Taliban Yönetimindeki Afganistan: Kadınlar Arasında İntihar Düşüncesi Salgını

Birleşik Krallık’ın kamu yayımcısı BBC, Taliban’ın 2021 yılında yönetimi ele geçirdiği Afganistan’da kadınların her geçen gün daha fazla baskıya karşılaştığını ve intihar düşüncelerinin yaygınlaştığını yazdı. 

BBC’nin görüştüğü ve kimliğini paylaşmayan bir üniversite öğrencisi, “Sınıfımdaki kadınların çoğunun intihar düşünceleri var. Hepimiz depresyon ve anksiyeteden mustaribiz. Hiç umudumuz yok” dedi.

Soyadını paylaşmayan psikolog Emel ise “Afganistan’da bir intihar düşüncesi salgını var” ifadelerini kullandı.

Uluslararası medyada ülkedeki açlığın ve ekonomik krizin gündemde tutulduğuna fakat akıl sağlığı sorunlarının tartışılmadığına dikkat çeken Emel, “Sanki insanlar yavaş yavaş zehirleniyor. Gün geçtikçe umutlarını kaybediyorlar” dedi.

Psikolog, Taliban aralıkta üniversite eğitimini yasaklama kararını açıkladığında, iki gün içinde 170 kişiden acil destek talebi aldığını söyledi. Günde en az 10 kişinin destek için kendisini aradığını belirten Emel, taleplerin çoğunun kadınlardan ve kız çocuklarından geldiğini belirtti.

Afganistan ve Taliban

Taliban Afganistan’da yönetimi elinde bulunduran Diyubendi İslamcı hareket ve askeri organizasyondur. Kendilerine Afganistan İslam Emirliği demekte olup ülke içinde bir savaş (veya cihat) sürdürmüştür.

İslam şeriatını yayma amacıyla Molla Muhammed Ömer tarafından 1994 yılında kurulan Taliban’ın 2016’dan beri lideri Mevlevi Hibetullah Ahundzade’dir.

Taliban, 1996’dan 2001’e kadar, Afganistan’ın kabaca dörtte üçüne hükmetmiş ve kendilerine göre yorumladıkları şeriatı uygulamıştır. 1994 yılında Afgan İç Savaşı’nın önde gelen gruplarından biri olarak ortaya çıkmıştı ve büyük ölçüde Afganistan’ın doğu ve güneyindeki Peştun bölgelerindeki geleneksel İslami okullarda (medreselerde) eğitim görmüş ve Sovyet-Afgan Savaşı’nda savaşmış öğrencilerden (talebe) oluşmaktaydı.

Muhammed Ömer’in önderliğindeki hareket, Mücahid liderlerinden aldığı güçle Afganistan’ın çoğu bölgesine yayıldı. 1996’da totaliter Afganistan İslam Emirliği kuruldu ve Afganistan’ın başkenti Kandahar’a transfer edildi. 11 Eylül saldırılarının ardından Aralık 2001’de Amerikan liderliğindeki Afganistan işgaliyle devrilene kadar ülkenin çoğunu kontrol etti.

En etkin dönemlerinde, Taliban hükûmeti diplomatik olarak yalnızca Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından tanındı. Grup daha sonra Afganistan Savaşı’nda Amerikan destekli Hamid Karzai yönetimine ve NATO liderliğindeki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’ne karşı bir direniş hareketi olarak yeniden bir araya geldi.

Taliban, birçok Afgan’a uygulanan sert muameleyle sonuçlanan şeriat yorumu nedeniyle uluslararası alanda kınandı. 1996’dan 2001’e kadar olan iktidarları sırasında, Taliban ve müttefikleri Afgan sivillere karşı katliamlar gerçekleştirdi, açlıktan ölmek üzere olan 160.000 sivile Birleşmiş Milletler’in gıda tedarikini engelledi ve yakıp yıkma taktiği uyarınca geniş ve verimli toprakları yakarak on binlerce evi yok etti.

Taliban, Afganistan’ı kontrol ederken, insanları veya diğer canlıları tasvir eden resimler ve filmler ile def haricinde bir enstrümanın kullanıldığı müziği yasakladı, kadınların okula gitmesini engelledi, kadınların sağlık hizmetleri dışındaki işlerde çalışmasını yasakladı (erkek doktorların kadınları görmesi de yasaklandığı için) ve kadınların dışarıda bir erkek akraba ile dolaşmalarını ve burka giymelerini zorunlu kıldı.

Belirli kuralları çiğneyen kadınlar alenen kırbaçlandı veya idam edildi. Dini ve etnik azınlıklar, Taliban yönetimi altında ağır bir şekilde ayrımcılığa uğradı. Birleşmiş Milletler’e göre, 2010’da Afgan sivil ölümlerinin %76’sından, 2011 ve 2012’de ise %80’inden Taliban ve müttefikleri sorumluydu. Kültürel soykırıma da girişen Taliban, Bamyan’ın 1500 yıllık Buda heykelleri de dahil olmak üzere çok sayıda anıtı yok etmiştir.

