ulaşmak yolunda yüzüncü yılımızda yeni bir proje başlattığımızı belirtmiştim. Bugün sizlerle bu projenin temel çıktılarını paylaşacak olmanın heyecanını yaşıyorum.

Size yukarıda çizmiş olduğum Türkiye hayali 2021’de TÜSİAD’ın 50. yılı çerçevesinde hazırlanan “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” çalışmasına dayanıyor. Bu çalışmada, inşa etmek istediğimiz Türkiye’yi gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir ülke olarak tanımlamıştık. Bu dört sütunun temelini ise insanın, bilimin ve kurumların oluşturduğunu belirtmiştik. Temel bir zihniyet değişimi üzerinden Türkiye’nin geleceğini hep birlikte inşa etme çağrısı yapmıştık.

50. yılımız için yapmış olduğumuz bu çalışmayı cumhuriyetimizin 100. Yılında bir adım öteye taşıdık. İkinci yüzyılımıza girerken, “Şimdi, söyleşme zamanı” dedik, çalıştay dizisi projemizi başlattık. Çalıştay dizimizde farklı görüşlerden, kesimlerden temsilcilerin katılımıyla, dünü bugüne, bugünü de ortak geleceğimize bağlayacak soruların cevabını aradık.

Bunun için 8 çalıştay ve bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik. Bu 9 toplantı 5 farklı şehirde proje eş koordinatörlerimiz ve çalıştay moderatörlerimizin yönetiminde gerçekleştirildi. Bu toplantılara farklı siyasal düşüncelerden, tecrübelerden, mesleklerden, uzmanlıklardan bir dizi fikir ve eylem insanını davet ettik. Aralarında sivil toplum üyeleri, akademisyenler, uzmanlar, iş insanları, sendika temsilcileri, çiftçiler, hukukçular, aktivistler, gazeteciler, sanatçılar ve geçmişte görev yapmış siyaset, kamu ve diplomasi temsilcilerinin bulunduğu toplam 224 katılımcı görüşlerini paylaştı.

Burada amacımız Türkiye’deki tüm pozisyonların aritmetik temsilini çalıştaylara taşımak değildi. Niyetimiz ülkemizin meseleleri üzerine düşünen, yazan, konuşan düşünce ve eylem insanlarıyla söyleşmekti. Bu süreçte emeği geçen, başta proje koordinatörlerine, moderatörlere ve çalıştay katılımcılarına, çok teşekkür ediyoruz. Ben de bu toplantıların tamamına izleyici ve ev sahibi konumuyla katıldım, bazılarına Yönetim Kurulu üyelerimizden de katılım oldu. Farklı uzmanlık ve bakış açılarını bir araya getiren bu çalıştaylar çok derinlikli ve verimliydi.

Asıl amacı söyleşmek olan bu projede ülkemizin önündeki temel ikilemler dört temel soru altında ele alındı. İkinci yüzyılımıza girerken, Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte nasıl güçlendireceğiz?, Küresel dönüşümlerde ulusal stratejimizi nasıl konumlandıracağız?, Refahı artırırken adil bölüşümü nasıl yapacağız?, Kalkınmayı sağlarken çevreyi nasıl koruyacağız?

Türkiye’nin yeni dönemde bu ikilemleri birbiriyle nasıl uyumlaştıracağı üzerine farklı kesimlerin beraber düşünmesi için bir zemin oluşturduk. Farklı çalıştaylarda ele alsak da aslında konuların birbirinden çok da ayrılamadığını gördük. Ekolojik krizin demokrasi krizinden, ekonomik krizin toplumsal krizden bağımsız düşünülemeyeceği berrak şekilde ortaya çıktı.

Sorunların çözümünün kural bazlı ve veriye dayalı yönetim sisteminden, katılımcılıktan, karar süreçlerine yerinden katılımın öneminden, kurumlar arasında iş birliği ve koordinasyonun güçlendirilmesinden geçtiğini gördük. Farklı boyutlarıyla da olsa, her bir toplantıda eşitlik, adalet, demokrasi ve kadın kavramlarının öne çıktığını, ele alınan tüm meselelerle ilişkilendirildiğini duyduk.

Zaten bildiğimiz bir noktayı bir kez daha hatırlayarak gururlandık. Her alanda, her düşünce yapısından, çok tecrübeli ve kıymetli, en önemlisi bilgisini iyi bir ortak gelecek için seferber etmeye hazır insanımız var. İkinci yüzyılımız için ihtiyaç duyacağımız politikaları en iyi şekilde tasarlayabiliriz. Bu konuda içimiz rahat olabilir.

Müsaadenizle dört konu başlığı altında konuşulanlardan en dikkat çekici bulduklarımızı sizlerle paylaşayım. Değerlendirmeye Refah ve Bölüşüm konusu ile başlayacağım. Refah ve Bölüşüm başlığında büyüme hızı, büyüyen pastadan kimin ne kadar pay aldığı, yoksulluğun derinliği ve gelir dağılımının adaletsizliği enine boyuna tartışıldı. Bu tartışmalar kalkınma yaklaşımımızda yeni bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu güçlü şekilde gösterdi.

Büyümenin nimetleri bütün topluma yayılmadığı sürece, salt yüksek büyüme hızları bizi hayalimizdeki Türkiye’ye taşımayacak. Sorun sadece gelir, tüketim ve servet eşitsizliklerinin yüksek olması değil. Birçok eşitsizlik iç içe geçiyor. Hayalimizdeki Türkiye’ye ulaşmak için bütün eşitsizlikleri; yani “Eğitim, toplumsal cinsiyet, dijital imkanlara erişim, özgürlüklerden faydalanma, ekolojik ve çevresel maliyetleri üstlenme, siyasi karar süreçlerine katılım, yargı ve hak arama” gibi çok çeşitli alanlardaki eşitsizliklerin hepsini çözmemiz gerekiyor.

Üstelik mevcut eğilimler eşitsizlik sorununun ileride daha derinleşebileceğinin işaretlerini veriyor. Bu riski azaltmak, bunun için de özellikle dijital ve yeşil dönüşüm konularında şimdiden hazırlık yapmak gerekiyor. Eşitsizliklerle mücadele etme sürecinde sorunları doğru teşhis etmeliyiz. Bunun için veriye ihtiyacımız var. Oysa çeşitli toplum kesimlerini içeren birçok alt alanda yeterli veri olmadığı çokça konuşuldu.

Veriye erişim olmayınca aslında yakıcı olan birçok mesele görünmez oluyor. Benim çok sevdiğim bir söz vardır Bilmediğiniz bir şeyi yönetemezsiniz. Sorunun adı konulamayınca, haliyle çözümü de olmuyor.

Çalıştaylar dizisindeki bir diğer başlık Çevre ve Kalkınma idi. Bu başlığın en önemli çıktısı Türkiye’nin yaklaşımını değiştirmesi, iklim değişikliğiyle mücadele konusundaki gayretlerini artırması gerektiği. Çevre hakkının insan hakları çerçevesinde ele alınması gerektiği de vurgulandı. Doğru çevre ve iklim politikalarının geliştirilmesi ve uygulanması için insan haklarına saygılı bir kamu idaresi ve toplumsal yaşamın önemli olduğunu, ayrıca, yeşil dönüşüm konusunda iş dünyasına yönelik beklentileri duyduk.

Türkiye’de iklim krizi ile mücadelenin gelir kaybına neden olacağı ve kalkınma hedefleriyle çelişeceği kanısı yaygın. Oysa geleceğe baktığımızda yüksek enerji ve karbon yoğunluklu üretim yapısı rekabet gücümüz açısından sorun yaratacak. Yatırım kararları ve sektörel politikalarda karbona kilitlenmeyecek şekilde planlamaya öncelik vermek
gerekiyor.

Araştırmalar Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmesi, enerji verimliliğini değer zincirinde artırması ve yeşil dönüşüme yönelmesiyle enerji güvenliğinin iyileşmesinin yanısıra, ekonomimiz açısından da büyük fırsatlar olduğunu gösteriyor. Yirmi birinci yüzyıla yeşil dönüşüm damga vuracak. Bu yüzden iklim değişikliğiyle mücadele yeni bir kalkınma modeli için olduğu kadar, Türkiye’nin dış politikadaki konumunun güçlenmesi açısından da önemli.