Taliban’ın ideolojisi; Diyubendi köktendinciliği ve militan İslamcılığın, Peştunvali olarak bilinen Peştun sosyal ve kültürel normlarıyla birleştirilmesine dayanan “yeni” bir şeriat hukuku biçimi olarak tanımlanmıştır.

Uluslararası topluluklar ve Afgan hükûmeti; sıklıkla Pakistan’ın Servislerarası İstihbarat’ını ve ordusunu; kuruluşunda, iktidarda oldukları süre boyunca ve direniş süreci boyunca Taliban’a destek sağlamakla suçlamıştır. Pakistan ise 11 Eylül saldırılarından sonra gruba yönelik tüm desteğini kestiğini belirtmiştir. 2001 yılında, El Kaide lideri Usame bin Ladin komutasındaki 2.500 Arap’ın Taliban için savaştığı bildirilmiştir.

2020’nin Şubat ayında Trump yönetimi, 1 Mayıs 2021 itibarıyla tüm Amerikan güçlerinin Afganistan’dan çekileceğine dair Taliban ile anlaşma imzaladı. Karşılığında Taliban, El Kaide gibi terörist gruplarıyla bağlantısını kesecek, şiddeti azaltacak ve Amerika destekli Afgan hükûmetiyle müzakere edecekti. Her iki taraf da bu anlaşmanın şartlarını tam olarak yerine getirmese de, çekilme başladı.

15 Ağustos 2021’de Kabil’in düşmesiyle Taliban, Afganistan yönetimine tekrar sahip oldu.

Paylaşın

AYM, Pandemide Alınan Sokağa Çıkma Yasaklarını Kanuna Aykırı Buldu

İçişleri Bakanlığı, yeni tip koronavirüs (Kovid 19) salgını sürecinde tedbir olarak bir çok kez Türkiye genelinde sokağa çıkma yasağı kararı almıştı. Anayasa Mahkemesi (AYM), salgın sürecinde alınan sokağa çıkma yasaklarının kanunen dayanağının olmadığına karar verdi.

DW Türkçe’den Alican Uludağ’ın haberine göre, Anayasa Mahkemesi (AYM), 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun bulaşıcı hastalıklara karşı alınacak tedbirler arasında “sokağa çıkma yasağı” tedbirinin olmadığını kaydetti.

Kararda, Kanun’da il ve ilçe umumi hıfzıssıhha meclisleri tarafından alınan tedbirlere uygun davranmanın bireyler açısından mecburi olduğuna ilişkin herhangi bir hüküm bulunmadığına da dikkat çekildi. Mahkeme, bu kapsamda bir vatandaşa verilen cezanın kanunu dayanağının olmadığını belirterek hak ihlali kararına imza attı.

İçişleri Bakanlığı, koronavirüs sürecinde tedbir olarak bir çok kez Türkiye genelinde sokağa çıkma yasağı kararı almıştı. Bu kapsamda Mustafa Karakuş adlı vatandaş, 10 Mayıs 2020 tarihinde kullandığı araç ile İstanbul’un Çamlıca Gişeler mevkiinde polisler tarafından durduruldu.

Karakuş’a 3 bin 180 TL idari para cezası uygulanırken kararda Karakuş’un 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 282’inci maddesine aykırı davrandığı ve Cumhurbaşkanlığı genelgeleri kapsamında alınan sokağa çıkma yasağını ihlal ettiği belirtildi. Cezaya karşı yapılan itirazlar da suç ceza hâkimliği tarafından reddedildi. Bunun üzerine Karakuş, AYM’ye başvurdu.

AYM: Suçta ve cezada kanunilik ilkesi ihlal edildi

Üç yıl sonra başvuruyu görüşen AYM, suçta ve cezada kanunilik ilkesinin ihlal edildiğine karar verdi. Mahkeme, cezanın kaldırılması için kararın örneğini İstanbul Anadolu 10. Sulh Ceza Hâkimliği’ne gönderdi.

Kararın gerekçesinde, başvurucunun ihlal ettiği ileri sürülen sokağa çıkma yasağının İstanbul İl Umumi Hıfzıssıhha Meclisi tarafından Covid-19 salgı ile mücadele kapsamında alınan tedbirler olduğu belirtildi.

Ancak 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’da öngörülen tedbirler arasında sokağa çıkmanın kısıtlanmasının söz konusu olmadığı vurgulanan kararda, “Bulaşıcı ve salgın hastalıklardan birinin ortaya çıkışı halinde alınabilecek tedbirler Kanun’un 72’inci maddesinde düzenlenmiştir. Kanun koyucunun alınabilecek tedbirlerin uygulanmasına yardım etmekle görevlendirdiği il ve ilçe umumi hıfzıssıhha meclislerinin Kanun’un ilgili hükmünde sınırlı sayıda sayılan tedbirler arasında yer almayan sokağa çıkma yasağı tedbirini alma yetkisine sahip olduğunun kabulü mümkün görünmemektedir” denildi.

Kararda, olağan dönemlerde Kanun’un 26’ıncı maddesi gereğince her ay düzenli olarak toplanan umumi hıfzıssıhha meclislerinin, kamu sağlığının korunmasına yarayan ancak temel hak ve özgürlüklere müdahale mahiyetindeki tedbirlerin alınmasını gerektirebilecek bulaşıcı ve salgın hastalık dönemlerinde ancak Kanun’da yazılı tedbirlerin uygulanmasına yardımcı olabileceği vurgulandı.

Kanun uyarınca Covid-19 kapsamında kişilerin tecrit edilmesi ve gözetim alınması kararı verilebileceği anımsatılan kararda, bu tedbirlerin tüm vatandaşlar yönünden uygulanan ve genel nitelikte bir önleyici tedbir olan sokağa çıkma kısıtlamasından kapsam ve mahiyetleri itibarıyla farklı olduğu, dolayısıyla Kanun’un 72’inci maddesinin de sokağa çıkma yasağı tedbirini kapsamadığı vurgulandı.

“Tedbirlere uymak mecburi değil”

Kararda, 1593 sayılı Kanun’da il ve ilçe umumi hıfzıssıhha meclisleri tarafından alınan tedbirlere uygun davranmanın bireyler açısından mecburi olduğuna ilişkin herhangi bir hüküm bulunmadığına dikkat çekildi. AYM, şu değerlendirmeyi yaptı:

“Somut olayda başvurucunun İstanbul İl Umumi Hıfzıssıhha Meclisi kararında öngörülen bir zorunluğa uymadığı hususunda tartışma bulunmamaktadır. Ancak söz konusu kuralda işaret edilen zorunluluk, 1593 sayılı Kanun’da yazılı zorunluluktur.

Kuraldaki açık ifade karşısında Kanun’un verdiği yetkiye dayanılarak kamu otoritelerince ihdas edilen zorunluluklara uymama şeklinde eylemlerin 282’inci madde kapsamında değerlendirilerek faillerin cezalandırılması mümkün değildir.

Aksinin kabulü, kapsamı kanun koyucu tarafından bilinçli olarak dar tutulan ceza hükmünün kamu otoritelerinin düzenleyici işlemleri ile sınırları öngörülmeyecek ve keyif cezalandırmaya imkân tanıyacak şekilde genişletilmesine neden olacaktır.”

Kararda, idari para cezası tutanağında da başvurucunun ihlal ettiği yasağın veya uymadığı zorunluluğun 1593 sayılı kanunun hangi maddesinde yazılı olduğuna ilişkin bir açıklama yer almadığına dikkat çekildi.

Karara, AYM üyesi eski İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce muhalefet etti.

Paylaşın

Küresel Isınma: Buzulların Erimesi Salgınlara Neden Olabilir Mi?

Küresel ısınmanın sürdüğü ortamda bilim insanları, iklim değişikliğinin yeni virüsler ve dolayısıyla gelecekte patlak vermesi olası salgınlar üzerinde nasıl bir rol oynadığını anlamaya çalışıyor. Yeni yayınlanan bir araştırma, Arktik bölgesinde buzulların erimesinden etkilenen göllerde virüslerin farklı canlılara bulaşabildiğini ortaya koydu. Buna rağmen, Arktik bölgesinde salgın riski düşük.

Northumbria Üniversitesi’nde çevre mikrobiyolojisi alanında çalışan David Pearce, viral yayılma olaylarının pandemilere yol açması riskinin “gözden kaybolan derecede düşük” olduğunu vurguladı. Pearce, insanları etkileyebilecek bir virüs için ihtiyaç olan biyolojik koşulların Arktik bölgesinde mevcut olmadığını vurguladı.

Kutup ekosistemi alanında çalışmalar yürüten Pearce, “Ben derin buzulaltı göllerinden gelen suyu hiç tedirgin olmadan içiyorum çünkü buradaki herhangi bir şeyin daha önce insan vücudu ile karşılaşmış olması veya bir insan vücudunda yaşama adapte olabilme ihtimali son derece düşük” diye konuştu.

Son yirmi yılda yaşanan epidemilerin bir kısmı “viral yayılma”, yani bir virüsün yeni bir taşıyıcıya sürdürülebilir biçimde bulaşması sonucu meydana geldi. Koronavirüs pandemisinin yanı sıra SARS, MERS ve H1N1 salgınları, virüsün hayvanlardan insanlara geçmesi sonucu doğan kamu sağlığı krizlerine birkaç örnek.

Nature Communications adlı bir bilim dergisinde 2018 yılında yayınlanan bir araştırma, Arktik bölgesindeki en büyük göl olan Hazan Gölü yakınlarında, küresel ısınmanın buzulların kitlesel biçimde erimesine yol açtığını ortaya koymuş, bunun da “buzulların erimesi sonucu oluşan sular, çökelti, organik karbon ve atıklarda 10 kat artışa” yol açtığı belirlenmişti.