Cumhuriyet ve Demokrasi çalıştaylarında eşitliğin ve adaletin altını çizen, yeni bir gelecek inşa etme ihtiyacı güçlü biçimde ifade edildi. Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi tecrübesinin muhasebesi yapıldı. Kazanımların yanı sıra eksiklikler de dile getirildi. Cumhuriyetimizin; egemenliğin ulusa devri, eşit vatandaşlık, eğitim ve fırsat eşitliği, kurumsallaşma, laiklik, kadın hakları gibi çok önemli kazanımları var.

Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından laiklik konusunda geniş bir sahiplenme olduğunu da gördük. Çalıştaylarımızda farklı görüşlerden katılımcıların laikliği; cinsiyet eşitliği, eğitim, demokrasi ve eşit vatandaşlık ile ilişkilendirmesi dikkatimizi çekti. Öte yandan, Cumhuriyetin tüm siyasal, ekonomik ve kurumsal gelişmelere rağmen, istikrarlı bir demokrasi niteliği kazanamaması sorgulandı.

Siyasal hayata katılım kanallarının açıklığı, haklar ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, denge ve denetleme mekanizmaları gibi başlıklardaki kazanımların kısıtlılığı konusunda çalıştaylarda genel bir kanı olduğunu gördük. Dil, din, ırk, etnik köken, cinsiyet ayrımı olmadan, her yurttaşın eşitliği konusunda yol almamız gerektiğini duyduk. Birey-devlet, toplum-devlet ilişkileri üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.

“Farklılıklarla bir arada yaşama farkındalığı”, yani farklı kimlik ve fikir gruplarının varlığı ile ilgili farkındalığın, geçmişe göre daha iyi düzeyde olduğunu gözlemledik. Ortak geleceğimiz için cumhuriyet ve demokrasiyi daha güçlü şekilde bütünleştirmeye ihtiyacımız olduğunu anladık.

Tespitlerde yakalanan mutabakatın konu çözüme gelince hiç de kolay olmadığını gördük. Hayallerimiz ortak; ama hayallere giden yollar çok çeşitli! Fakat zor konuları bile soğukkanlılıkla, karşılıklı saygı içinde konuşma olgunluğunda olduğumuzu görüp umutlandık.

Küresel Dönüşüm ve Ulusal Strateji çalıştaylarında Türkiye’nin ulusal stratejisini, yeni bir bakış açısıyla ele alması gereği ortaya çıktı. Dünyadaki güçler dengesi değişimini, Batının değişen gücünü, ABD-Çin rekabetini, yeni küresel aktörlerin yükselişini, artan bölgeselleşme eğilimini ve kural bazlı uluslararası sistemin yeniden şekillenmesini dikkatle takip etmeliyiz.

Bu süreçler Türkiye için hem fırsatlar, hem de riskler barındırıyor. Çalıştaylarda Türkiye’nin iç bölünmelerinin dış politikasına yansıdığı ve kimlik temelli değerlendirmelerin dış politikayı etkilediği tartışıldı. Dış politikada Türkiye’nin ekonomik refahını artırma hedefinin gözetilmesi konusunda bir uzlaşı olduğunu gördük.

İklim, enerji, teknoloji ve göç önemli küresel gündemler olarak tartışıldı. Tartışılan konulardan birisi Türkiye’nin içinde yer aldığı ittifak sistemiydi. Türkiye’nin ittifaklara dahil olma biçimleri ve stratejik özerkliği ile ilgili katılımcıların görüşleri farklılaşsa da, temel uzlaşı Türkiye’nin mevcut ittifaklarından vazgeçmemesi noktasındaydı.

Dünyadaki çoklu kriz ortamında Avrupa ile ilişkilerin daha da önem kazandığı çalıştaylarımızda değinilen bir diğer konuydu. Nitekim, biz de geçtiğimiz haftalarda Yönetim Kurulu olarak Brüksel ve Berlin’de bir dizi üst düzey temas gerçekleştirdik.

Başta Avrupa Parlamentosu, AB Komisyonu ve Almanya’daki muadil örgütümüz olmak üzere, yaptığımız tüm temaslarda AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin güncellenmesini vurguladık. Türkiye’nin AB entegrasyon sürecinin korunması gereğinin altını çizdik.

Geçen hafta açıklanan AB-Türkiye Siyasi, Ekonomik, Ticari İlişkilerin Durumu raporu uzun bir aradan sonra AB’nin yaklaşım değiştirme kararının önemli bir yansıması oldu. Belli ki, giderek karmaşıklaşan, zorlaşan jeopolitik ortam; AB’nin güvenliğini güçlendirme arayışları çerçevesinde, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu bir etki yaratmış durumda.

Küresel gelişmeler Türkiye ve AB’yi birbirine doğru itiyor. İki taraf için de diğerinin vazgeçilmezliği daha iyi ortaya çıkıyor. Bu raporla birlikte AB-Türkiye ilişkilerinin tüm alanlarda güven ve uzlaşı temelinde gelişmesini bekliyoruz. Umuyorum ki, açılan fırsat penceresini karşılıklı olarak iyi değerlendirebiliriz.

Bu vesileyle, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü saldırıların karşısında duyduğumuz derin üzüntüyü tekrar ifade etmek isterim. Sivil kayıpları önlemek için başlatılan girişimlerin bir an önce sonuçlanarak, kalıcı ateşkese ulaşılmasını
temenni ediyoruz.

Konuşmamın sonunda çalıştaylarımızda sorduğumuz dört soruya geri dönmek istiyorum. “Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte nasıl güçlendireceğiz? Küresel dönüşümlerde ulusal stratejimizi nasıl konumlandıracağız? Refahı artırırken, adil bölüşümü nasıl yapacağız? Kalkınmayı sağlarken, çevreyi nasıl koruyacağız?

Konuşmak gereken çok fazla konu, her konunun çok fazla ayrıntısı, her ayrıntının çok fazla tarafı var. Üstelik hepsi birbirini ilgilendiriyor. Yani işimiz çok zor ve çetrefilli. Bakış açımızda radikal değişim şart. Bakış açışımızı değiştirdiğimizde göreceğiz ki, zor sorunlar kolaylaşacak.

Çünkü birinin çözümü, diğerlerini de çözüme yaklaştıracak. Biz biliyoruz ki, sorunları çözmek için ihtiyaç duyduğumuz akla, bilgiye ve tecrübeye sahibiz. Tecrübeliyiz. Yüz yılın birikimine dayanıyoruz. Bilgeyiz. Kimlik farklılıkları bizi ayrıştırmaz. Farklılıklarımız ortak gelecek hayalimizi zenginleştirir. Ferasetimiz var. Kazanımlarımızı olduğu kadar eksikliklerimizi de biliriz.

Coğrafyamız bir ateş çemberine dönmüşken, dünyada çok çeşitli savrulmalar yaşanıyorken, bir yüz yıl önce yazmıştık, yine destan yazabiliriz Biz ülkemizin potansiyelinin çok yüksek olduğuna inanıyoruz. Bu potansiyeli harekete geçirmek için azimliyiz, kararlıyız.

Bu noktada iktidarıyla, muhalefetiyle, tüm siyasi aktörlere bir çağrı yapmak istiyorum. Bütün kazanımlarımızı üst üste koyalım, kilitleri açalım, çözüm için yeni yollar bulalım. Bunun için gereken tartışma ve uzlaşma zeminini sağlama sorumluluğu siyaset kurumuna düşüyor. Gelin, ikinci yüzyılımızda ihtiyaç duyduğumuz sıçrama için demokratik tartışma ve toplumsal diyalog kapılarını açalım! Sözlerime burada son veriyor, dikkatiniz için hepinize teşekkür ediyorum.”

Paylaşın

TÜSİAD’dan İktidarın Ekonomi Politikalarına Tepki

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi toplantısına Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu zor durum damgasını vurdu. Toplantının açılışında konuşan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan enflasyonun bir türlü kontrol altına alınamadığını, enflasyonun “üç rakamlı eşiğe doğru hızla” ilerlediğini ifade etti.

TÜSİAD Başkanı Turan, “Enflasyonla mücadelede tüm dünya faizleri artırarak frene basmayı tercih ederken biz uzun süredir hem kurun yükselmesine ve hesap yapılamamasına yol açan hem de tasarruf sahiplerini cezalandıran bir para politikası izliyoruz. Bundan dolayı vergi mükellefleri ve hazine gereksiz bir yükü taşımak durumunda kalıyorlar. Akran ülkelerle kıyasladığımızda dünyada hem en yüksek enflasyona hem de son derece yüksek risk primine sahip ülke konumundayız” dedi.