19 Ekim tarihinde yayımlanan başka bir bilimsel çalışmanın bulgularına göre ise bilim insanları, viral yayılma olaylarının Arktik bölgesinin yüksek kısımlarında halihazırda gerçekleşmeye başlamış olabileceğini gösterdi. Söz konusu bölge, dünya tarihinde buzulların en hızlı biçimde eridiği bölge olma özelliğini taşıyor.

Gölde kapsamlı araştırma

Araştırma kapsamında Kanada’daki Ottawa Üniversitesi’nden araştırmacılar, Kuzey Kutup dairesinin kuzey kısmında bulunan gölde, boşta salınan çökelti örnekleri ve gölün tabanından toprak numunesi topladı. Söz konusu numunelerden DNA ve RNA çıkarsaması yapan araştırmacılar, gölde ne tür virüs ve virüs taşıyıcıların mevcut olduğu sorusuna yanıt aradı. Daha sonra bu virüsler ve taşıyıcılar için “hayat ağaçları” yaratan bilim insanları, bunların ne tür spesifik genetik özellikler taşıdıklarını belgeledi.

Bu “hayat ağaçları” sayesinde gölün farklı kısımlarından topladıkları numuneler arasında genetik açıdan benzerlikler olup olmadığını belirleyen bilim insanları, bir yayılma olayının gerçekleşip gerçekleşmediğini anlamaya çalıştı.

Buzul erimesinden etkilenen gölden topladıkları numuneler arasında büyük farklar olduğunu tespit eden araştırmacılar, bu çerçevede göldeki viral yayılma riskinin yüksek olduğu sonucuna vardı. Dolayısıyla araştırmanın bulguları, buzul erimesinin gerçekleştiği yerlerde viral yayılmanın, yani bir virüsün farklı organizmalara bulaşması olgusunun meydana gelmesi riskinin mevcut olduğunu ve hatta bunun halihazırda gerçekleşmeye başlamış olabileceğini ortaya koyuyor.

Pandemi riski düşük

Araştırmayı yürüten bilim insanları, viral yayılma riskinin doğrudan pandemi riskiyle aynı anlama gelmediğine dikkat çekti. Araştırmacılar, yüksek Arktik bölgesinde pandemi benzeri olguların meydana gelme riskinin, “virüsler ve ‘köprü vektörleri’ eş zamanlı olarak aynı yerde bulunmadığı için” düşük olduğuna vurgu yaptı. ‘Köprü vektörleri’, yeni virüslerin insanlara bulaşmasına neden olan organizmalara verilen ad.

Öte yandan araştırmacılar, iklim değişikliğinin türleri ve yaşam alanlarını etkilemeyi sürdüreceğini ve bunun sonucunda da viral yayılmaya vesile olabilecek yeni vektörlerin ortaya çıkabileceğine vurgu yaptı. Ancak bu tür bir olayın gerçekleşmekte olduğuna dair henüz bir ibare yok.

Northumbria Üniversitesi’nde çevre mikrobiyolojisi alanında çalışan David Pearce, viral yayılma olaylarının pandemilere yol açması riskinin “gözden kaybolan derecede düşük” olduğunu vurguladı. Pearce, insanları etkileyebilecek bir virüs için ihtiyaç olan biyolojik koşulların Arktik bölgesinde mevcut olmadığını vurguladı.

Kutup ekosistemi alanında çalışmalar yürüten Pearce, “Ben derin buzulaltı göllerinden gelen suyu hiç tedirgin olmadan içiyorum çünkü buradaki herhangi bir şeyin daha önce insan vücudu ile karşılaşmış olması veya bir insan vücudunda yaşama adapte olabilme ihtimali son derece düşük” diye konuştu.

“İklim değişikliği pandemi riskini artırıyor”

Sydney Üniversitesi’nde evrim biyolojisi ve viroloji alanında çalışan Edward Holmes, “İklim değişikliğinin pandemi riskini artırdığına yüzde yüz katılıyorum. Ancak bunun, eriyen buzulların pandemi riski doğurduğu anlamına geldiğini düşünmek saçmalık” değerlendirmesinde bulundu.

Holmes, “Araştırma kapsamında bulunan virüslerin hiçbiri, insanlara veya hatta memelilere bulaşabilecek türden değil. Bunların büyük çoğunluğu, bitki veya mantar virüsleri. Nitekim dünyanın her yerinde alacağınız her numune böyledir” diye konuştu.

Pearce, pandemilerin Arktik gibi bölgeler yerine nüfusun daha yoğun olduğu bölgelerde ortaya çıkma riskinin çok daha yüksek olduğuna dikkat çekti:

“Pandemiye yol açmaya yatkın virüsler, normalde yüksek biyoçeşitlilik ve insanlarla yakın etkileşim içerisindeki hayvan yoğunluğunun yüksek olduğu yerlerden gelir. Yaşanan iklim değişikliğine rağmen, bunun Arktik’in yüksek kısımlarında gerçekleşme olasılığı çok düşük. Beni tropikal ve subtropikal bölgeler daha çok endişelendiriyor.”

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın

‘Kovid 19 Salgını’nda Haber İzlemeyenlerin Akıl Sağlığı Daha İyi

Yeni yayınlanan bir araştırma, yeni tip koronavirüs (Kovid 19) salgını sırasında, dengeli beslenen, güncel Kovid 19 haberlerini çok sık okumayan, fiziksel egzersiz yapanların, akıl sağlığının daha iyi olduğunu ortaya koydu.

Ekim 2021’de yayımlanan bir rapor, salgının ilk yılında dünya genelinde depresyon ve anksiyete prevalansının 4’te birden fazla arttığını ortaya koymuştu. Bilim insanları, majör depresyon vakalarında 53 milyonluk ve anksiyete vakalarındaysa 76 milyonluk artış görüldüğü sonucuna varmıştı.

Yeni bir araştırmaya göre, Kovid-19 pandemisi sırasında anksiyete ve depresyonun en büyük önleyicileri sağlıklı beslenmek ve haberlerden kaçınmaktı.

Bu iki yaşam tarzı değişikliği, akıl sağlığını dengeleme konusunda arkadaşlarla etkileşimden, bir rutini takip etmekten veya hobilerle uğraşmaktan daha etkiliydi.

Independent Türkçe‘de yer alan habere göre, Barselona’daki araştırmacılar tarafından gerçekleştirilen çalışmada bir yıl boyunca 942 yetişkin İspanyol gözlemlendi.

İki haftalık düzenli aralıklarla, katılımcılardan 10 farklı başa çıkma davranışını hangi sıklıkta kullandıklarını ve anksiyeteyle depresyon düzeylerini derecelendirmeleri istendi.

Daha iyi başa çıkmakla ilişkilendirilenler; dengeli beslenmek, güncel Kovid-19 haberlerini çok sık okumamak, fiziksel egzersiz yapmak, açık havada kalmak ve su içmek oldu.

Akraba ve arkadaşlarla konuşmak veya bir hobi edinmek gibi yararlı görülen bazı davranışların insanların akıl sağlığı üzerindeki etkisinin daha az olduğu tespit edildi.

Araştırmayı yönetenlerden Dr. Joaquim Radua, sonuçların “biraz şaşırtıcı” olduğunu söyledi. Radua, “Birçok kişi gibi, stresli zamanlarda kişisel iletişimin kaygı ve depresyondan kaçınmada daha büyük bir rol oynayacağını varsaymıştık” dedi ve ekledi:

“Bu sonuçlara dayanarak, herkese sağlıklı/dengeli bir diyet uygulamasını, stresli haberleri çok sık izlemekten kaçınmasını, dışarıda daha fazla zaman geçirmesini, rahatlatıcı aktiviteler gerçekleştirmesini ve fiziksel egzersiz yapmasını öneriyoruz.”

Bu çalışmanın insanların Kovid -19 sırasındaki akıl sağlığına odaklandığını belirten Radua, bu faktörlerin diğer stresli koşullara uygulanıp uygulanamayacağına daha fazla araştırmayla bakılabileceğini söyledi. Radua, “Bu basit davranışlar kaygı ve depresyonu önleyebilir ve önlemek, tedaviden daha iyidir” dedi.

Oxford Üniversitesi psikiyatri bölümünden Profesör Catherine Harmer, yer almadığı bu çalışmanın “önemli bilgiler” sağladığını ancak daha fazla teste ihtiyaç olduğunu söyledi:

Bu ilişkilendirmelerin nedensel olup olmadığını test etmek için gelecekte çalışma yapılmasına ihtiyaç var. Bu davranışlar mı ruh halinde iyileşme sağlıyor ya da tam tersi olabilir mi? Yani kendimizi daha iyi hissettikçe çevremizle daha olumlu etkileşime girmeye başlıyor olabilir miyiz?

Queensland Akıl Sağlığı Araştırma Merkezi’nin Ekim 2021’de yayımladığı bir rapor, pandeminin ilk yılında dünya genelinde depresyon ve anksiyete prevalansının 4’te birden fazla arttığını ortaya koymuştu. Bilim insanları, majör depresyon vakalarında 53 milyonluk ve anksiyete vakalarındaysa 76 milyonluk artış görüldüğü sonucuna varmıştı.

Paylaşın

Salgın Döneminde Çocuklara Karşı İşlenen Cinsel Suçlar Arttı

İzmir Barosu, çocukların maruz kaldığı cinsel suçlara ilişkin 2020-2021 verilerini açıkladı. Buna göre 2021’de bir önceki yıla göre kent genelinde cinsel suç mağduru çocukların sayısı arttı. 1 Ocak 2020-31 Aralık 2021 tarihleri arasını kapsayan verilere göre, kent genelinde ‘çocuğun cinsel istismarı suçu’ 1078’den 1874’e, ‘reşit olmayanla cinsel ilişki suçu’ 336’dan 340’a, ‘cinsel taciz suçu’ 336’dan 359’a çıktı. Veriler, cinsel suç̧ mağduru çocuklar için Baro tarafından yapılan zorunlu avukat görevlendirmelerinin sayısından derlendi.