“Orta sınıfı güçlü olmayan bir ülkede demokrasi zayıflar”

Bunun sürdürülemez olduğunu ve hızla rasyonel politikalara dönülmesi gerektiğini vurgulayan Turan, Türkiye’nin iktisat bilimi ve tüm dünyadaki uygulamalarla çelişen bir yaklaşımı sürdürmemesi gerektiğini kaydetti. Türkiye’nin sorunlarının yalnızca para politikası ve dizginlenemeyen enflasyonla sınırlı olmadığını söyleyen Turan, şöyle konuştu:

“İzlenen ekonomi politikalarının yarattığı koşullarda gelirler hızla eriyor. Özellikle sabit gelirliler enflasyon baskısını en derinden hissediyor. Kentli, eğitimli orta sınıfların gelirleri de erozyona uğruyor. Unutmayalım ki, orta sınıfı güçlü olmayan bir ülkede demokrasi zayıflar. Eşitsiz gelir dağılımı demokratik sisteme yönelik inancı zedeler. Bu bağlamda ülkenin ekonomik durumu ve siyasi atmosferi nedeniyle bugüne dek görülmemiş bir ölçeğe varan beyin göçünü bir kez daha gündeme getirmek zorundayım. Bu göçü durdurmak için atılacak adımların en başta gelen önceliklerimizden sayılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu boyutlarda bir nitelikli insan kaybına tahammülümüz olmadığına inanıyoruz.”

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan da yaptığı konuşmada Türkiye’nin zor bir dönemden geçtiğini söyledi. Ukrayna Savaşı’nın dünyada güvenlik dengeleri değiştirdiğini hatırlatan Özilhan, Türkiye’nin gıda fiyatlarındaki artışı önlemek ve tarım ve gıdadaki muazzam potansiyelini hayata geçirmek için yeni bir tarım politikasına ihtiyacı olduğunu belirtti. Özilhan, “TL’deki değer kaybı nedeniyle Türkiye’nin mamul mal ihracatında sağlayabileceği rekabet gücü, dünya ticaretinin hizmetlere ve hatta dijital olarak teslim edilen hizmetlere doğru kaydığı bir dünyada ne kadar sürdürülebilir olacak?” sorusunu sordu.

“Türkiye’nin risk primi yükseliyor”

Enflasyonun bütün ekonomik sorunların başı olması nedeniyle pek çok merkez bankasının enflasyon artışının önüne geçmek için sıkılaşma politikaları uyguladığını hatırlatan Özilhan, şöyle konuştu:

“Global taraf aleyhimize seyrederken, içeride uyguladığımız iktisadi politikalarla beraber ülke risk primi yükseliyor. Sıkı para politikaları ile gelişmiş ülkelerin yavaşlaması Türkiye’nin ihracatını kısıtlayarak cari açık, TL’nin değer kaybı ve enflasyon sorunlarını ağırlaştırabilir”.

Enflasyondaki artışın, daha önceki enflasyonist dönemlerle karşılaştırılamayacak kadar hızlı olduğunu söyleyen Özilhan, bu sürecin göreli fiyat yapısını bozduğunu, firmaların nasıl fiyatlama yapacaklarını bilemez hale geldiğini belirtti. “Tüketicilerin de fiyatlar konusunda algısı bozulmuş durumda” diyen Özilhan, şöyle devam etti:

“Enflasyon halkın satın alma gücünü eritiyor. Ücretlerin toplam gelir içindeki payı geriliyor. Ekonomideki en büyük öncelik enflasyonun kontrolden çıkmasını önlemek ve ardından kalıcı bir düşüş sağlamak olmalı. Aksi halde, Türkiye’nin geçmişinde olduğu gibi bir enflasyon sarmalına girmesi topluma çok yüksek bir bedel ödetir. Sorunları çözmek yerine bir süre için hafifletmek yönünde atılan adımlar geri teper.”

Ekonomik sorunların sık sık değiştirilen düzenlemelerle çözülemeyeceğini söyleyen Özilhan, bunun yol açabileceği riskleri “Sık sık değiştirilen düzenlemeler ve piyasanın işleyişine yapılan müdahaleler karar alma ufkunu daraltır ve ekonomiyi daha da bozar. Dengesizlikler tırmanmaya devam eder ve kontrol elden kaçarsa uzun yıllar büyük bedeller ödemeyi gerektiren bir sonuç kaçınılmaz olur” olarak açıkladı.

Paylaşın

TÜSİAD’dan ‘Faiz Ve Enflasyon’ Çıkışı

”Yüksek enflasyonun yol açtığı zararları zaten ekonomik ve toplumsal hayatta bir süredir yaşıyoruz. Enerji, buğday ve gübre fiyatlarındaki artışlar enflasyonist gidişatın toparlanmasını da zorlaştıracak. İhracatta son dönemde sevindirici artışlar elde etmiştik” diyen TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, “Ama Avrupa’daki yavaşlama durumunda ihracat artışını devam ettirmemiz mümkün olmayacak. Rusya ve Ukrayna’dan gelecek turistlerdeki azalma, turizm gelirlerinde beklediğimiz rakamlara ulaşmamızı engelleyecek” ifadesini kullandı.

Haber Merkezi / ‘Artan petrol ve doğalgaz fiyatlarının ithalat faturasını kabartacağına işaret ede Özilhan, ”Bütün bu kanallar cari açık üzerinde ilave yük oluşturacak ve Türk lirasının değeri üzerinde baskı yaratacak. Türk lirasının değer kaybı da enflasyonist baskıyı güçlendirecek. Enflasyonist baskının ortadan kaldırılması, her şeyden önce para ve maliye politikasının fiyat istikrarı doğrultusunda uygulanması gerekiyor” dedi. Özilhan, ”Dışa bağımlı olduğumuz sürece dışarıdan enflasyon ithal ediyoruz. Enerji ve temel girdilerin fiyatları dünyada arttıkça, bu artış içeriye enflasyonda yükselme olarak başlıyor. İthalata bağımlılığı azaltmak için doğru bir sanayi stratejisi izlemeliyiz” ifadesini kullandı.

”Üretim için yatırım, yatırım için de düşük faiz oranları gerekiyor” diyen Özilhan, ”Ancak yatırımları canlandırmak amacıyla faiz oranlarının çok düşük tutulması, yüksek enflasyon ortamında tasarrufları cezalandırıyor. Negatif reel faizler çok yüksek olunca tasarrufları yatırıma dönüştürme mekanizması çalışmıyor. Para tasarrufa yönelmek yerine, dövize, altına, emlak yatırımına, ithal elektronik eşyaya ve ithal otomobile yöneliyor. Bu nedenle üretim yapısını değiştirmeden, ithal girdilere olan bağımlılığı ortadan kaldırmadan, yatırıma dönüşecek tasarrufları artırmadan, tarım ve sanayi üretimini hızlandırmadan fiyat istikrarını sağlamak mümkün değil. Bunun birinci koşulu da uzun vadeli politika geliştirmek” şeklinde konuştu.

TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, TÜSİAD Genel Kurul Toplantısı’nda konuştu. Özilhan toplantıda faiz oranları ve yüksek enflasyon tablosunu değerlendirdi. Özilhan’ın konuşmasından öne çıkanlar şu şekilde:

“Tam en kötüsünü geride bıraktık artık toparlanma dönemi dediğimizde yepyeni bir krizle karşı karşıya kalıyoruz. Adeta krizlerin sürekli hale gelmesi, belirsizlik ve öngörülemezlik yeni normalimiz oldu. Yakın geleceğe baktığımızda dünya ekonomisinin tam da pandeminin yol açtığı resesyondan çıkmaya hazırlandığı bir aşamada patlak veren Ukrayna krizinin etkisi ile sert bir darbe alması kaçınılmaz.

Bu kez karşı karşıya kaldığımız sorun stagflasyon. Çünkü hem üretimin yavaşlaması hem de fiyatların artması kaçınılmaz. Enerji, gıda ve başka temel mallarda fiyat artışı ve tedarik sorunları en çok Avrupa’yı ve bizi olumsuz etkileyecek. Rusya ve Ukrayna dünya buğday ihracatının üçte birini gerçekleştiriyor. Bu ülkeler aynı zamanda en önemli gübre üreticileri. Nikel, paladyum ve titanyum gibi bazı metal ve minerallerin arzı açısından da kritik önemdeler. Ukrayna krizinin yarattığı bu sorunlara Çin’de Covid-19 ölümlerinin yeniden başlaması ile tekrar gündeme gelen kısıtlamalar ekleniyor. Bu gelişmeler maalesef küresel üretim zincirlerinde yeniden aksamalara yol açacak.