Verileri derleyen İzmir Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nden Avukat Zerrin Şenyıl Kale, Corona virüsü salgınında kısıtlamalar nedeniyle eve kapanmanın çocuklara karşı işlenen cinsel suçların artışına neden olduğunu kaydetti. VOA Türkçe’ye değerlendirmelerde bulunan Kale, “Ev içi ortamlar çocuklar için her zaman güvenli olamıyor. (Salgında) çocuklar destek mekanizmalarına ulaşamadılar. Özellikle İzmir ilimizde rehber öğretmenlerimizin bu konudaki rolü çok büyük. Çocuklar genelde ya arkadaşlarına ya öğretmenlerine ya da ailede çok güvendikleri birine bunu anlatabiliyorlar. Çünkü cinsel istismarı dile getirmek çok zor bir olay. Rehber öğretmenlerimiz bu konuda eğitimli. Okulda farklı nedenlerle öğretmenlerine başvuran çocuklar konuştuklarında öğretmenler bunu açığa çıkarabiliyor. Öğretmenlerin bildirim yükümlülüğü var. Corona’da bu da mümkün olmadı. Okulların kapalı kalması, kısıtlamalar, çocukların sokağa çıkamaması yüzünden çocuklara erişmekle yükümlü olan kişiler de çocuklara erişemedi. Çocuklar sağlık ve eğitim hakkından mahrum kaldı. Bunlar beraberinde aile içi ve yakın çevreden gördükleri, maruz kaldıkları istismar sayılarını artırdı” dedi.

“Ne yazık ki devletin böyle bir veri tabanı yok”

Devletin bu kapsamdaki suç verilerini toplamadığı için bu sayıların en az olduğuna dikkat çeken Kale, “Gerçekten de bu istatistikler bize durumun son derece vahim olduğunu ortaya koydu. Bu sadece İzmir iline özgü bir istatistik. Neredeyse iki katına çıkan bir sayı sözkonusu. Ne yazık ki devletin böyle bir veri tabanı yok. Çocuklara yönelik şiddet suçlarıyla ilgili olarak ulusal bir veri tabanı oluşturulması gerekiyor. Böyle bir veri tabanı olmadığı için de olayın vahameti anlaşılamıyor” dedi.

Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerin bu suçlar kapsamında veri toplanmasını zorunlu kıldığını dile getiren Kale, “Aslında Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, Lanzarote Sözleşmesi gibi tarafı olduğumuz bütün uluslararası sözleşmeler ve bunların ek protokolleri devlete bu konuda veri toplama yükümlülüğü yüklemektedir. Ancak ne yazık ki biz 2017’den beri bu konuda sağlıklı verilere ulaşamıyoruz” sözlerini kullandı. Kale, çocuklara karşı cinsel suçları önlemek için ulusal eylem planı oluşturulabilmesi amacıyla ülke genelinde bu verilerin mutlaka çıkarılması gerektiğini de söyledi.

“Gerek jandarma gerek emniyet kendi içinde bir suç tanımlaması yapıyor”

Adalet Bakanlığı’nın en son 2020 yılına ait açıkladığı Adalet İstatistikleri ’ne göre, 2020 yılında Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) cinsel dokunulmazlığa karşı suçları hüküm altına alan maddelerinden TCK ve özel kanunlar uyarınca ceza mahkemelerine acılan davalarda işlenen suç sayısı toplamda 40 bin 819. Bu sayı hem çocuklara hem de yetişkinlere karşı işlenen cinsel suçları kapsıyor. İstatistiklerde çocukların cinsel istismarı suçu 17 bin 948, reşit olmayanla cinsel ilişki suçu 1211 ve yetişkinleri de kapsayan cinsel taciz suçu 14 bin 107 kez işlenmiş görünüyor. Ancak Kale, Bakanlığın sanıklara ait uyruk, yaş grubu ve cinsiyete göre kamuoyuyla paylaştığı bu istatistikler üzerinden, işlenen suçların ne kadarının kovuşturma aşamasına yansıdığını ne kadarının soruşturma aşamasında kaldığının bilinemediğini belirtti.

Çocuklara karşı işlenen cinsel suçlara devlet kurumlarının yaklaşımında da sıkıntı olduğu için verilere yansımadığını söyleyen Kale, “Gerek Jandarma Genel Komutanlığı gerek Emniyet Müdürlüğü kendi içinde bir suç tanımlaması yapıyor. Örneğin ‘aile düzenine karşı suçlar’ diyor. Aile düzenine karşı suçların aslında altında yatan çocuğun cinsel istismarı da olabiliyor. Örneğin İzmir’de zorla evlendirilmek istenen bir kız çocuğu 2017’de emniyet birimlerine başvurmuştu. Ama sonuçta o anne baba, aile düzenine karşı suçlar bölümünde yer alan ‘aile yükümlülüğünü yerine getirmemek’ suçundan ceza aldı. Biz erken yaşta zorla evlendirmelerin bir cinsel istismar olduğunu biliyoruz. Yani eğer bu çocuk güvenlik birimlerine başvurmamış olsaydı, bu çocuk cinsel istismara maruz bırakılmış olacaktı” dedi.