Yüksek enflasyon yol açtığı zararları zaten ekonomik ve toplumsal hayatta bir süredir yaşıyoruz. Enerji, buğday ve gübre fiyatlarındaki artışlar enflasyonist gidişatın toparlanmasını da zorlaştıracak. İhracatta son dönemde sevindirici artışlar elde etmiştik. Ama Avrupa’daki yavaşlama durumunda ihracat artışını devam ettirmemiz mümkün olmayacak. Rusya ve Ukrayna’dan gelecek turistlerdeki azalma, turizm gelirlerinde beklediğimiz rakamlara ulaşmamızı engelleyecek.

Artan petrol ve doğalgaz fiyatları ithalat faturamızı kabartacak. Bütün bu kanallar cari açık üzerinde ilave yük oluşturacak ve Türk lirasının değeri üzerinde baskı yaratacak. Türk lirasının değer kaybı da enflasyonist baskıyı güçlendirecek. Enflasyonist baskının ortadan kaldırılması, her şeyden önce para ve maliye politikasının fiyat istikrarı doğrultusunda uygulanması gerekiyor. Ancak bu tek başına yeterli değil.

Enflasyonun temel sebeplerinden biri üretimin hammadde, ara malı, yatırım malına ithalat bağımlılığının yüksek olması. Bu nedenle TL değer kaybedince üretim maliyetleri hızla yükseliyor. Enerjide ve temel girdilerde ithalata bağımlılık yıllardan beri çözemediğimiz sorunlar. Dışa bağımlı olduğumuz sürece dışarıdan enflasyon ithal ediyoruz. Enerji ve temel girdilerin fiyatları dünyada arttıkça, bu artış içeriye enflasyonda yükselme olarak başlıyor. İthalata bağımlılığı azaltmak için doğru bir sanayi stratejisi izlemeliyiz.

Üretim için yatırım, yatırım için de düşük faiz oranları gerekiyor. Ancak yatırımları canlandırmak amacıyla faiz oranlarının çok düşük tutulması, yüksek enflasyon ortamında tasarrufları cezalandırıyor. Negatif reel faizler çok yüksek olunca tasarrufları yatırıma dönüştürme mekanizması çalışmıyor. Para tasarrufa yönelmek yerine, dövize, altına, emlak yatırımına, ithal elektronik eşyaya ve ithal otomobile yöneliyor. Bu nedenle üretim yapısını değiştirmeden, ithal girdilere olan bağımlılığı ortadan kaldırmadan, yatırıma dönüşecek tasarrufları artırmadan, tarım ve sanayi üretimini hızlandırmadan fiyat istikrarını sağlamak mümkün değil. Bunun birinci koşulu da uzun vadeli politika geliştirmek.

Batı, başta enerji olmak üzere Rusya’ya bağımlılığını azaltmaya çalışırken Rusya da başta yüksek teknolojili ürünler olmak üzere Batı’ya bağımlılığını azaltmaya ve kendi üretim kapasitesini geliştirmeye çalışacak. Bu durum, Türkiye’ye enerji koridorları ve arz zincirleri açılarından birçok yeni imkân yaratacak. Barış tesis edildiğinde belirginleşecek yeni küresel düzende Türkiye’nin elinin bugünkünden daha güçlü olması kuvvetle muhtemel. Türkiye Ukrayna krizinin başlangıcından beri denge politikası izliyor ve yumuşak gücünü kullanarak krizin sonlanması için ciddi bir çaba gösteriyor. Bu da Batı bloku içinde Türkiye’ye dönük olarak son yıllarda gözlemlediğimiz tutumda değişikliğe yol açıyor. Türkiye’nin oynadığı kilit rol Batı ile ilişkilerin daha yapıcı bir zeminde ilerlemesi için de bir fırsat yaratıyor. Bu da kriz geride kaldıktan sonra ortaya çıkacak küresel ekonomi politikte Türkiye’ye önemli fırsatlar açıyor.

“Geleceği İnşa” çalışmamızda da vurguladığımız gibi, Türkiye için batılılaşma, kalkınma ve demokratikleşme birlikte seyreden eğilimler. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin yapıcı bir zeminde ilerlemesi, demokratik hak ve özgürlükler alanının genişlemesi ve ekonomik istikrarın sağlanarak büyümenin hızlanması birbirini destekleyecek gelişmeler. Bu alanlardan birinde daha ileri gitmek istiyorsak diğer alanlarda da ileri gitmeyi hedeflememiz gerekiyor. Bu çerçevede, yönetim sistemimizde yapılacak iyileştirmelerin de önemli olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde Cumhurbaşkanımızın da vurguladığı bu nokta küresel sistem içinde gözle görülür hale gelen ülkemizin yumuşak gücünün daha ileri taşınması açısından önem taşıyor. Bu doğrultuda atılması gereken en önemli adım temel hak ve özgürlüklerin, hukukun üstünlüğü ve adalet sisteminin ve kuvvetler ayrılığının güçlendirilmesi olacaktır.

Üç öneri

Geleceği inşa çalışmamızda kurumlar başlığı altında yapmış olduğumuz şu üç öneriyi tekrarlamak isterim:

1. Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının sağlanması çerçevesinde devletin tüm işlemlerinde hukukla bağlı olması ve etkin hak arama özgürlüğünün güvence altında olması.

2. Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin güçlendirilmesi; bütün vatandaşlar için tüm hak ve özgürlük alanlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarında geliştirilmesi, siyasette ötekileştirme, ayrımcılık ve nefret söylemleri ile mücadele edilmesi.

3. Kuvvetler ayrılığını güçlendirmek için denge ve denetleme mekanizmalarıyla yargısal denetimin güçlendirilmesi, şeffaf, hesap verebilir, daha az merkeziyetçi ve etkin bir kamu yönetimi anlayışının yerleşik hale getirilmesi.

Bu adımları atabilmek, yeni küresel mimaride önümüze açılan fırsatlardan yararlanma koşullarını sağlayacaktır. Çünkü biliyoruz ki büyük dönüşümleri gerçekleştirmek için gereken toplumsal seferberliği demokrasinin ve temel hak ve özgürlüklerin gelişkin olduğu toplumlar harekete geçirebilir.

Yapılan çalışmalara göre, GSYİH’nin üçte birini, ulusal sanayi üretiminin %40’ını, vergi gelirlerinin %46’sını, ihracatın yarısını ve nüfusun neredeyse beşte birini oluşturan İstanbul’da ticari alanların, sanayi ve üretim tesislerinin ve konaklama tesislerinin %60’ı ve eğitim ve kültür kurumlarının, sağlık ve spor tesislerinin %50’ye yakını, deprem riski yüksek alanlarda yer alıyor. Bu nedenle olası bir deprem karşısında insani, toplumsal ve ekonomik kayıpları azaltmak için hazırlık çalışmalarının tüm ilgili kurum ve kuruluşlar arasında etkin bir koordinasyon ile en kısa sürede tamamlanması en büyük dileğimiz.”

Paylaşın

Tuncay Özilhan: Hedeflere İstikrarsız Bir Ekonomi İle Ulaşılamaz

Anadolu Grubu Yönetim Kurulu ile TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu’nun Başkanı Tuncay Özilhan, Merkez Bankası’nın faiz indiriminden sonra dolar/TL kurundaki tarihi değer kaybına dikkat çekerek, “Yeni yatırım yapmak bir tarafa yeni yıl için üretim planlamaları bile yapılamıyor. Çünkü bu planlamaların temel parametreleri olan enflasyon ve kur tahminleri her an değişiyor” dedi.

Eski TÜSİAD başkanı Özilhan, Dünya gazetesinde kaleme aldığı yazıda şu ifadelere yer verdi:

“İstikrar sağlanmadan uzun vadeli hedeflerin hiçbirisini gerçekleştirmek mümkün olmaz. Çünkü üretim ve yatırım kararları istikrar olmadan, öngörülebilirlik olmadan verilemez. Geleceği güvenilir biçimde tahmin etmeden üretim ve yatırım planlaması yapılamaz; yeni sipariş verilemez; yeni elemanlar istihdam edilemez. Yani istikrar olmadan üretim de büyüme de olmaz. Üretim ve yatırım yoksa ihracat da olmaz. Üretim odaklı ihracatı önceleyen ekonomi modelinin amaçladığı hedeflere istikrarsız bir ekonomi ile ulaşılamaz.”