“Koruyucu, önleyici mekanizmalar kurulması bizim için ivedi”

Çocuklara yönelik cinsel istismar suçunun bir şiddet suçu olduğunu söyleyen Kale, “Aslında cinsel istismar küresel bir sorun ama önlenebilir bir toplumsal sorun. Bunun temelinde şiddetin olduğunu gözden uzak tutmamamız gerekiyor. Hak temelli politikalar geliştirilmemesi bunun artış nedenlerinden birisi. Toplumdaki yanlış çocuk algısı yani çocuklarla yetişkinler arasında hiyerarşiye ve güce dayalı bir ilişki kurulmuş olması, çocukların katılma haklarına saygı duyulmaması bunun nedenlerinden bazıları. Çocukların fikri sorulmuyor. Çocukların susması bekleniyor, itaat etmesi bekleniyor. Bu anlamda, yapılan çalışmalar, cinsel istismarın yüzde 70’inin, çocukların yakın çevresinden, güvendiği kişilerden geldiğini ortaya çıkarıyor. Çocukların güven ilişkisi duyduğu kişiler tarafından istismara maruz bırakılması, söyleyememelerine de yol açıyor” diye konuştu.

Türkiye’nin cinsel istismar suçunda dünyada üçüncü sırada geldiğini öne süren Kale, cinsel istismarın yaşanmadan önlenebilmesi için koruyucu mekanizmaların geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. Kale, “Koruyucu, önleyici mekanizmalar kurulması, harekete geçirilmesi bizim için ivedi. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Lanzarote Sözleşmesi zaten bunu önceler. Öncelikle koruma ve önleme. Bunun için çok etkin mekanizmaların kurulması gerekiyor. Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın koordineli bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. Örneğin mahallelerde çocukların kolay erişebildikleri sosyal destek birimleri, başvuru mekanizmaları kurulabilir. Bu hiç zor değil. Oralarda psikologlar görevlendirilebilir” dedi.

Çocuk Bakanlığı kurulması için çağrıda bulunan Kale, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesindeki Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün yeterli olmadığını söyledi. Çocukların ulaşabileceği acil çağrı hattı kurulması gerektiğini de belirten Kale, siber zorbalığa karşı ise Türkiye’de henüz mevzuat oluşturulmadığını kaydederek bir an önce harekete geçilmesini istedi.

“Sorun mevzuatta değil uygulamada”

Türkiye’de yargı aşamasında ise sorunun mevzuatta değil uygulamada olduğunun altını çizen Kale, “Aslında yasalarımız çok iyi, yasalarımızda sorun yok. Yargı aşamasında soruşturmanın etkin sürdürülememesi, mevzuata uygun bir şekilde çocukların lehine delillerin toplanmaması sıkıntı. Yani orada sanık odaklı hareket ediliyor ne yazık ki. Çocuk adalet sisteminde çocuk odaklı hareket etmek zorundayız. Cezasızlık politikası ne yazık ki Türkiye’de son yıllarda kamu vicdanını yaralayan bir hale dönüşmüş durumda. Özelikle bu aflarla, sık sık dile getirilen infaz yasalarıyla ve iyi hal indirimleriyle çeşitli şekillerde cezalarda indirim sağlanıyor. ‘Nasıl olsa, yargılama sonucunda çok az bir cezaya mahkum oldu. Ben söylesem ne olacak?’ denmesini de beraberinde getiriyor” dedi.

Bu suçlar kapsamında yargılama sırasında çocuklara yönelik koruma politikalarının olmadığını da sözlerine ekleyen Kale, “Çocukların cinsel istismarı soruşturma ve kovuşturma aşamasına girdiği andan itibaren korumanın başlaması gerekiyor” dedi. Kale, bu konudaki haberlerde çocuğun kimliğinin hiçbir şekilde açığa çıkarılmaması ve fail odaklı habercilik yapılması için medya kuruluşlarını da uyardı.

(Kaynak: Amerika’nın Sesi)

Paylaşın

Salgın (pandemi) nedir? Yakın zamandaki salgınlar

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), salgını (pandemi) “yeni bir hastalığın dünya çapında yayılması” olarak tanımlar. Yeni bir hastalık ortaya çıktığında, çoğumuz onunla savaşacak doğal bağışıklığa sahip değilizdir. Bu, hastalığın insanlar arasında bazen yavaş bazen hızlı bir şekilde yayılmasına neden olabilir.

Genellikle veba, grip veya ebola gibi bulaşıcı hastalıkları ifade etmekle birlikte, kanser, obezite ve hatta bağımlılık gibi diğer sağlık koşullarına atıfta bulunmak için de kullanılır. DSÖ, yeni bir pandeminin ortaya çıkışını duyurmaktan sorumludur.