Asgari ücretteki zammın, TL’deki değer kaybı ve satın alma gücünün erimesi ile kısa sürede buharlaşacağına dikkat çeken Özilhan, “TL’deki değer kaybını sadece döviz satarak engellemek mümkün değildir… Yeni açıklanmış olan üretim odaklı ihracatı önceleyen ekonomi modelinin başarısı istikrarın sağlanmasına bağlıdır” değerlendirmesinde bulundu.

TÜSİAD son günlerde ekonomik gelişmelere ilişkin “İktisat bilimi kurallarına hızla dönülmeli” çağrısı ile gündeme gelmiş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu çağrıya tepki göstererek, “Ey TÜSİAD ve yavruları sizin tek göreviniz var, yatırım, üretim, istihdam ve büyüme. Hükümete saldırmanın değişik yollarını aramayın, bizimle mücadele edemezsiniz” demişti.

Paylaşın

TÜSİAD: Toplumsal Adaleti Tesis Etmemiz Gerekiyor

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplandı. TÜSİAD Toplantıda konuşan YİK Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, gündeme dair gelişmeleri değerlendirirken, laiklik, çoğulcu demokrasi ve hukuk vurgusu yaptılar.

Haber Merkezi / YİK Başkanı Özilhan, toplantıdaki konuşmasında, “Toplumsal adaleti tesis etmemiz gerekiyor ve başta Merkez Bankası olmamak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığı tartışma dışı olmalı” ifadelerini kullanırken, TÜSİAD Başkanı Kaslowski ise, “Kadınların birçok gelişmiş ülkeden daha önce siyasi haklarını elde ettiği Türkiye’de, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması kabul edilebilir değil” dedi.

Konuşmasında, “Bereketsiz ve dengesiz ekonomik büyüme, mahşerin dört atlısı arasında yer alıyor” ifadelerini kullanan Özilhan’ın açıklamalarından öne çıkan bölümler şöyle;

“Dünyadaki jeopolitik riskler artıyor. Türkiye’nin yüzde 60’ı çölleşmeyle karşı karşıya. Su rezervleri tarihsel olarak en düşük seviyelerine iniyor… Kuraklık tarımı ve çiftçileri olumsuz etkiliyor.

Şu anki ekonomik modeli tamamen değiştirmemiz, karbon nötr bir ekonomi olmayı hedeflememiz gerekiyor… Toplumsal adaleti tesis etmemiz gerekiyor.

Başta Merkez Bankası olmamak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığı tartışma dışı olmalı… Hukukun üstünlüğü, katılımcı demokrasi ve kuvvetler ayrılığı hayati önemde.

Cari açık ve bütçe açığına beceri açığı, bilgi açığı, liyakatlı kadro açığı ve yönetişim açığı da ekleniyor. Düşen sadece TL’nin değeri değil, su rezervlerimiz, birbirimize güvenimiz, ihracatımızda yüksek teknolojili ürünlerin payı, mutluluk ve huzurumuz da geriliyor. Sadece makroekonomik dengesizlikleri değil, bölgesel kalkınma farklılıklarını ve gelir dağılımı bozukluklarını da gidermek istiyoruz.

Faiz ve enflasyonun yanı sıra emisyonları, hava, su ve toprak kirliliğini de azaltmak gerekiyor. Üretimin, tüketimin, yatırımların artmasına ihtiyaç duyduğumuz kadar, hak ve özgürlük alanlarının genişlemesine de ihtiyaç duyuyoruz.”

“Kurumsuzlaşma, dış sermayenin gelmemesinin en önemli nedeni”

TÜSİAD Başkanı Kaslowski’nin konuşmasından öne çıkan bölümler ise şöyle:

“Meclis’te kabul edilmesini memnuniyetle karşıladığımız Paris Anlaşması kriterilerine bir an önce uyum sağlamalıyız, aksi durumda çevresel tehditlerle baş edemeyiz.

Kurumsuzlaşma, dış sermayenin gelmemesinin en önemli nedeni.

Toplumların refahını belirleyen maddi olmayan kaynaklarıdır. İleri ülkelerin gerisinde kalmamak için raporumuzda ısrarla altını çizdiğimiz şu üç unsurun yer aldığı seferberlik içine girmemiz lazım. Bu üç unsur İnsani gelişme yetkinleşme, bilim teknoloji ve inovasyon, siyasi ekonomik toplumsal kurum ve kurumlar. Bu üç unsur bir bütünlük arz eder.

Kadınların birçok gelişmiş ülkeden daha önce siyasi haklarını elde ettiği Türkiye’de, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması kabul edilebilir değil.”

Paylaşın

TÜSİAD’dan iktidara sert eleştiriler!

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Olağan Genel Kurul toplantısı gerçekleştirildi. Toplantının açılış konuşmaları TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski ve TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan tarafından yapıldı. Kaslowski ve Özilhan, konuşmalarında hükümete sert eleştirilerde bulundular.

Haber Merkezi / Konuşmasında ekonomi gündemine dair önemli açıklamalarda bulunan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski, kredi genişlemesine bağlı gerçekleşen istisnai büyüme ile enflasyonist baskının arttığı, hem faiz hem kurun yükseklerde seyrettiği bir ekonomik ortam olduğunu belirtti.

“TL’nin zayıflığı dışsal şoklar karşısında bizi korunmasız bırakacaktır. TL’ye güveni yeniden kazandırmalıyız, aksi takdirde had safhaya varan işsizlik, alım gücünde azalma, büyümenin finansmanı gibi temel sorunların çözülmesi mümkün değil. İşsizlik toplumu korkutucu boyutta tehdit etmekte; rezervlerimiz azaldı. Gıda enflasyonunun özel olarak ele alınması, tarım sektörünün sorunlarını kalıcı çözecek bir programın hazırlanmasının gereğine inanıyoruz.” açıklamasında bulunan Kaslowski, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının da düzeltilmesi gereken bir karar olarak değerlendirdiklerini söyledi.

“Hepimiz son aylarda art arda gelen beklenmedik gelişmeleri anlamaya çalışıyoruz.” diyen TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ise, “Ortalığın toz duman olduğu, yetki ve sorumlulukların sınırlarının bulanıklaştığı durumlarda karar nasıl alınır; nereye gittiğimiz konusunda kafamızda bir cevap yoksa plan nasıl yapılır? Kurumsal yapıların öngörüldüğü gibi çalışacağı varsayımı olmadan yarın ne olacağı nasıl bilinir; ilan edilmiş olan kurallar yarın değişebilirse, yarına ilişkin kararlar nasıl alınır?” dedi.

TÜSİAD Olağan Genel Kurul toplantısı bugün gerçekleştirildi. Toplantının açılış konuşmaları TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski tarafından yapıldı. Pandemi nedeniyle alınan tedbirler kapsamında toplantı webinar sistemi ile canlı yayınlandı.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simon Kaslowski konuşmasında ekonomi gündemine dair önemli açıklamalarda bulundu.

Kredi genişlemesine bağlı gerçekleşen istisnai büyüme ile enflasyonist baskının arttığı, hem faiz hem kurun yükseklerde seyrettiği bir ekonomik ortam olduğunu belirten Kaslowski, “Şeffaflık, hesap verilebilirlik, kurumsal özerklik, istişare, çoğulculuk, mutabakat arayışı gibi konuların önemini vurgulamaya devam edeceğiz. Kalkınmanın ön koşulu istikrardır, son 2.5 yılda TÜİK başkanı 4 kez, TCMB başkanı 3 kez değişmiştir.” dedi.

TL’nin zayıflığı dışsal şoklar karşısında bizi korunmasız bırakacaktır”

Bu tür görev değişikliklerinde, ancak şeffaflık ve hesap verilebilirlik dikkate alındığında piyasa ekonomisinin daha sağlıklı çalışabileceğini belirten Kaslowski, “TL’nin zayıflığı dışsal şoklar karşısında bizi korunmasız bırakacaktır. TL’ye güveni yeniden kazandırmalıyız, aksi takdirde had safhaya varan işsizlik, alım gücünde azalma, büyümenin finansmanı gibi temel sorunların çözülmesi mümkün değil. İşsizlik toplumu korkutucu boyutta tehdit etmekte; rezervlerimiz azaldı. Gıda enflasyonunun özel olarak ele alınması, tarım sektörünün sorunlarını kalıcı çözecek bir programın hazırlanmasının gereğine inanıyoruz.” açıklamasında bulundu.