Pandeminin aşamaları;

  • 1. aşama; Hayvan popülasyonları arasında dolaşan virüslerin insanlara bulaştığı gösterilmemiştir. Tehdit olarak kabul edilmezler ve çok az salgın riski vardır
  • 2. aşama; Hayvan popülasyonları arasında dolaşan yeni bir hayvan virüsünün insanlara bulaştığı gösterilmiştir. Bu yeni virüs bir tehdit olarak kabul ediliyor ve potansiyel bir pandemi riskini işaret ediyor
  • 3. aşama; Hayvan virüsü, hayvandan insana bulaşma yoluyla belirli bir insan popülasyonunda hastalığa neden olmuştur. Bununla birlikte, insandan insana bulaşma riski çok düşüktür. Bu, virüsün insanları riske attığı, ancak bir pandemiye neden olma ihtimalinin düşük olduğu anlamına gelir
  • 4. aşama; Yeni virüsün, geniş çaplı bir salgınlarına yol açmaya yetecek kadar insana bulaşmıştır. İnsanlar arasında bu tür bir bulaşma, yüksek bir pandemi gelişme riskine işaret ediyor
  • 5. aşama; Yeni virüsün en az iki ülkede bulaşması olmuştur. Yeni virüsten yalnızca iki ülke etkilenmiş olsa da küresel bir pandemi kaçınılmazdır
  • 6. aşama; Yeni virüs, DSÖ bölgesi içinde en az bir ek ülkede bulaşmıştır. Bu, pandemi aşaması olarak bilinir ve şu anda küresel bir pandeminin meydana geldiğine işaret eder

Aşamalardanda anlaşılacağı gibi, pandemiler büyüme hızıyla değil, hastalığın yayılmasıyla tanımlanır. Bununla birlikte, bir pandeminin yayılma oranını anlamak sağlık görevlilerinin salgına hazırlanmasına yardımcı olabilir.

Halk sağlığı yetkilileri bir hastalığın ne kadar hızlı yayıldığını bildiğinde, bu yayılmayı yavaşlatmak için ne kadar hızlı hareket etmemiz gerektiğini belirlemelerine yardımcı olabilir.

Yakın zamandaki salgın hastalıklar;

1918’den beri COVID-19 gibi yedi önemli salgın yaşadık. Bu salgınların hepsinin bir şekilde insan nüfusu üzerinde ciddi etkileri oldu.

1918 grip salgını (H1N1 virüsü) (1918-1920); 1918’deki grip salgını, dünya çapında 50 ila 100 milyon insan hayatını kaybetti. “İspanyol Gribi” olarak ta bilinen H1N1 virüsü kuşlardan insanlara sıçradı. Virüs, daha çok 5 yaş ve altı, 20 ila 40 ve 65 yaş ve üstü insanları etkiledi.

1957 grip salgını (H2N2 virüsü) (1957–1958); 1957’deki grip salgını, dünya genelinde kabaca kabaca 1,1 milyon can aldı. Kuşlardan insanlara yayılan bir H2N2 virüsünden kaynaklandı. Vakaların çoğu küçük çocuklar ve gençler olmasına rağmen 5 ile 39 yaş aralığındaki kişileri etkiledi

1968 grip salgını (H3N2 virüsü) (1968–1969); 1968’deki grip salgınında dünya çapında 1 milyon insan hayatını kaybetti. “Hong Kong Gribi” olarak ta adlandırılan H3N2 virüsü, daha çok yaşlıları etkiledi.

SARS-CoV (2002–2003); 2002’deki SARS koronavirüs salgını, dünya çapında 770’den fazla kişinin hayatını alan viral bir pnömoni salgınıydı. SARS salgını, bulaşma kaynağı bilinmeyen yeni bir tür koronavirüsten kaynaklandı. Salgın Çin’de başladı ancak dünyada geneline yayıldı.

Domuz Gribi (H1N1pdm09 virüsü) (2009); 2009’daki Domuz Gribi salgını, ölümlere neden olan bir sonraki grip salgınıydı. Dünya genelinde 151.700 ile 575.400 arasında insan yaşamını yitirdi. 60 yaş ve üstü kişilerin bir kısmının, önceki grip salgınlarından bu virüse karşı antikorlara sahip olduğu keşfedildi. Bu, çocuklarda ve genç yetişkinlerde daha yüksek bir enfeksiyon yüzdesine yol açtı.

MERS-CoV (2012–2013); 2012’deki MERS koronavirüsü, ciddi solunum yolu hastalığı ile karakterize edilen bir hastalığa neden oldu. Başta Arap Yarımadası olmak üzere 858 kişinin hayatına mal oldu. MERS salgını, önceki koronavirüs salgınından çok daha yüksek bir ölüm oranına sahipti.

Ebola (2014–2016);  2014’deki Ebola salgını, dünya genelinde 11,300 kişinin hayatına mal oldu. Salgın özellikle Batı Afrika’da etkili oldu.

COVID-19 (SARS-CoV-2); COVID-19 salgını viral bir salgındır. Bu, daha önce bilinmeyen bir koronavirüs olan SARS-CoV-2’nin neden olduğu yeni bir hastalıktır.

Paylaşın