Kaslowski, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının da düzeltilmesi gereken bir karar olarak değerlendirdiklerini belirtti.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan da önemli açıklamalarda bulundu. “Hepimiz son aylarda art arda gelen beklenmedik gelişmeleri anlamaya çalışıyoruz.” diyen Özilhan konuşmasında,”Ortalığın toz duman olduğu, yetki ve sorumlulukların sınırlarının bulanıklaştığı durumlarda karar nasıl alınır; nereye gittiğimiz konusunda kafamızda bir cevap yoksa plan nasıl yapılır? Kurumsal yapıların öngörüldüğü gibi çalışacağı varsayımı olmadan yarın ne olacağı nasıl bilinir; ilan edilmiş olan kurallar yarın değişebilirse, yarına ilişkin kararlar nasıl alınır?” diye sordu.

“Kendi aramızda kavga ettikçe herkes kaybediyor”

1970’li yıllardaki gibi iç ve dış mihrak sorununun, cari açık ve finansman sorununun devam ettiğini söyleyen Özilhan, “Bugun ile 1970’ler arasında ciddi paralellikler var. Pandeminin yol açtığı ekonomik zorluklar zaten var olan yapısal zorlukların üzerine ekleniyor; yolun bir yanı istikrarsızlık, bir yanı ekonomik daralma, işsizlik ve geçim sıkıntısı, ülke olarak hepimiz bu arabanın içindeyiz. Kendi aramızda kavga ettikçe herkes kaybediyor, birleştirici olmak lazım. İstikrarı korumanın yolu keskin manevra yerine net, öngörülebilir ve tüm kesimlere güven veren bir yol haritası koymaktan geçiyor.” ifadelerini kullandı.

Sonuncu reform paketinde ele alınan reformların hepsi yerinde olduğunu ancak reformların uzun ve meşakkatli süreçler olduğunu vurgulayan Özilhan, “Israrlı uygulama ve takip gerektirir; bu yüzden reform süreçleri siyaset ve bürokrasideki değişikliklere hassastır. Yüksek faiz oranları tasarruf açığının sonucudur, tasarrufları artırmazsak, TL’ye güveni tesis edip uzun vadeli dış kaynak çekmezsek, hiçbir faiz indirimi kalıcı olmaz. Yatırımcı güveni tesis edilemeyince uzun dönemli yatırım kararı da alınamıyor. Yatırımcı güven ister, sık sık değişmeyen kurallar ister. TL’deki değer kaybının bir nedeni döviz geliri üretme kapasitesinin düşüklüğü ise diğer neden geleceğe ilişkin belirsizlik ve güvensizlik.

“Hukuk devleti ve demokrasi standartları”

Sorun şiddetlenince rezervlerden döviz satarak TL’nin değerini korumaya çalışmak ancak kısa süre için işe yarar; sorunun hep tekrarlamaması için ekonomik yapının dönüşüp döviz gelirlerinin artırılması ve ekonomi yönetiminin güven sağlaması gerekir. Fiyat artışı ile mücadele için fiyat kontrollerinin yetmediğini tecrübe ile biliyoruz.

Reform programları ve verilen teşviklere rağmen bir türlü halledilemeyen bir diğer sorun ise yüksek işsizlik. Üretim yapısını dönüştüremezsek küresel ekonomideki yerimizin yükselmesi bir yana, düşmesi kaçınılmaz olacak. Etraflıca düşünülmemiş, ilgili tüm tarafların görüşleri alınmamış, aceleye getirilmiş kararlar çok çabuk değiştiriliyor bu da güvensizlik yaratıp öngörü ufkunu daraltıyor. Ekonomik reformlar gibi yargı reformları da iyi, ama şimdiye kadar ilan edilen yargı reformları bizi arzu edilen hukuk devleti ve demokrasi standartlarına yaklaştıramadı.” açıklamasında bulundu.

Simone Kaslowski’nin konuşmasının tamamı için TIKLAYIN

Tuncay Özilhan’ın konuşmasının tamamı için TIKLAYIN

 

Paylaşın

“Seçim Ve Seçmen İradesi Demokrasilerin Tartışmasız En Temel Niteliğidir”

Tuncay Özilhan, TÜSİAD YİK toplantısında yaptığı konuşmada, “Seçim ve seçmen iradesi demokrasilerin tartışmasız en temel niteliğidir” dedi. Özilhan, açıklamasında, “Yıllardır seçim maratonlarından hepiniz yorgun düştük. Enerjimizi önünüzdeki 30 yılı konuşmaya derinde yatan sorunları konuşmaya ayırmalıyız. 31 Mart demokrasi sınavı oldu. Bu sınavda kimin ne not aldığını ileride tarih yazacaktır” ifadelerini kullandı.

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Toplantısı bugün İstanbul’da yapıldı. Genel kurul, Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın konuşmasıyla başladı. Tuncay Özilhan’ın konuşması şöyle:

“Yıllardır tüm enerjimizi yiyip yutan seçim maratonlarından hepimiz yorgun düştük. Oysa ki enerjimizi önümüzdeki üç ayı değil, üç yılı, hatta 30 yılı konuşmaya, derinde yatan sorunları çözmeye ayırmalıyız.

Sonuçlanması hiç alışkın olmadığımız kadar uzun süren 31 Mart seçimleri, her şeyden önce ülkemiz için önemli bir demokrasi sınavı oldu. İktidar, muhalefet ve başta YSK olmak üzere devlet kurumları bu seçimlerde büyük bir sınavla karşı karşıya kaldı. Bu sınavda kimin ne not aldığını ileride tarih yazacak. İyi işleyen bir demokrasinin en temel özelliklerinden birisi iktidarın seçimle el değiştirebilmesidir.

Alexis de Tocqueville’in 19. Yüzyılda söylediği gibi, demokrasiler ilk bakışta güçsüz görünebilir. Yüzeysel bakılınca karmaşa olarak görülebilecek olan şey, aslında daha derindeki gücün anlaşılmasını zorlaştırabilir.

Demokrasiler, otoriter rejimler karşısında avantaj sahibidir. Toplumsal değişimin yakıcı olduğu, mevcut iktidarların ve liderlerin çetrefilli sorunlarla baş etmekte zorlandığı zamanlarda, toplumun önünü açan çözümleri ancak demokrasiler üretir. Bu bazen uzun vakit alır, çeşitli gel-gitler yaşanır; ama sağlam temellere sahip demokrasiler, sorunlarına çözümü elbette bulurlar.

İster yerel olsun, ister merkezi olsun, seçimlere şaibenin zerresinin düşmemesi demokrasinin mevcudiyetinin en büyük ispatıdır. 31 Mart İstanbul seçimleri çerçevesinde gündeme gelmiş olan iddialar, seçimlerin selameti konusunda geçmiş seçimlerde de dile getirilmiş olan şüpheleri yeniden akıllara getirmiştir.

Umuyorum ki, Haziran ayında yenilenecek seçimler bu şüphelerin yersizliğini herkese kanıtlasın. Seçim sonuçlarına itiraz, şüphesiz siyasi partilerin en doğal hakkıdır. Hepimiz bu hak arama özgürlüğüne saygı duyarız. Ancak, seçmen iradesine saygı duyulmasını da isteriz. Hakkaniyetli koşullarda seçim ve seçmen iradesi demokrasilerin tartışmasız en temel niteliğidir.

“Darbeler tarihine rağmen Türkiye’de demokrasi hep çalıştı”

Seçimlere yapılan itirazların niteliği, seçim kanunlarının düzgün uygulanması konusunda herkesin kafasında soru işaretleri yaratmıştır. Seçim kanununda ve uygulamadaki aksaklıkların seçimler sonrasında değil öncesinde giderilmesi, idarenin sorumluluğundadır.

Seçimlere şaibe düşmemesini sağlayacak olan da budur. Unutmayalım! Hukukun üstünlüğü ve demokrasisiz hiçbir şey olmaz. Ne ekonomi olur, ne de başka bir şey. Ve demokrasinin ilkeleri evrenseldir. Oraya ya da buraya özgü olmaz. Ya bu ilkelere uyulur ve demokratik bir rejim olunur; ya da uyulmaz ve başka bir şey olunur.

Darbeler tarihine rağmen Türkiye’de demokrasi hep çalıştı: Her seferinde demokrasiye geri dönüldü. Seçim yoluyla görev devir teslimini de içeren bu demokratik geleneğe gözümüz gibi bakmalıyız. Dilerim tekrarlanacak olan İstanbul seçimleri, demokratik olgunluğumuzu teyit eder. Yeni fay hatlarına ve yeni gerginliklere yol açmaz, özlemini duyduğumuz birlik ve beraberliği sağlamamıza yol açar.

Bugün hepimiz biliyoruz ki ülkemiz bazı çok ciddi meselelerle karşı karşıya. Üç temel alanda, yani ekonomide, iç siyasi yapıda ve dış politikada sıkışmış durumdayız. Üstelik birindeki sıkışıklık diğerini çözmeyi zorlaştırıyor. İşimiz hiç kolay değil. Bu alanların hepsindeki sorunların ikili bir yapısı var: hem yapısal ve stratejik sorunlarla karşı karşıyayız hem de bunları daha da ağırlaştıran konjonktürel sorunlar var. Yapısal sorunları ancak uzun vadede çözebiliriz.

Ama kısa vadeli sorunları çözmek için de uzun vadede nereye gideceğimizi bilmemiz, stratejik yönelimimize karar vermemiz gerekiyor. Hedefimiz net, rotamız belli olmalı. Hedefimiz: 82 milyonu ile mutlu, huzurlu, müreffeh bir Türkiye.  Bu hedefe doğru yol alırken rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var: ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli uluslararası sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Bu çıpalar olmazsa, nereden eseceği belli olmayan rüzgarların önünde sürüklenmekten, türlü çeşitli
akıntılara kapılmaktan kurtulamayız.

“Makroekonomik dengelerde uzun süredir devam eden bir bozulma var”

Bu çıpaların sağlamlığı konusundaki endişeler güven kaybına yol açıyor. Endişeler giderilmeli; hem rotamız netleşmeli, hem de bu rotada kalmamızı güvence altına alan araçlar güçlendirilmeli. Yapısal sorunları çözebilmenin anahtarı budur. Konjonktürel sorunlarla baş edebilmenin yolu da budur.

Temel ilkelerde bulanıklık, hedeflerden şaşmaya yol açar. İşte, 2023 hedeflerinden bu yüzden uzaklaştık. Bu yüzden bu hedefleri artık konuşamaz hale geldik. Ekonomiyi, dış politikayı ve iç siyasi yapıyı, her üçünde karşı karşıya olduğumuz yapısal ve konjonktürel sorunları biraz daha açmak istiyorum. Önce ekonomi ile başlayalım. Makroekonomik dengelerde uzun süredir devam eden bir bozulma var.

Bu bozulma 2007’de başlıyor. Küresel kriz ile derinleşiyor. Sonra kısa bir toparlanma. Ardından tekrar bozulma. Üretim alanında başlayan bozulma finansal alana yayılıyor. Oradan kamu maliyesini etkiliyor ve dönüp tekrar reel sektöre geri geliyor. Türkiye 2002-2007 dönemindeki parlak günlerine bir türlü geri dönemiyor. Türkiye ekonomisinin gücü sayesinde 10 yıldır tolere edilebilmiş olan zafiyet, artık işçisinden işverenine, çiftçisinden esnafına tüm kesimleri zorluyor.

Göstergelerdeki kötüleşme bir alandan diğerine giderek ekonominin tamamına yayılıyor. İç ve dış borç göstergeleri kötüleşiyor; bütçe dengeleri bozuluyor; ihracat artışı duraklıyor; işsizsayısı artıyor; sanayi üretimi durağanlaşıyor; dolar cinsinden kişi başı GSYH rakamları geriliyor; rezervler eriyor; enflasyon yükseliyor; halkın alım gücü düşüyor; faiz oranları artıyor; Türk vatandaşı Türk lirasından kaçıyor ve Türkiye küresel rekabette kan kaybediyor.

“Ekonominin düzelmesi için hukuk ve adalet sisteminin düzelmesi gerekiyor”

Küresel Rekabet Endeksi’ne göre 140 ülke arasında makroekonomik ortam açısından 116. sıradayız. Enflasyonda 121., işgücü piyasası verimliliğinde 111. sıradayız. Yargının bağımsızlığında 111., kamu düzenlemelerine karşı yargıda hak aramada 109., basın özgürlüğünde 129. sıradayız. Bu nedenle diyoruz ki ekonominin düzelmesi için hukuk ve adalet sisteminin düzelmesi gerekiyor.

Devam ediyorum: öğretimde eleştirel düşünmede 133., mesleki eğitim kalitesinde 132., dijital becerilerde 118., beceri sahibi çalışan bulma kolaylığında 117. sıradayız. Bunlar ekonomiyi aşağı çeken; girişimciyi, girişim yapamaz hale getiren bir ayak bağı oluşturmuş durumda. Oysa ülkemiz pazar büyüklüğünde 13. sırada. Bu bize gerçekleştiremediğimiz potansiyeli gösteriyor. Demek ki, demokrasi işler kılınırsa, hukukun üstünlüğü tesis edilirse, eleştirel düşünmenin önünü açan bir eğitim reformu yapılırsa, ekonomimizin performansı yükselecek.

82 milyon nüfusuyla, jeostratejik konumuyla, gelişmiş altyapısıyla, sanayisinin seviyesiyle, tarımın sunduğu fırsatlarıyla Türkiye muazzam imkanlara sahip. Bu imkanları iyi değerlendirelim diye çırpınmamızın sebebi bu. Biz bu nedenle ekonomi derken demokrasi diyoruz; yargı bağımsızlığı diyoruz; hukukun üstünlüğü diyoruz; insan hakları diyoruz; akademik özgürlükler diyoruz; liyakat diyoruz; ifade özgürlüğü diyoruz.

Demeye de devam edeceğiz. Çünkü bu görevi, TÜSİAD’ın tüzüğünden alıyoruz. Tüzüğümüzün amaç maddesini burada bir kez daha hatırlatayım: TÜSİAD, insan hakları evrensel ilkelerinin, düşünce, inanç ve girişim özgürlüklerinin, laik hukuk devletinin, katılımcı demokrasi anlayışının, liberal ekonominin, rekabetçi piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarının ve sürdürülebilir çevre dengesinin benimsendiği bir toplumsal düzenin oluşmasına ve gelişmesine katkı sağlamayı amaçlar.

TÜSİAD, Atatürk’ün öngördüğü hedef ve ilkeler doğrultusunda, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve aşma anlayışı içinde, kadın-erkek eşitliğini siyaset, ekonomi ve eğitim açısından gözeten iş insanlarının toplumun öncü ve girişimci bir grubu olduğu inancıyla, yukarıda sunulan ana gayenin gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla çalışmalar gerçekleştirir.

“Peki bu kadar seçimi biz niye yaptık?”

Bu maddenin verdiği güçle, diyoruz ki: ekonomideki sıkıntıları aşmak için önce yönetim sistemimizdeki sıkıntıları aşmamız gerekir. Aksi halde, ekonomide atılacak adımlar pansuman niteliğinde kalır; yarayı tedavi etmez. Bu da bizi iç politikadaki sıkışmaya getiriyor. Ekonomik performans düştükçe, arka arkaya yapılan seçimlerde, seçim ekonomisi uygulanıyor. Yapısal sorunların çözümü hep ileri tarihlere erteleniyor.

Bu sıkışmayı seçimlerle aşmaya çalışıyoruz. 2007’den bu yana toplam 14 kez sandık kuruldu. İptal edilen İstanbul seçimlerini de dahil edersek sayı 15’e yükseliyor. Peki bu kadar seçimi biz niye yaptık? Yeni bir toplumsal uzlaşma sağlamak için. Değişen toplumsal yapıya uygun yeni bir sistem kurmak için.

Güçler ayrılığının mükemmel işlediği, yürütmenin rahat çalıştığı, parlamenter denetimin etkin olduğu, hukuk devleti kurallarının sorgusuz sualsiz işlediği, ifade ve medya özgürlüklerinin güvence altına alındığı, yargının bağımsızlığından ve tarafsızlığından kimsenin en ufak bir kuşkusunun bile olmadığı, her vatandaşın kendisini eşit ve muteber vatandaş olarak gördüğü, kurumsal yapıların güçlü, düzenleyici kurumların bağımsızlığının garanti altına alındığı bir sistem kurmak için.

Bu sistemi kurabildik mi? Bugün geldiğimiz noktaya bakarsak, henüz evet diyemiyoruz. Parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş henüz tamamlanmamış gözüküyor. Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük ve köklü bir devletin sisteminin değiştirilmesi ve uyumlulaştırılması daha süre alacak gibi gözüküyor.

Cumhurbaşkanlığı sisteminin kurumsal yapısı henüz oturtulamadı. Bu da, her alandaki sorun alanlarının üzerine etkin biçimde gidilmesini engelliyor. Bunların yanı sıra bir de toplumsal kutuplaşma ve gerilim var. Art arda gelen seçimlerdeki sert ve toplumu ayrıştıran söylemler maalesef toplumsal huzuru bozuyor.

“Seçmen, büyük bir siyasi olgunlukla, feraset ve vakarla davranıyor”

31 Mart seçim döneminde de böylesi bir propaganda dönemi yaşandı. Seçim sonrasında muhalefet liderinin saldırıya uğraması, siyasi gerilimi daha da yükseltti. İstanbul seçimlerinin iptali ile, siyasi gerilimin bir süre daha devam edeceği belli… Bunlara rağmen, insanımız sağduyusunu ve soğukkanlılığını koruyor. Etrafımıza bakıyoruz; sokakta, üniversitelerde, mahallelerde, gençler arasında bir kutuplaşma görmüyoruz.

Seçmen, büyük bir siyasi olgunlukla, feraset ve vakarla davranıyor. Çünkü demokrasinin ilkeleri, vatandaşlarımızda derinlere kök salmış durumda. Sandık sonuçları da siyasetçiler arasındaki kutuplaşmanın karşılık bulmadığını gösteriyor. 31 Mart’ta insanımız, ayrışma değil, birlikte hareket edilmesini istedi ve bu talebini verdiği oylarla gösterdi.

Birçok büyükşehir belediyesinde CHP’li belediye başkanlarına AK Partili belediye meclisleri ile birlikte uyumlu çalışma görevini verdi. Ve şimdi bunun sonuçlarını bekliyor. Üçüncü sorun alanı ise dış politika. Bize özgü sorunların üzerine bir de küresel ölçekteki gelişmeler ekleniyor. Sorunlarımız katmerleşiyor. Dünya, teknolojide, üretim yapısında, küresel güç dengesinde, siyasi ve toplumsal değerler sisteminde ciddi değişikliklerle karşı karşıya.

Küresel sistemde üst üste binen ekonomik, güvenlik, çevresel ve insani sorunlar karşısında liberal uluslararası düzen kendisinden beklenen çözümü üretemiyor. Küresel güç dengesi uzunca bir süredir batıdan doğuya doğru kayıyor. Ekonomik gücün kayması, siyasi gücün de kaymasına yol açıyor. Çin-Rusya ekseni ekonomik ve siyasi olarak etkisini artırıyor.

İki farklı blok arasında giderek yükselen bir hegemonya mücadelesi yaşanıyor. Ülkemiz de bu durumdan etkileniyor. Hegemonya mücadelesinin ortasına çekiliyoruz. Küresel ekonomik dengelerin doğuya doğru kayması, ekonomik ilişkilerimizde doğunun ağırlığını ister istemez artırıyor. Ekonomik ilişkiler, beraberinde siyasi etki alanının genişlemesini getiriyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrasının liberal ekonomi ve demokrasi modelinden farklı olarak, Çin-Rusya eksenini, devlet kapitalizmi ve otoriterlik şekillendiriyor. Bu da bu ülkelerle ilişkilerimizin niteliği konusunda hassas olmamızı gerektiriyor. Elbette, güvenlikle ilgili talepleri karşılanmadığı, kaygıları giderilmediği takdirde, her ülke gibi alternatiflerini değerlendirir. Ama, dış politika, hele de savunma ihtiyaçları ülkenin uzun vadeli milli menfaatlerine göre oluşturul

Bu nedenle ittifaklar kolay kolay değişmez. Avrupa Birliği ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifi, Türkiye için ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Ancak bu ilişki de karşılıklıdır. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceği, Avrupa’nın küresel sistemin barış, refah ve istikrar merkezi olma vizyonuyla da uyumludur. Nasıl ki ekonomik durumla iç politika birbirini etkiler; dış politika ile iç politika ve ekonomi arasında da benzer bir etkileşim vardır.
Uluslararası ilişkilerdeki gerilimler, TL’nin değerinde sert düşüşlere neden oluyor.

“Türkiye’nin dünya sistemindeki konumu da güçlenir”

Bu sert düşüş reel sektörde maliyet artışına yol açıyor; üretim ve yatırım kararlarını bozuyor; şirketleri mali olarak zayıflatıyor; iflaslara yol açıyor. Eğer Türkiye küresel düzendeki yerinin hiç tereddütsüz biçimde kural temelli uluslararası sistem içinde olduğunu herkese gösterebilirse ve AB tam üyelik perspektifini güçlendirebilirse, bu durum “toptan ve çok yönlü” bir reform niyet ve taahhüdü anlamına gelir.

Türkiye yeniden dış kaynak çekmeye başlar. TL tekrar değer kazanır, dolarizasyon geri çevrilir ve ekonomideki konjonktürel sorunlar hafifler. Eğer toplumsal uzlaşı sağlayabilirsek, güven ortamını tesis edebilirsek, yönetim modelindeki sorunları aşarsak, ekonomideki yapısal sorunları çözme yoluna gireriz. Bu aynı zamanda dış politikadaki sıkışıklığı da aşmanın zeminini yaratır. Ekonomik olarak güçlenen ve siyasi istikrarı sağlayan, toplumsal barış ve huzuru tesis eden Türkiye’nin dünya sistemindeki konumu da güçlenir.

Unutmayalım, devletlerin gücü ekonomideki güçlerinden gelir. Ekonomik olarak zayıf olan, finansman sorunu çeken, tasarrufları yatırımlarını karşılayamayan ülkeler, ekonomileri güçlü olan ülkelere tâbi hale gelirler. Bunun tersini düşünmek hayalciliktir. Güçlü bir ekonominin temelinde ise güven vardır.

Güveni inşa etmek çok zordur. Tuğla üzerine tuğla koyarak örülür. Ama bin bir zahmetle örülen bu duvar bir anda yıkılabilir. Biz ayrışırsak, birbirimize güvenmezsek, dışarısı bize hiç güvenmez. Görünüyor ki, önümüzdeki sorunları çözmeye başlamamız gereken yer kamplaşmayı bir tarafa bırakmak ve ilkemizin yüksek menfaatleri konusunda uzlaşmak.

“El birliği ile hem demokrasiyi hem de ekonomiyi güçlendireceğiz”

Sayın Cumhurbaşkanımızın seçimlerden sonra Türkiye ittifakı çağrısı yapmasının ve geçen hafta hiç kimseyi dışlamayan, kuşatıcı bir anlayışa vurgu yaparak milletimize birlik çağrısını yinelemesinin, toplumsal uzlaşı açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.

Toplumlar zor zamanları güç birliği yaparak aşar. Nasıl ki hem ülkemizin kurtuluşunu hem de Cumhuriyetimizin kuruluşunu birbirimize kenetlenerek başarmışsak, bugün de sorunlarımızı aynı şekilde aşarız. Başka çaremiz yok!

Kutuplaşmayı bitireceğiz. İktidar, muhalefet, iş dünyası örgütleri, sendikalar, sivil toplum hepimiz el birliği yapacağız. Bu el birliği ile hem demokrasiyi hem de ekonomiyi güçlendireceğiz.

Yaşamakta olduğumuz sert ekonomik daralmayı demokrasi içinde atlatmak, Türkiye tarihi açısından başlı başına çok önemli bir gelişme olacak. Ülke olarak, bu ülkeyi canı gibi seven vatandaşlar olarak bunu başaracağımızdan hiç kuşkum yok. Önümüzdeki bayramın küskünleri barıştırmaya, kamplaşmayı gidermeye vesile olmasını diliyorum.”

Paylaşın